Yazar-Hekim Meral Saklıyan’ın “Bana Yaklaşma! – Yoğunbakım Günlüğü” adlı anlatı/hatıra kitabı yakın zamanda Everest Yayınları tarafından yayımlandı. İsmiyle müsemma olan kitap pandemi sürecine yoğunbakım uzmanı olan bir doktorun gözünden bakmamızı sağlayarak madalyonun diğer yüzünü gösteren yaşanmışlıklarla dolu bir metin.
Alışkanlıklarımızı kökten değiştiren bir pandemi yaşadık, yaşıyoruz. Dünya çapında binlerce insanın bir gün içinde yaşamlarını yitirmelerine tanık olduk. Bu sürecin en yakın şahidi şüphesiz doktorlar. Daha yakın şahitleri ise yoğunbakım uzmanları. Nitekim, onlardan biri olan Meral Saklıyan’ın pandemi sürecine bakışı bu kitap. Adı üstünde, bir yoğunbakım günlüğü söz konusu. Hâl böyle olunca birinci ağızdan samimi bir dille yazılmış bir metin var karşımızda. Başka bir deyişle, alışılageldik “doktor serinkanlılığı” yok anlatılarda. Zira, tıp uzmanları dahi bu kadar gözyaşına ilk defa rastlamışlardır belki de. Pandemi sürecinin hepimize ağır bir fatura karşılığında birtakım bilgiler de kazandırdığı malum. Tıbben yapılacaklar az veya çok yapıldı. Ölümü tıbbi değil, edebî olarak karşılamak kaldı geriye…

Bu edebî karşılamaya bizleri buyur eden Saklıyan zaten Türkiye okurunun edebiyat ve tiyatro arka planıyla tanıdığı isimlerden. Öyküleri Notos, Varlık gibi mecralarda yayımlanan, birçok kadın öyküleri seçkisinde yer alan, Cumba Kültür Sanat Derneği’nin 2018 yılında düzenlediği öykü yarışmasında birinciliği olan, Nezihe Meriç Öykü Yarışması’nda mansiyon ödülüne layık görülen bir yazar. Ayrıca, Everest Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı “Uzağa Gidemem”in Kayıp Rıhtım edebiyat dergisinin okur anketinde 2019 yılının en iyi öykü kitabı seçildiğini eklemeli.
Anlatıya dönersek, bir okur olarak göze çarpan ilk husus yazarın üslubu, çünkü beklenenin aksine Saklıyan’ın dili tıbbi terimlere boğulmamış. Yani okur gözüyle sıkıcı olmadığını belirtmeli. Zaten yazarın derdi farklı, kendisinin de söylediği gibi kitabın amacı bir “hafıza kaydı” oluşturmak ki bunu başarıyor. “Bana Yaklaşma!”nın diğer pandemi kitaplarına kıyasla özgün yanlarına değinmek gerekirse birincisi, ilk günden itibaren pandeminin ulaştığı bir hastanede ön cephede mücadeleyi konu ederek gözleme ağırlık vermesi. İkincisi ise Saklıyan’ın da Covid19’a yakalanıp kendi ifadesiyle “ölümün kıyısında dolaşması”. Nitekim, “yerin en az iki ya da üç kat altında bulunan yoğunbakım ünitelerinde uzun yıllarını geçirmiş bir hekim” olarak “İnsan ölümden büyüktür.” diyor tecrübelerine dayanarak. İşte bu uzun yıllara dayanan tecrübelerle birlikte pandemi sürecinde yaşananları başarılı bir şekilde hikâye etmiş. Öyle ki kendimi yoğunbakımda hissetmekten alıkoyamadım…
Süreçte tecrübe ettiğimiz üzere bu salgın bildiğimiz bütün ezberleri bozdu. Tıpçılar dahi kendilerini bilinmedik bir denklem karşısında buldular. Pandeminin sonuçları zaman ilerledikçe daha çok ortaya çıkmaya başladı. Hatta, “tükenmişlik sendromu” Türkçe literatüre girdiğinden beri hiç bu kadar anlam kazanmamıştı. Üstelik insanlar gündelik hayattan giderek soyutlandıkları ölçüde yalnızlaştılar. Hastalığa yakalananlar ise farklı bir tür yalnızlık içerisinde buldular kendilerini. Zaten, hekimimizin hastalık tanımı da “başkalarında olmayan, sadece bu hastalığı geçirenlerde var olan bir yalnızlık bilgisi” şeklinde.
