Kutsal Topraklarda Hava Satan Adam, Omer Friedlander’ın ilk öykü kitabı (Livera Yayınları, Kasım 2022). Bir ilk kitap. İngilizce aslından Nuray Önoğlu çevirmiş, iyi ki çevirmiş. Haftalar önce okudum, fakat sürekli kafamın içinde dönüp durduğu için bir türlü etkisinden kurtulamadım. Okuduğum kitap hakkında birileriyle konuşacak imkanım olmuyor pek. Kimsenin zamanı yok, hali de. Yazmaya karar verdim ben de.
Kitaptaki öykülerin hepsi savaşların bir türlü bitmediği, acıların, gözyaşlarının dinmediği bir coğrafya olan Orta Doğu’da geçiyor (ki savaş sözcüğünden daha çok savaşı çağrıştıran bir sözcüktür Orta Doğu). Daha doğrusu bölgenin en kanlı yerlerinden biri olan Filistin ve İsrail’de geçiyor öyküler. Bu kitabı okumadan önce Filistin ve İsrail hakkında çok şey bildiğimi sanırdım. Kitapta bahsedilen bazı detayların izini sürünce meselenin benim sandığımdan çok daha karmaşık olduğunu fark ettim. Ve öğrendikçe anlamam çok daha zorlaştı.

Kitapta on bir uzun öykü yer alıyor. Yafa Portakalları, kitabın ilk öyküsü. Olay, genç bir kadının anlatıcıyı ziyaret etmesiyle başlar. Gelen kişi, çocukluk arkadaşı Halil’in torunu Leyla’dır. Leyla’nın gelişiyle birlikte anlatıcı bizi, Halil’le birlikte geçirdikleri çocukluğuna ve ilk gençliğine götürür. Filistinli bir Arap’tır Halil, anlatıcı ise bir Yahudi. Filistinli Arapların ve Yahudilerin dost olabildiği, birlikte çalışabildiği yıllardır. Halil’in ailesi Yafa’nın önde gelen portakal yetiştiricisi ailelerinden biri, anlatıcı ise bu bahçelerden birinde çalışan yoksul bir çocuktur. Filistin henüz Osmanlı toprağı, arkasından İngilizler gelir, sonrasında BM’nin 1947’deki ülkeyi ikiye bölen kararı. Günden güne büyüyen ve yakın arkadaşları birbirine düşman eden sürece bu öykü vasıtasıyla tanık oluruz. Halil’in ailesiyle ülkeden kaçışı ve portakal bahçelerinin yakılmasıyla bir devir kapanır.
Öykü, kurgulanması çok zor olabilecek bir öykü değil ama benim için bu öyküyü ve sonrakileri ilgi çekici kılan yazarın kimliği oldu. Yazar, Filistinli bir Yahudi, ismi Omer ve 1994 doğumlu. Birçok ezberimi bozan bir kimlik. Kitap yayınlandığında 27 yaşındadır yazar. İnsanların artık çok geç büyüdüğü hatta çoğunlukla büyüyemediği bir dünyada yirmili yaşlarda sanatta, edebiyatta etkileyici işlerin yapılması önemli. Yirmi yedi yaşında beşinci kez KPSS’ye girmek zorunda kalan benim gibi biri için çok daha önemli. Genç yaşta sanatla profesyonel olarak uğraşacak zamanı ve imkanı bulmak, yeterli donanım ve içsel derinliğe sahip olmak beni çok etkiler. Gerçi içsel derinlik konusunda, yaşamım boyunca beni 2. Dünya Savaşı’na tanıklık eden yazarlar kadar kimse etkilemedi. Bir daha hiçbir dönemde ulaşılmamış bir derinlik var hepsinde. Yaşamın ne kadar pahalıya mal olduğunu, ödenecek bedelin ne kadar ağır olduğunu en iyi onlar gördü yazın tarihi içinde. Friedlander’ın da hakkını yememek lazım ama. Genç yaşına rağmen doğduğu coğrafyanın ve sürekli çatışan iki halkın tarihine bu kadar hakim olması ve öykülerinde ustalıkla kullanması takdire şayan. Üstelik de okuru aydınlatma çabasına girmeden.
