bir tanrıçaymışçasına
bir tanrı çaymışçasına
Beste değil miydi o sokağın adı, hangi semtin bittiği yerdeydi, evet, tabii, tunç kafiye gibi bitirirdi mahalleyi kibarca bir hudud çizgi. Siz bu semtte yaşamıştınız değil mi? Bu semtte küçük bir evde, büyük bir bahçesi vardı ve bir bahçe kapısının kilidi bozuktu kilitlenemeyen bir kapı. Çok iyi bir arkadaşınız vardı. Siyah değildi sarıdan uzaklaşan saçlarıyla. Galiba adını siz koymuştunuz. Şimdi hatırlayamadım adını. Her şeyi gerçekten paylaşır mıydınız onunla sıra altından? Belki de öyle diye siz gülümseyince o kahkahalarla gülerdi. Hah hah hah.
Kahkaha çiçeği. Hatırladınız mı şimdi peki?
Okuldan sonra onun evinde oynardınız galiba… Canım canım derdi sana canım benim. Senden daha güzeldi. Bunu en iyi sen bilirdin. Şöyle de diyebiliriz birbirinizden daha güzeldiniz ve bunu en iyi siz ikiniz bilirdiniz. Pazartesi, Çarşamba ve Cuma sabahları otobüsle giderdiniz okula. Sizi onun annesi otobüse bindirirdi köşeden. Bir çınar ağacı vardı, evet vardı, hatırladınız mı hani onun altında fiil çekimlerine çalışıyordunuz: deniztilki gelir, deniztilki geliriz, deniztilki geldiler, deniztilki gelmiştik. Ha ha ha ha derdiniz dilimiz ne güzel, her şeyi her şekilde söylemek mümkün, anlamayan anlamasın canım. Canım benim canım. Sizin yanınıza kimse oturmak istemezdi, oturamazdı doğrusu, çünkü siz vardınız, bir, ve arkadaşınız, iki, yüzücü ikizler bedenlerinizle otobüsü doldururdunuz. Çünkü siz bedenlerinizle vücutlarınızın taze kasları o kasların kıvrımlarını en kısa etek yarışmalarının kısalığıyla doldururdunuz neşeli sohbetinizle, bunu da ekleyelim. Şöför bir gün servisi kenara çekip sizi dinlemişti on saniye ve gülmeye başlamıştı hah-hah-ha!
Sabah kafilesi en güzel şeydi hayatımızda. Siz yaşardınız biz hayatın kıyısından sizi seyrederek, size yer açarak yaşardık. Burası ortaokuldu. Sıralarda, masalarda, büfelerde ve otobüs koltuklarında bütün kalıplar dışı bırakıyordunuz siz bizi. Biz sizin önünüzde arkanızda dolaşıp hayatın o kadarıncığını hafızamıza kaydediyorduk ve kalıplarınızı ölçüyorduk, ha demek ki burada bu kadar, ama orada o kadar. O zaman demek ki yeni ölçüler kullanmamışlar, okka, arşın, endaze.
İkincisi hayalleri görüyordunuz ama başkaları mahmur. Sizin anneniz mesela artık çalışmıyordu, çamaşıra falan gitmiyordu. Annenizin elinde bir pudra kutusu vardı öteki elinde makyaj çantası. Anneniz bir arabanın arkasında oturuyordu. Bir pencereden bakıyordu. Gözlükleri vardı. Kara gözlükleri. Kırmızıydı çerçeveleri. Onu çok zeki gösteriyordu. Zeki olmasını istemiyordun sen ama onunla beraber arabada olanları hatırlıyor musun? Siz insanların yüzüne bakıp konuşamazdınız o zaman. Gözlükler varsa ve güneş gözlüklerinizse bunlar ve kırmızı çerçeveli vs vs. öyle bakar konuşurdunuz ve tabii kabulümüzdü.
Araba buradan geçip gittikten sonra başka bir şey düşünmeye başladık. Televizyonda seyrettiğimiz bir şey vardı. Orda ve da genç kızlar vardı evin erkekleri o genç kızlarla ilgili bir şeyler söylüyorlardı. Sen üstüne alınıyordun. Annen hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu araba getirip geri bırakınca onu. Çünkü biliyordu ki tanrıçalar bir gün büyüdüklerinde kendilerinden öncekilerin yerini alacaklar. Şimdi hımbıl birtakım erkeklerin onlar hakkında laf söylemesi hiç de önemli değil. Ceplerine bak. Eşin ve eşele ceplerini. Orada bir şeyler var. Ne biriktirdin ceplerinde koleksiyonuna taşlar? Taşlar derdimizi anlayan. Yerde, üstünde, altında, her tarafta değerli o taşlar. Taşlar kutsal mı? Kutsal mı o taşlar? Kutsal olmayan taş var mı?
Var mı? Var mı dedim?
Günün birinde gittiğin okullardan bir tanesinde bir sığınak gördün. Bir sığınak nasıl bir şeydi bu? Sığınakta neler saklanıyordu? Neler sığıyordu sığınağa? Neler sunuluyordu oradaki sunakta ki böyle gizli? Annen yine çalışmaya başlamıştı. Baban? Babanın çok partili bir işi vardı. Ne olduğunu bilmiyordun. Kimse bilmiyordu. Baban sabahları evden çıkıyordu, akşamları geliyordu. Bir şey takip ediyordu o aralar seni. Sabah olduğunda bir yaban keçisi gibi dolaşıyordun ortalıkta, sağa sola bakıyorsun böyle nereye kafa atacağını bilmiyorsun, tos diyorsun bütün dünyaya tos tos tos. Sensin bu, canım benim, canım canım.
Geviş getirirken keçiler dünya durur. Çünkü sen de durdurursun dünyayı istediğinde. Gevişten yorulan çenelere iyi gelecek bir ada mantarı yaratırsın sonra. Durakta hepsi seni bekliyordur. Merakla. Nasıl yapıyorsun bunu? Merakla sorarlar. Camdan onlara bakarsın. Kim bunlar? Kim bu nemrut kalabalık? Ne hakla soruyorlar sana ada mantarını nasıl yarattığını? Mantarın nasıl yaratıldığından onlara ne? Onları, mantarı, portakal likörünü, sandalyeyi ve espadrilleri yarattığın gibi. Mızrak ve gürzü, hücum etmek için. Kalkan ve kamayı, korusunlar diye kendilerini ve mevduat hesaplarını – rahat uyusunlar geceleri. Bayram tatlısı için pudraşekerlerini. Korse ve tek-takke sütyenlerini. Aşırı kilolarını. Soyunma odalarını. Alaylı gülümsemelerini sen inerken otobüsten. Seni küçük görürken, küçümseyerek bakarken sana bir anlığına ölümlü olduklarını unutuşlarını. Ölmeden önce uzun uzun uzatışlarını akarsuyun duruşunu. Duşta saygı duruşundan ıslak çıkıldığında Beste Sokağının titreyişini. Kahkaha çiçeği cennet kırlarını.
Taşlarını bağışlayıp sularını esirgediğiniz bu semt sizindi ve siz oranın tanrıçasıydınız.
Bu ilahi sizin. Adını ben koydum.
Adınızla başlıyorum.
İlhan Durusel