
Geldiklerini tekerlerin yamacın üstünde yaydığı titreşimden duydum. Bu sefer üç kişiydiler. Yamacı kayarcasına indiler ve doğru dürüst yavaşlamadan, tıraşlı hurma ağaçlarının dibinde bisikletlerinden atladılar. Üç hurmanın altında üç çocuk. Yürüyüş biçimlerinden kim olduklarını çıkarabiliyordum artık.
Toprağa en sağlam basan, alacak öcü varmış gibi yürüyen Yoshi, arkasından gelen Romantik’e gene aklını yiyip bitiren o düşüncelerinden bahsediyordu: “Şimdi, dışarıda bir yerlerde insanları bok yoluna götüren bir savaş var, herkes farkında.”
Diğeri, Romantik diye çağırdıkları, içlerinde en kibar yürüyeniydi ve çoğu zaman Yoshi’yle çatışırdı. “Diyelim ki parmakla sayılabilecek kadarı gerçekten savaşıyor. Ama bu savaş insanın içinde süren bir savaştır, yani düşündüğün kadar tehlikeli değil,” diyordu.
“Ama bir asker daima bir askerdir ve savaşa hazır olmalıdır.”
Karga da bu tartışmalarda her ne kadar devamlı Yoshi’nin tarafını tutuyor gibi görünse de ikisinin arasını yapan kişi olurdu. Gereksiz yere konuşmaz ve sadece ihtiyaç halinde yardım teklif ederdi. “Evet, bu nehir de bizim savaşa hazırlandığımız yer!”
Gerçekte ise küçük bir göletin kenarında olduklarının farkında bile değillerdi. Buraya nehir deyip duruyorlardı. Çocuktular daha.
Bazen yanlarında okul ya da mahalle dedikleri yerlerden başka arkadaşlarını getirdikleri de olurdu. Bir keresinde handiyse on kişi olmuşlardı başımda. Toprak resmen eziliyordu ve kimse çiğnedikleri minik yeşil bitkilerin adını sormuyordu. Çocuklar böyle diğerlerini de getirdikleri zaman bütün sazanlar derinlere kaçar ve tüm kurbağalar karşı sazlıklara saklanırdı.
Kalabalık geldikleri günlerde bazıları, gövdelerinin ağırlığına ve ağızlarından çıkan titreşimlerine henüz alışamadıklarım, Yoshi’ye “komutan” derlerdi. “Kes lan, hepimiz askeriz!” diye çıkışırdı o da. Ya da bazen kendini öyle hissettiğinden olacak “Herkes çavuş rütbesinde burada,” derdi. O zaman anlardım ki bu Yoshi çok konuşup çok bağırmasına rağmen diğerlerine yukarıdan bakmak istemezdi. Ve sanırım onla komutan diye dalga geçtiklerinde bunu anlamazdı. Epey ciddi bir çocuktu doğrusu.
Kendi aralarındaki konuşmalardan çıkardığım kadarıyla bunların okul dedikleri o yerde bu üçü belli bir bilinirliğe sahipti. Çete gibi toplandıkları zamanlarda, kim ne tarafa yürüyor ya da hangi ses dalgası kimin karıştırırdım, hatta Yoshi’yi, Romantik’i ve Karga’yı bile diğerlerinden ayırt edemediğim olurdu. Yine de aralardan yakaladığım cümleler çıkardı.
“Peter Pan’ın askerleri!”, “Meşhur Peter Pan askerlerinin taburu burası ha!”, “Peter Pan’ın çavuşları bu nehri mesken tuttular demek.”
Yoshi yeni katılanlara savaşıp savaşmayacaklarını sorardı ilkin. Aralarından biri çıkar “Eğer zorunda kalırsam ve başka seçeneğim yoksa, ancak o zaman yapmam gerekeni yaparım” tarzı şeyler söylerdi. Ama üçü dışındakilerin sesleri bana hep uzaktan, bir kuyunun dibinden yükseliyormuş gibi gelirdi.
Ve öyle zamanlarda Yoshi’nin inadı tutar, bütün erkeklerin bir gün savaşa katılacaklarını söylerdi. “Herkes savaşmak zorunda! Bütün askerler savaşmak zorunda!” Muharebe kaçınılmazdı ve Peter Pan’ın askerlerinin asıl görevi de bu savaşa kendilerini hazırlamaktı.
Sanırım okul dedikleri yerden ayrılırken askerlerden biri başka bir çocuğa “Nehre gidiyoruz,” derdi ya da “Nehrin orada toplanacağız, geliyor musun?” diye sorardı belki. Okulda suyun nispeten çok aktığı yerlere nehir dendiğini duymuşlardı herhalde. “Nereye?”
