Nazmi Özüçelik

Duruşma başladı, o şikayetçi olduğum psikolog ortalarda yok ama. Avukatını göndermiş. Hakim önce ona sordu, sonra bana. “Şikayet dilekçenizdeki ifadenize ekleyeceğiniz bir husus var mı?” diye resmiyete uyan laf ederek sordu böyle, ben de “var efendim” dedim. Ben tam psikolog beyden şikayetçiyim derken ağzımdan nasıl olduysa psikopat bey çıkmaz mı! Hakim beni susturdu, aşağısındakilere, “Kayda psikolog olarak geçsin,” dedi, sonra bana döndü: “Hanım sen de doğru konuş, psikopat değil, psikolog.” Ben, kusura bakmayın hakim bey, ben fazla tahsil alamadım, ecnebi kelimeleri karıştırıyorum dedim. Salondakiler kıkırdadılar. Hakim tokmağını vurup onları susturdu. Meğer hakim tokmaklılardanmış.

Ah, yakınlarım o kadar söyledi de dinlemedim! Erkek psikoloğa gitme, kadının halinden kadınlar anlar demişlerdi, kendi ayağımla gittim oturdum odasına. “Konuş” dedi, neden geldin, şikayetin ne gibi, ben de, kendimden şikayetçiyim dedim. “Söyle o zaman,” dedi. Ben de anlattım. 

Bir sabah uyanır uyanmaz, psikoloğa gidişimizden bir ay kadar önceydi bu, bir tuhaflık hissettim. Kafamın içi boştu sanki, hani hep olur ya sabah uyanınca bütün dertler birbirleriyle yarış edip insanın kafasının içini doldurur, en büyüğü de yarışı kazanır, uyandığına pişman eder insanı. İşte hiç öyle olmadı, ben de telaşlandım. Dertsiz uyanmak ne kadar zormuş, ne yapacağımı bilemedim. Göğsümde de bir ağırlık, sanki beni yatırmışlar da göğsüme koca bir taşı bindirmişler bir de üstüne birini oturtmuşlar gibi göğsüm sıkışıyor. Ölecek miyim neyim dedim içimden. Ben tam aklımdan ölümümü geçirirken bir başlamışım ağlamaya… Kocam, uyku sersemi yataktan mı düştün diye soruyor. Oğlum daha uyanmamış. Oğlum dediysem benden değildir, üveylik var. Allah biliyor kendi oğlum olsa öyle bakmazdım. Beni kendi annesi gibi sever, başkalarına hiç ezdirmez. İncecik dal gibi zayıf bir çocukken kırılıvereceğinden korktuğum için gece yarıları kalkıp kalkıp ılıtıp içirdiğim sütler helal olsun. O kalktığında ben hâlâ ağlıyorum. “Anne,” dedi, “ne oldu da ağlıyorsun?” Ben de, bir şey yok oğlum dedim, dertsiz tasasızlar gibi uyandım, ne oldu anlamadım dedim. 

Biri işine öbürü üniversitesine gitti, ben kaldım mı evde yalnız. Beş vakit ağlıyorum. Akşam oldu, bunlar eve döndü, ben hep aynıyım. Evde ne yemek var ne de tatlı. Neyse uzatmayayım, bir hafta böyle geçti, oğlum, “Anne yoksa sen bunalıma mı girdin?” diye sordu, “Topla kendini, salma öyle,” dedi. Ama ben onu artık duyar mıyım: Şu kapının arkasından konuşur gibi, kafam gidip gidip geliyor. Velhasıl bir hafta daha geçti ben her sabah namaza kalkmış gibi uyanıp ağlıyorum. Kocam memur ne yapsın, salonda yatmaya başladı uykusunu alabilmek için. Oğlum, “Anne,” dedi, “eski haline dönmen için bir psikolog bulayım, ona git.” Allah devletimize zeval vermesin, peki dedim. “Yok anne devlettekine değil de özele gidelim, parayı düşünme ben babamla konuşurum,” dedi. Gene peki dedim, ama ikinci pekiyi biraz boynu bükük buruk söyledim, sanki içime doğmuş gibi, paramızla rezil olmayalım oğlum dedim. “Sen endişelenme anne,” dedi. Onunla konuşunca açılırmışım. Oğlum psikoloğa gittiğimiz gün beni salonda bekledi. İçeri odaya giremezmiş, yalnız olmalıymışım. Böyle oldu oraya gidişim. 

Ben tam bunları hakime anlatırken, hakim gene sözümü kesti. “Sadede gelin, kısa kesin lütfen,” diyerek. Ah! Kör talih! Ben gene o sözü duymaz mıyım, kan beynime sıçradı. Maalesef kısa kesti hakim bey dedim, çok zaman oldu ama hayatımın en acı günleridir dedim. Bunu psikoloğa da anlattım, anlatmaz olaydım dedim.