Daha ilk öyküde karşımızda savaş karşıtı bir yazarın olduğu anlaşılıyor. Ve diğer öykülerde bizi neyin, kimlerin beklediğini öğrenmek için sabırsızlanıyoruz. Savaş karşıtı olmak önemli bir vicdani sorumluluktur. Yazarın kimliği, uyruğu da bu sorumluluğun çok önemli bir parçası zannımca. Bir İskandinav’ın savaş karşıtı olması onun kişisel konforunu etkilemez, savaşla beslenen bir iktidar için pek tehlike teşkil etmez ama savaşın tarafı olan, her türlü üstünlüğe sahip tarafa mensup olan birinin savaş karşıtlığı daha çok anlam kazanıyor. Misal bir Yahudi’nin, bir Türk’ün savaş karşıtı olması çok şeyi değiştirebilir. “Kontrol Noktası” ve “Şehrazat ve 97.2 FM Radyo İstasyonu” adlı iki öyküde savaş karşıtlığı daha net ifade edilir. Özellikle Kontrol Noktası beni en çok etkileyen öykülerden biri oldu. Her paragrafta derin soluk alıp gözümde biriken yaşları geri geri göndermek için uğraştım.
Kontrol Noktası’nın konusu kısaca şöyle: Anlatıcı, sadece kadınlardan oluşan bir insan hakları grubu için çalışan bir annedir. Kamerasıyla kontrol noktasında durup geçen Filistinlilere kötü davranılmasını belgelemeye ve engellemeye çalışır. İnsanların işlerine, okullarına giderken her gün o noktalardan geçmek zorunda kalmalarını, günlük bir rutin olarak görmeyi neden bu kadar normalleştirdik, bilmiyorum.
Öykünün girişinde oğlu Adam’ı savaşta yitirdiğini öğreniyoruz:
“Adam öldüreli dört yıl oldu ve ben hâlâ her hafta kontrol noktasına gidiyorum. Hiçbir şey değişmedi, sadece daha kötüye gitti. Bitmek bilmez bir şiddet sarmalı. Ulus Devlet Yasası, İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik misilleme saldırıları, Batı Şeria’da evlerin yıkılması, Filistinlilerin zeytinliklerinin yakılması, hemen her iki yılda bir Gazze’de yeni bir savaş.” (Kutsal Topraklarda Hava Satan Adam, s. 61-62)
Birçok öyküde Filistinlilerin portakal bahçelerinin ve zeytinliklerinin yakıldığına şahit oluyoruz. Okurken Afrin zeytinliklerinin başına gelenler geldi aklıma. Orta Doğulu barbarlar birbirlerinden ne güzel şeyler öğreniyor. İnsanı katlettikleri yetmiyor, içinde yaşam barındıran her şeyi talan ediyorlar.
Kontrol Noktası öyküsünde hem Filistinli hem İsrailli çocukların içine, yüzüne yerleşmeye başlayan o ilk nefrete, ilk öfkeye de tanık oluyoruz. Annenin işi gerçekten zordur. Barış için uğraşan birinin hayatı hep tehlikelerle, tehditlerle doludur bu coğrafyada. Her gün kontrol noktasındaki askerlerin ve Yahudi yerleşimcilerin nefretine maruz kalır. Nitekim en sonunda Yahudi bir yerleşimcinin saldırısına uğrar. Saldırganı tanımlarken şu ifadeyi kullanır: “Silahlı mı? Bugünlerde yerleşimcilerin çoğu silahlı ama Yahudi olduklarından kimse terörist olduklarını düşünmüyor.” (Kutsal Topraklarda Hava Satan Adam, s. 73)
Güçlü olanın kendini daima haklı görmesine, istediğini, istediği şekilde yaftalamasına aşinayız. Ama gücün karşısına dikilip gerçeği haykıranlara pek aşina değiliz. Anne yirmi yıldır savaş karşıtıdır ama bu karşıtlığı oğlunun savaşa katılmasına engel olamaz: “Oğlumu inanmadığım bir savaşta öldürülmeye, nefret ettiğim bir hükümet için savaşmaya yolladım. Sanki seçme hakkı varmış gibi, üstüne ona kendini savaşa gittiği için kötü hissettirdim.” (s. 74) Savaş oğlunu aldığı gibi, yaşarken onunla istediği gibi bir anne oğul ilişkisi kurmasına da engel olur.