Lefkoşa-Gazimağusa anayolu üstünde bir noktada, ana yoldan ayrıldığınızda koruluğun bittiği –ya da geliş gidiş yönüne göre başladığı– yere. Sağdan ikinci yıldız ve nehri görene kadar dümdüz pedal çevirmeye devam edin. Nehir dedikleri ama aslında küçük bir gölet olan bu yere ulaşırdınız. Benim yanıma.
Konuşmalarından çok şey öğreniyordum ve hepsini hafızama kazıyordum. Başbakanın açık saçık bir videosu çıkmıştı. İnternet kafe geçen senekine göre çok pahalanmıştı. Bir keresinde ishal olan bir tanesinin kahkaha ve küfürler eşliğinde sazlıkların oraya sıçtığını işitmiştim. Evli olan beden eğitimi hocaları birbirlerini aldatmışlardı ama işte ve okulda sürekli birbirlerini görüyorlarsa bunu hangi ara yapmışlardı? Dönem ödevi olarak verilen roman önceki sene verilenin aynısıydı ve Romantik üst sınıflardan birinden ödevin bir fotokopisini bulabilirdi. Yaz tatili için zilyon tane ödev vereceklerdi kesin. Ayağının ağırlığını tanımadığım biri bazen şöyle derdi, “Yan sınıftan Gamze’nin 8-B’deki Cem’e ellettiğini duydun mu lan?” ve en uzağa kim tükürecek yarışına tutuşurlardı. Dünyada büyük bir savaş sürmekteydi. Çocukların okul dedikleri yerde değil, mahallelerinde değil ama daha büyük bir yerdeydi. Ve bu savaşa hazırlanmaları gerekiyordu. Gelgelelim bunlar sadece gölete nehir deyip duran sabilerdi ve dünyanın ellerindekinden daha büyük olduğuna inanıyorlardı.
Bir keresinde Romantik onları bu konuda düzeltmeye çalışmıştı aslında. Yoshi ve Karga’yla yalnız oldukları bir zamandı. Romantik bisikletini park ettiği üç hurmayı geçmiş, neme doymuş çamurumsu toprağa yapışan okaliptüs yapraklarını ayaklarıyla ezerek kıyıya kadar gelmişti. Az sonra o rengi yeşile çalan suyu seyrederken üstüme işemeye başlamıştı. Yohsi de hemen arkasından gelmişti ve onu seyrediyordu.
“Burası bir nehir bile değil” demişti Yoshi’ye sesinde utandığına dair hiçbir titreşim olmadan. “Siz sadece suyun burada durmadığına ve bükülüp bir yerlere aktığına, büyüdüğüne inanıyorsunuz.”
Yoshi de ben manzarasını bozuyormuşum gibi “Bu gölet başka bir yerde olmalı sanki,” demişti alakasız bir şekilde. Ama anlardım ki özellikle bu iki çocuk birbirlerine güvenirlerdi çünkü beraber olduklarında ayakları toprağa daha rahat basardı.
Peter Pan’ın askerlerinin içtima alanı benim kıyımdı. Üç hurmanın dibinde ve okaliptüslerin gölgesinde toplanırlardı hep. Bazen bir inşaattan çalıp yanlarında getirdikleri tuğlaları üstüme, en uzağa fırlatmaya çalışırlar ya da boncuk mermili plastik silahlarla tuğlaların üstüne dizdikleri teneke kutuları vurmaya çalışırlardı. Birkaç kere bazı arkadaşlarını mermilerin hedefi yaptıklarına da şahit olmuştum. Kendilerini cephede hayal ettikleri senaryoları oynatırdı Yoshi onlara. Pembe flamingoları işaret ederek “Düşmanları vurun!” derdi sezonluk misafirlerim için. Ama taşlar hep su tavuklarına isabet ederdi.
Gönüllü Peter Pan askerleri, bisikletleriyle düzenli aralıklarla anne babalarından, sınavlardan, azardan ve beğenmedikleri yemeklerden kaçarlardı. Lefkoşa-Mağusa yolunun geliş-gidiş yönüne göre başından ya da sonundan saparlar, başımda toplanırlar ve okuldaki yetişkinler hakkında söylenir ve kendilerini savaşa, Yoshi’nin muharebesine hazırlarlardı. Öğrendiğim kadarıyla Peter Pan askerlerinden biri olmak için sahip olmanız gereken bazı nitelikler de vardı. 1. Sekizinci sınıftan küçük olmanız. 2. Savaşa adayacak bir yüreğinizin olması.
Kimsede Yoshi’deki hırs yoktu ve sanırım bir zaman sonra okuldan diğer arkadaşları Peter Pan’ın askerlerinin hiçbir halta yaramadığını konuşmaya başlamışlardı. Yoshi’nin getirdiği kabul kriterlerine rağmen askerler uyumsuz davranıyor ve tabur dağılıyordu. Herkesin gözü önünde Yoshi’ye kafa tutuyorlardı. “Tekrara düşüyorsun artık”, “Her erkek, hatta her kız savaşmak zorunda kalacak. Ne çıkar yani?”