Oğlan on ikisine basacaktı. Kocama yani asıl babasına, oğlumu tükürüğünden peydahlamış adama, oğlun kazık kadar oldu, onu sünnet ettirmeyecek misin diye sordum. “Düğün müğün istiyorsak köyde bir taşlı tarlamız var, onu satmamız lazım,” deyince, ben de iyi olur hem elimiz biraz para da görür, sen de elini çabuk tut yoksa oğlun gavur olacak dedim. O da haber saldı akrabalarına. Bekle bekle tarla satılmaz. Eh, ne yapalım, az bütçemizle yaptırsak bari, iş başa düştü dedim. Sünnet günü geldi. Biz tabii, çocuğu at üstünde beyaz sünnetliği pelerini asası tacıyla omzunda altın şeridiyle mahalle mahalle gezdiremedik, şöyle şanlı şöhretli bir düğünde komşu akraba toplanamadık, ama kocam bana iyi bir sünnetçi bulduğunu söyledi. Meğerse hastanedeki erkek hemşirelerden biriymiş. Sünnet de yaparmış. Evde oğlana güzel bir sünnet yatağı hazırladım. Sünnetçi geldiğinde elinde doktorlarınki gibi körüklü bir çanta vardı. Çocuk ayakta dururmuş meğer sünnet olurken. “Bakma yavrum aşağıya orana, yukarıya tavana bak, korkma acımaz,” dedi. Yakında asker olacak kirvesi bunu duyunca sımsıkı tuttuğu çocuğun kafasını da yukarı dikti. Ben bakamıyorum tabii, sünnetçinin istediklerini hazır edip odadan çıktım. Bizim oğlan inatçıdır, ağlamam deyince ağlamaz, hiç ses seda gelmedi, kocam geldi, “Bitti,” dedi, “hiç ağlamadı kendini tuttu,” dedi. Sünnetçi kremleyip sarmış körpecik kamışını. “On gün sonra gelip açarım, pansuman yaparım,” dedi kapıdan çıkarken de. Ben oğluma acıyor mu diye soruyorum ara ara, erkek oldu ya, acıyor demiyor. 

On gün geçti, sünnetçi gene geldi. Sargı bezini çıkaracak çıkaramıyor. Bez o incecik derisine yapışmış bir türlü çıkmıyor, “Zeytinyağı getirin,” dedi. Bezi baştan aşağı yağladı, sonra yavaş yavaş çekmeye çalıştı ama bez deriden bir türlü ayrılmıyor. Sabırsız herif öyle bir çekti ki, oğulcuğum başladı ağlamaya, o metin çocuk nasıl ağlıyor. Ben de ağlamaya başladım, birlikte hüngür hüngür ağlıyoruz. Babası sünnetçiye kızacak ama onun da gıkı çıkmıyor, daha kötü bir şey yapar mı diye, neyse bağıra çağıra sargı bezi çıktı. Amanın! Bez yavrucuğun derisinden parçalar koparmamış mı! Sünnetçi de bozuldu ama bozuntuya vermiyor, bize “Bu yara bir iki günde geçecek, verdiğim merhemi kullanın,” diyerek çantasından bir merhem çıkardı. “Yarayı kurutmayın,” diye emir vererek gitti. Çocuk bir hafta acı çekti, sonra sesi kesildi, ama aldı beni bir üzüntü. Yıkanırken orasına bakıyorum, bir türlü babasınınkine benzetemiyorum. Kocama, sen de bir baksana dedim, baktı, “Biraz kısa kesmiş ama düzelir o sonradan,” dedi. Büyüyüp kendi başına yıkanmaya başlayınca da göremez oldum zaten. Ses de çıkarmadım gençtir ergendir hassastır diyerek. 

Psikolog Bey’den şikayetimle ilgisi var diye bunları da anlattım hakime. Ben ne bileyim, meğerse o psikolog, kuzu postuna bürünmüş kurt misali işinin dışında başka bir iş daha yaparmış. Kitap yazarmış. Yazarmış yani. Üstüne üstlük kitapları büyük matbaalarda basılırmış. Allah yürü ya kulum dediyse tek başına yürü değil mi, ne diye beni de yanında, affedersin yazdığın kitabın sayfalarında sürüklüyorsun. Şikayetim şudur ki sayın hakim dedim, psikolog bey benden duyduğu şeyleri hikaye gibi yazmış. Bana, anlat da sorununu anlayayım diye diye, meğer benim bütün dertlerimi üzüntülerimi dinler, kaydedermiş; sonra da, söylediklerimin arasına birkaç yaldızlı cümle ekleyip hikaye kitabı çıkarmış dedim.