Oğlu Adam Gazze’ye yollandığı gün kocası Shaul, evin cam olan kapısını değiştirir. Bu fikri David Grossman’ın Ülkenin Sonuna isimli romanından almıştır. Grossman’ın romanını okumadım ama bu öyküde bahsedildiğine göre romandaki anne gelen askerlerin botlarını görmemek için kapıyı bantlar, çünkü kapıya gelen asker oğlunun ölümünü bildirmek için gelir. Bu arada Grossman da tıpkı öyküdeki anne gibi savaş karşıtıdır ve şiddetle karşı olduğu bu savaşta oğlu Uri’yi yitirir. Hem de Lübnan’da bir grup aydınla ateşkes çağrısı yaptıktan sonra: “Üç gün sonra Uri savaşta öldürüldü. Ertesi sabah ateşkes anlaşması yapıldı.” (Kutsal Topraklarda Hava Satan Adam, s. 83)

Adam’ın ölümünün babası Shaul üzerindeki etkisini de çok etkileyici verir yazar. Shaul susar, sadece susar. Susmak dışında tek bir eylemine tanık oluruz: Adam’ın çocukluk oyuncaklarını yere döküp onlarla oynar bir gün. Tıpkı Adam çocukken yaptıkları gibi. Yıllar önce Mina Urgan’ın anılarını okurken genç yaşta yitirdiği oğlu Mustafa Irgat’la ilgili ne anlatacağını çok merak ederek çeviriyordum sayfaları. Çevresindeki herkesi detaylıca anlatan Mina Hanım oğluyla ilgili kısa bir okul anısı dışında hiçbir şey yazmamıştı neredeyse. Şaşırmıştım. Acının büyüklüğü böyle bir şey galiba, anlatılamaması. İnsanı dipsiz bir sessizliğe mahkum etmesi.
Savaşın, çatışmanın yanı sıra aşksız da bırakmamış kitabı yazar. Misal Kum Koleksiyoncusu, Yahudi genç bir kadın ve Arap bir bedevi arasında geçen bir aşk öyküsüdür aynı zamanda. Bu iki zıt karakteri ancak aşk bir araya getirebilirdi ama onları bir arada tutmaya aşkın gücü de yetmemiş. Arapça yer isimlerinin İbranice yapıldığını da bu öykü vesilesiyle detaylıca öğreniyoruz. Zulmün bu kısmına da çok aşinayız maalesef. Kürtlerin yaşadığı yerlerin de isimleri de Türkçeleştirildi. Lazlarınki de, Rumlarınki de. Türkçe olmayan yer adı yok neredeyse ülkemizde. Bu topraklarda Türkler dışında hiç kimse yaşamamış, buralardan başka hiç kimse geçmemiş sanki.
Öykü sayısı az olmasına rağmen çok fazla ve farklı karakterle tanışıyoruz kitapta. Sadece savaşın hüküm sürdüğü bir şimdide yaşayan; acı dolu, zulüm dolu bir geçmişe ve belirsiz bir geleceğe sahip karakterler… Çocuklarını yitiren anne babalar, babalarını yitiren çocuklar, anma gününde Yahudi soykırımından kurtulan yakını olmadığı için üzülen çocuklar, özellikle ikinci intifadan sonra intihar bombacılarından korktukları için otobüse binemeyen çocuklar, esir aldığı Lübnanlı kadına aşık olan Yahudi asker ve daha pek çoğu. Karakterle o kadar derin, malzeme o kadar zengin ki her öyküden bir roman rahatlıkla çıkabilir. Karakterlerin yanı sıra yazarın mekan seçimleri de çok iyi. Vurgulamadan olayın gerisinde tutmuş mekanı ama birer karakter gibi öyküyü omuzlamış her biri. Çöl, bekleme kampı, eski ve dar sokaklar, el konulmuş radyo istasyonu, kontrol noktası…
Birbirinden etkileyici olan bu öykülerin hepsini tek bir yazıda anlatmak zor ama özellikle “Şiva’yı Yürümek”isimli öyküyü de anmak istiyorum. Kızıyla yaşayan yaşlı ve tekerlekli sandalyeye mahkum felçli kadın, askerdeki oğlunun ölüm haberini alır. İki oğlu da askerdir ve hangisinin öldüğünü öğrenmek için yola çıkar kızıyla. Oğullarından biri yerine kızının ölmüş olmasını diler içinden. Devletler için insan yaşamının bir önemi yoktur. İnsanların yaşamı sadece aileleri için önemlidir ama kadınların yaşamı çoğu zaman aileleri için de önemsizdir bu coğrafyada. Dil, din, ırk fark etmeksizin.
Umut var mı bilmiyorum ama son sözü yine yazara bırakıyorum: “Bu tepelerden çiçekler toplamış ve bütün vadilerinden aşağı bakmış olan ben. O tepelerden aşağı cenazeler indiren ben, size bu dünyanın merhametten yoksun olduğunu söyleyebilirim.” (Kutsal Topraklarda Hava Satan Adam, s. 71)
Roza Alkan