Karga ona “Takma şunları,” diyordu. “Kıt kafalılar anlamaz.” Yoshi ise ayağını yere vurup “Ne takacam be köpekler,” derdi. Ama sonra yalnızca onun ve Romantik’in duyacağı şekilde fısıldardı: “Kimse yüreğini adamıyor. Gidersem görürler, hepsi tek başına savaşmak zorunda kalacak.”
Yoshi yorulduğu zaman Karga askerleri bir araya getirmeye çalışırdı ve ondan duyduklarını tabura tekrar ederdi. “İnsan yüreğini bir şeye adarsa, savaşta bile kurtuluş yolunu bulur. Siz yüreğinizi bir arkadaşınıza adayabilirsiniz ya da bisikletinize. Birine ya da bir şeye. Bu biri ya da bir şey size ölüm anında fısıldayacak. Benim için tutun, hayatta kal, savaşmaya devam et diyecek.”
Romantik ise askerlere toplanmaya gelecekleri zaman büyüklere nasıl yalan söylemeleri gerektiği konusunda dersler veriyordu. “Eğer bir büyüğe, sözüm ona annenize dışarı çıkacağınızı söylerlerseniz karşılığında ‘Nereye?’ sorusunu duyarsınız. Ama diyelim ki nehre ya da izcilik kulübüne, sınıfça Lemar’a sinemaya gittiğinizi söylerseniz soru sormazlar. Çünkü o zaman nerede olacağınızı bilirler, aslında yetişkinler çocukların nereye kaybolduklarını veya ne haltlar yediklerini çok da merak etmezler, yalnızca güvende olup olmadıklarını düşünürler. Ayrıntı verirseniz can sıkıcı sorular da sormazlar.”
Yoshi ve Karga yüreklerini birine ya da bir şeye adadıkları zaman sahiden de kurtulacaklarına inanıyorlardı. Hatta bazı günlerde Romantik’in bile buna inandığını düşündüğüm oluyordu.
Bu Yoshi’de onu her şeyi yapabileceğine inandıran ve meydanda ön saflara iten bir güç vardı. Ayakları topraktan, sesi havadan intikam alırdı her hareket ettiğinde. Onun yerdeki ağırlığını ve ses titreşimlerini benim gibi tanımayan hiç kimse onun bir taburu, sözüm ona Peter Pan’in askerlerini gerçek bir savaşa, yani ölüme götürecek bir itkiyi o çocuk bedeninde taşıdığına inanmazdı.
Ve o gün üç hurmanın önünde üç çocuk vardı. Mağusa’da inanılmaz sıcak bir öğleden sonrasıydı ve binlerce minik okaliptüs yaprağından teki bile kımıldamıyor, hurmalar yaylanmıyordu.
Yoshi “Sen hakem olacaksın,” dedi Romantik’e. “Karga’yla ben de nehre girip nefesimizi tutmaya çalışacağız.”
“Milletin her fırsatta büllüğünü çıkarıp içine işediği bir gölete girmeyeceksiniz herhalde.”
“Savaşa hazırlanmamız gerek.”
Bu üçü beni bile orada bir savaşın beklediğine inandıracaklardı neredeyse. Belki Yoshi’nin hayal ettiği gibi hendekli, tepeli bir meydanda olmayacaktı bu savaş ama insanın yüreğini ortaya koyması gereken durumlar hep yaşanırdı.
Hakemin işaretiyle ikisi de aynı anda daldılar. Yalnızca bir metre kadar içerideydiler. Karga paniklediğinden daha on saniye geçmeden yarışı bıraktı. Ama Yoshi sınırlarını zorlamak istiyordu. Yirmi saniye geçti. Hazırlıklı olmak gerekiyordu. Otuz saniye geçti. Diğer askerlere örnek olmalıydı. Kırk saniye geçti. Yarın okulda herkes zaferini konuşuyor olacaktı. Elli saniye geçti. Her erkek büyürken savaşa hazırlanmalıydı. Yoshi artık ciğerlerine çekeceği havadan başka bir şeyi hayal edemez olmuştu. Yüreğini adaması gerekiyordu. Tek arzusu nefes almaktı. Sağdan ikinci yıldız ve yukarı doğru dümdüz yüzmeye devam et. Ağzını açar açmaz içeri su doldurmaya başladım. Anında geri kapatmak istedi ağzını ama dönüşü yoktu artık. Olanca gücümle içini suyla doldurdum. Yanıma ne zaman gelse yaptığı gibi aynı şekilde içime işemeye başladı ama bu kez sidiği çabuk kesildi. Yoshi’yi dibe batırırken yüreğinde tuttuğu tüm yaşama arzusunu yok ettim.
Ahmet Şimşek