Başka hastalarının hikayelerini de kitabında anlatmış. Oğlum üşenmedi okudu bütün kitaplarını. Bana dedi ki, “Anne, senin anlattıklarından başka öyküler de var, hatta adam öykü bulamayınca ailesini bile anlatmış,” dedi. Bana ne! Ne anlatırsa anlatsın, beni anlatmasın da, dedim ona. “Anne, Köyceğiz’i de anlatmışsın psikoloğa, onu da yazmış kitabına,” dedi. Ay ne edepsizliiik! Ben onu kimselere söyleyemem, fakat bana “Utandığın bir hatıran var mı?” diye sorunca aklıma o geldi mecburen anlattım, bak sana da anlatayım. O yazar bozuntusu psikolog, benim kadar güzel anlatamaz.

Yazdı. “Gezelim,” dedi babamız. O sıralarda ölen amcadan kalan mirasla bir araba alacak kadar paramız olmuştu. İlk defa denizli yerleri görmeye gideceğiz. Hazırlığımızı yaptık, atladık arabaya, önce İzmir’e sonra daha da aşağıya indik. Yola çıkmadan önce, on yıldır görmediğim akrabamın öğretmen olan ben yaştaki kızı aklıma geldi. Dedim ki, hadi ona uğrayalım bir boy da şaşırsın. Adresini yanıma aldım. Köyceğiz mi neresiyse, işte oraya doğru gidiyoruz. Bizim bey tutturdu, “Ya hanım, aradan seneler geçmiş, belki seni karşısında görünce tanımaz bile, ayıp olur, belki de taşınmışlardır, gel biz önce ne olur ne olmaz bir telefon edelim,” dedi. 

Beyim diye söylemiyorum çok dürüst adamdır. Her adımını doğru atar. Yanlış adımlarını da ben engelliyorum. Bak nasıl: Bir hafta sonuydu, bizimki arpacı kumrusu gibi düşünüyor pencereden bakıp öyle hülyalı hülyalı. Ne var diye sordum, bu dediğim evliliğimizin daha üçüncü yılı, o da söyledi. Gönlünde bir aslan varmış da, zaman zaman kükreyiverir imiş. Boş verip kulak asmazmış ama galiba artık karar vakti gelmiş. Beni bir korku aldı, lafın gerisi bakalım nasıl gelecek diye. Neymiş o karar diye ürkek ürkek sordum. “Ben işimden ayrılıp bir kitapçı dükkanı açacağım,” demez mi! Nasıl oldum, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ben, dedim, seninle memursun diye evlendim, bir esnafa varmak isteseydim esnafla evlenirdim dedim. O oldu. Bir daha da sözünü etmedi.

Doğru adamdır dedim ya! Dur bak anlatayım; birkaç sene evvel, bir gün eve elinde koca bir resimle çıkageldi. Hani, yaldız çerçeveli falan olanları var ya onlardan. Misafir gelince oturduğumuz salonumuzda bir duvar halısı vardı geyikli, tam onun karşısındaki duvar boş durmasın diyeymiş. Ben de komşumuz Şükranlarınkine benzer bir şey sandım; ormanın kenarında deresiyle bacası tüten kulübesiyle şöyleciğime arkası karlı dağlı bir manzara bekliyorum. Kağıdını yırtınca altından çıka çıka, hareli mavi renkte bir şey çıktı. Dikkatli bakınca, üstünde tam ortada soldan sağa dümdüz incecik bir çizgi var, o kadar. Resmi kaldırıp duvara dayadı, dur bakalım nasıl görünüyor hesabına. Ben, bu ne böyle, istemem bunu evimde dedikçe, “Hatun sen bilmiyorsun,” diyor. Bu çeşit resimler ancak müzelerde görülebilirmiş, hakikat-i mücerretmiş. Bana bu lafı ezberletti ki komşulara söyleyeyim. Akşam oğlum geldi, resmi duvarda görür görmez, “Vay! Soyut takılıyoruz ha!” dedi. Nasıl yani diye sordum. Cevap vermeden o da bana sordu, “Sen bu resimde ne görüyorsun?” diye. Ben o zaman resme alıcı gözüyle baktım; bir deniz görüyorum dedim, uçsuz bucaksız, üstünde de bulutsuz masmavi bir gök. “Aferin ya anne, seni niye okutmadılar, hayal gücün on numara, ufuk çizgisini iyi yakaladın,” dedi. O andan sonra, resme her bakışımda, acaba birgün gelecek benim de bu derya gibi içim açılacak mı şu fani dünyada diye düşünürdüm. Gözüm o dümdüz çizgiye dalar gider, okullarda okuyamadığıma yanardım. Okusaydım mahkemedeki o avukat gibi olurdum belki de. Hani biraz önce kocam dürüsttür demiştim ya, işte o resimdeki ufuk çizgisi kadar doğru adamdır. Yerde para görse eğilip almaz. 