Hekimliğin zorlu yanlarını, özellikle salgın dönemlerinde büyük sıkıntılar yaşandığını ama sağlıkçıların mesleklerine olan sevgisini içten bir dille anlatmış Saklıyan. “Hemşirelere ve Tüm Sağlık Çalışanlarına Sözlerimdir” başlıklı bölümde hastalığa yakalansalar dahi özverilerinden ödün vermeyen sağlık çalışanlarının değerini vurguluyor:
“Bu yüzyılda doktor ve hemşire öğüten değirmen taşına denk gelmek, bizlerin kısmetine düşmüştü. Olsun. Bizler bundan rahatsız değiliz. Hemşire, personel, tıbbi sekreter olmadan hastanede hiçbir iş yürümez. Yoğunbakım kliniklerinde ve hastanelerin bütün servislerinde en çok güvendiğimiz, sırtımızı rahatlıkla dayadığımız beyaz melekler onlar. Gece gündüz oradalar. Sadece fiziken orada olmalarından söz etmiyorum elbette. Çünkü onlar ruhen, vicdanen, ahlaken de hep oradalar, her zaman. Eminim, görüyorum ve bu durumlarına şahidim.” (s.147)
Yoğunbakım kapısı, ölümle yaşamın dikenli tellerle ayrılmış sınırı gibi. Bir hekimin bu kadar duyarlı olması açıkçası gerek yazar gerek okur olarak şahsımı çok memnun etti, çünkü edebiyatın gücünü bir kez daha ispatlaması demek bu. Tıpkı diğer hekim yazarlarımız gibi: Fikret Ürgüp, Ceyhun Atuf Kansu, Behçet Aysan, Ercan Kesal, Altay Öktem bir çırpıda aklıma gelenler…
Toplumca Covid19’a tanıklık ettik, fakat hastaneler savaşın ön cephesi. İşte o ön cephedekilerden birinin tıbben verdiği savaşın yanında insani konular ve durumlar karşısında çektiği zorlukları da görmekteyiz: Bir ölüm haberi hasta yakınına nasıl haber verilir? Ne denir? Onunla birlikte biz de bu soruların içinde buluyoruz kendimizi.

“Gecenin Beyaz Sürprizi” adlı bölümde iyileşen bir hastasının Doktor Saklıyan’a yazdığı mektup, ölümün sınırına gelmiş bir hastanın neler yaşadığını, neler düşündüğünü bize uzun uzun anlatıyor. Yaşamın ipini bırakıp doktorlar sayesinde o ipin ucunu yeniden tutuşunu ve minnettarlığını… Anlıyoruz ki tıp aslında matematik, fen vb. bilimlerden ibaret değil, duygudan da oluşuyor. Bir hemşirenin yaptığı aşıyı her hemşire yapabilir ama umut ya umut aşılamak? O başka bir şey işte.
Karşımızda, “içinde küçücük de olsa yaşam vaat eden her yere seve seve katlanılabileceğini hayat size bir şekilde öğretiyor” diyen bir hekim var. Hiçbirimiz bir daha aynı kişi değiliz, iyi ki de değiliz. Unutamadığım bir sahne var haberlerde seyrettiğim. Astronotu andıran bir doktor dinlenme odasına giriyor. Sarı çizmesinin tekini çıkarıyor ve ters çeviriyor. Sular aşağı boşalıyor. Böyle bir terleme görülmemiştir. İşte tam da bu yüzden aynı kişi değiliz artık.
Bu yazıyı hekimimizin iki önemli sorusuyla kapatayım: Bu kaotik oyun bittiğinde kişiliklerimizden geriye ne kalacak? Pandemiden sonraki biz, pandemi öncesi bizin ardılı mı, yoksa yol gösterici ebeveyni mi olacağız?
Son olarak, Meral Saklıyan Nâzım Hikmet ile başlamıştı kitaba. Ben de yazımı onun dizeleriyle bitireyim: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele.”
Tarhan Gürhan