Ne diyordum? Ha! Telefon edelim de nasıl edelim? O zamanlar daha böyle telefonlar ceplerde dolaşılmıyor. Postaneye gidiyorsun, kapısından içeri girmeden mavi mavi kulübemsi telefon yerleri var, oralardan edeceğiz. Ben, iyi ki eski telefon defterimi yanıma almışım, herhalde kızın numarası bende vardır dedim. Ara ara numarayı nihayet buldum; kurşun kalemle yazmışım, biraz silinmiş. Köyceğiz’e vardık. Arabayı postaneye yakın bir yere park etti benim adam. Oğlanı arabada bıraktık. Resimli kitaplardan okuyacağım diye tutturdu, gelmedi bizle. 

Numarayı bulduk bulmasına da kocam dedi ki, “Telefon numarasının önünde üçlü bir kod numarası var, içeri girip memura soralım da öğrenelim, senin defterde seçemedim silinmiş,” dedi. Açtık kapıyı girdik postaneye, yüksekçe bir tezgahın arkasında üç adam oturmuş sohbet ediyorlar, bizden başka kimse de yoktu. Kocam girişken bir adam değildir, her iş bana düşer. Alıştığım gibi önden yürüdüm. Bize en yakın duran memur, sandalyesinde yayılmış oturuyordu. Başını çevirdi ne istediğimizi sorar gibi baktı, ona, “Telefon edeceğiz de, kod numarasını bilmiyoruz,” dedim. Beni, “Nereye telefon edeceksiniz?” diye sorguladı. “Dalaman’a,” dedim. O psikoloğa bunu anlatırken edebiyle söylemiştim o anlamıştı, hiç renk vermemişti, ciddiyetini hiç bozmamıştı. Şimdi sana anlatırken kadın kadınayız da söyleyeyim bari rahatça. Ben postanedeki memura Dalaman’a telefon edeceğimizi söyleyince, memur bana döndü, adlı adınca “Siktir et o ilk üç numarayı, diğerlerini çevir,” dedi. Çok iyi duydum da kondurmuyorum, genç de sayılırım o zamanlar, utandım yani, acaba söylediğini yanlış mı anladım diye de aklımdan geçirmedim değil. Memura teşekkür ettim, kapıdan çıktık. Dışarda kocam, “Duydun mu sana ne dedi?” deyince ben de makaraları koyuverdim. “Pezevenk, sanki kahvede erkek erkeğe konuşur gibi konuştu seninle,” dedi, demesine de, o da gülmeye başladı. Meğerse Dalaman’la Köyceğiz aynı ildeymiş lüzum yokmuş o ilk numaraları çevirmeye. Böyleyken böyle. Akıllısı beni bulmaz. 

Ben bu adamdan davacı olacağım dedim oğluma. “Anne, psikolog yanlış yapmış, ona söylediklerini başkalarına anlatamaz tabii sen haklısın ama boş ver biz baş edemeyiz onlarla, zeytinyağı gibi üste çıkarlar sonra sen suçlu duruma düşersin,” dedi. Kitabının kapağının üstünde ismi varsa bütün yazdıkları ona ait demek oluyormuş. “Hani temelsiz ev nasıl devrilir çöker, adalet senin söylediğini temelsiz bulursa mahkemeyi kaybedersin, masrafları da bize ödetirler,” dedi. Ben de, oğlum televizyonu her açtığımda en çok hukuk adalet lafı duyuyorum, hakim beni haklı bulur dedim. 

Bunu mahkemede de söyledim. Hakim beni azarladı. Mahkemeyi etkilemeye çalışıyormuşum. Ben de hakime, hâşâ boynum kıldan ince dedim. Psikoloğun avukatı da başta carcar konuşmuştu zaten. Hakim bir şeyler söyleyip önündeki kitap mı defter mi, işte onu kapattı, kalktı gitti. Bilirkişi mi neymiş bu işleri bilen insanlar varmış onlardan birine sorulacakmış. Karar, ta sonbahara kalmış. Şimdi o bile erkenmiş, darbe oldu ya, bütün tokmaklı hakimler değişecekmiş. Oğlum, “Anne, psikoloğun seansları sana yaradı, bak düzeldin,” diyor, ama ben biliyorum, beni asıl bu dava adamakıllı kendime getirdi. Bir cebelleşmeye ihtiyacım varmış.

Kardeş! Gözünü seveyim, bu anlattıklarımı aman doğru dürüst yaz gazetene de başıma iş açılmasın, zira oğlum söyledi mahkeme devam ederken konuşmamam lazımmış ama duramıyorum ki konuşmadan. Zaten başıma ne geldiyse konuşup anlatmaktan geldi; meğer anlatmamak, yazmak lazım gelirmiş, o zaman insana yazar der, saygı gösterirlermiş.

Nazmi Özüçelik