İnsanın bir doğası var mı, varsa bu doğa toplumsal yaşam için uygun mu, sorusu aklıma ilk olarak Agnès Varda’nın Yersiz Yurtsuz (Sans toit ni loi, 1985) filmini izlerken geldi. Bizim toplumda yaşasa, kesinlikle sorumsuz ve aranan! bir kadın olarak tanımlanabilecek olan Muna’nın hikâyesini anlatıyor film. Bir işi ve muhtemelen kendine ait bir evi varken, her şeyi bırakıp bir sırt çantasıyla (içinde küçücük bir çadır olan) otostop yaparak ülkenin güneyinde sürekli yer değiştiren Muna’nın hikâyesini…

Basit bir soru değil elbette bu. Bilebildiğimiz insanlık tarihini baştan sona gözden geçirmeyi, insanın ne olup olmadığını, evren içinde insanın konumunu, gelişim (belki gerileme) ve değişim sürecini irdelemeyi gerektiren kocaman, felsefi bir soru… Cevap aramaya nereden başlanacağına karar verilmeli, bölük pörçük bilinenler ortaya dökülmeli, eksik kalanlar mutlaka tamamlanmalı, en önemlisi de tüm bilinebilenler etrafında düşünülmeli…

Bu kocaman soru ilk olarak beni Freud’un, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları kitabına götürdü. Özellikle kitabın ilk sayfasındaki şu ifadeler soruyu daha da büyüttü:

“İnsan uygarlığı, bir yanda insanın doğa güçlerini denetlemek ve insan ihtiyaçlarının doyumu amacıyla doğanın zenginliklerini özümlemek için edindiği tüm bilgi ve yetenekler toplamını, öte yanda insanların birbirleriyle ilişkilerinin ve özellikle mevcut zenginliğin dağıtımının düzenlemesi için gerekli tüm kuralları içerir. Uygarlığın bu iki yönü birbirinden bağımsız değildir; çünkü, birincisi, insanların karşılıklı ilişkileri mevcut refahın mümkün kıldığı içgüdüsel doyum miktarından derin bir biçimde etkilenir, ikincisi, tek bir insan bir diğeriyle ilişkisinde bu diğer kişi onun yeteneklerinden iş için yararlandığı veya onu bir cinsel nesne olarak seçtiği sürece kendisi bir zenginlik kaynağı işlevi görebilir, üçüncüsü ve dahası uygarlık insanların evrensel çıkarının bir nesnesi olması gerektiği halde her birey gerçekte bir uygarlık düşmanıdır.”

Freud, Günlük Yaşamın Psikopatalojisi başlıklı kitabında da mevcut toplumsal yapıların insan psikolojisi üzerinde yarattığı patolojileri incelemişti. Ancak, insanlık ve toplumsal yapılar üzerine çokça kafa yorduğu temel kitap Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, tamamen benim sorularıma ve genellikle de veremediğim cevaplara ilişkindi.

Sadece bu kitap mı? Elbette değil. Platon’un Devlet ve Yasalar’ı, Aristoteles’in Politika’sı, Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi, Thomas Hobbes’un Leviathan’ı, Immanuel Kant’ın Aydınlanma Nedir’i, Adler’in İnsan Doğasını Anlamak’ı, Jared Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik’i, Foucault ve Chomsky’nin insan doğası üzerine tartışmaları, Yuval Noah Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens’i, Marx’ın insan doğası ve toplum üzerine düşünceleri ve daha çoğu…

Bir filmin beni bunca gerilere, okumalarıma, düşüncelerimi ve bildiklerimi sorgulamama neden olacağını düşünmemiştim. Sevgili Şükran Çamaşırcı sayesinde izlediğim bu film, auteur yönetmenlerin eleştirel düşünme dünyamıza katkısını göstermesi açısından da dönüm noktasıydı benim için. Daha filmin ortalarında başladı sorular. Aklım geçmiş okumalara ve hatta okumamış olduklarıma gitti… Muna, neyi reddederek evinden, işinden, çevresindeki insanlardan uzaklaşmış, bir anlamda oldukça konforsuz, zor ve riskli bir hayat seçmişti? Mekânlarla ve çevremizdeki insanlarla sıkı bağlar kurmak, bizlere neler kazandırıp neler kaybettiriyordu? Bu soruyu bir de geleneksel toplumlar için sorarsak, hangi cevaplarla karşılaşabilirdik? Her yola çıkışında farklı insanlarla tanışan ama onlarla uzun süreli bağlar kurmayan (kurmak istemeyen) Muna’nın bir diyaloğundaki sözü benim için çok düşündürücü oldu: “Patron istemiyorum.”

Hayatımızı şekillendiren, bizi zapturapt altına alan patronları, bir anlamda otoriteleri düşündüm. Aileden başlayarak ilerledi patronlar geçidi; aile, okul ve öğretmenler, emniyet güçleri, kanaat önderleri, mahalle otoriteleri ve en büyük otorite Devlet… Bu kadar otorite arasında biz, biz olabiliyor muyduk? Düşünce biçimimiz de bu otoriteler tarafından belirlenmeye çalışılmıyor muydu?

Sandrine Bonnaire (Muna) ve Agnès Varda, “Yersiz Yurtsuz” filminin setinde, 1985.

İnsanın bir doğası var mı, soruna dönelim tekrar. İnsan üzerine yapılabilecek tartışmaların odak noktası bu sorunun cevabında yatıyor. Eğer varsa, insan bu doğasına ne kadar uygun ve uyumlu yaşıyor? Olası uyumsuzluklar insanın doğasını değiştirmekten çok, belki de insanın doğasını ve özünü bozuyor. Yoksa üzerine bu kadar kafa yorulan bir dünyada, insanlar neden güvenli, huzurlu, barış içinde yaşanan bir dünya kuramıyor? Muna, neden kurulu düzenini terk edip kendini sefil bir hayata atıyor ve sonunda genç yaşta ölüyor?

İnsanlık tarihini genellikle yazının ortaya çıkışıyla başlatanlara, yazıdan öncesini ise tarih öncesi olarak tanımlayanlara karşılık, bir buğday tanesini toprağa ekmekle başlıyor insanlığın 13.000 yıllık tarihi diyor, Jared Diamond. Bir buğday tanesinin toprağa ekilmesi, yerleşik hayatın, birlikte yaşamın ve dolayısıyla toplumsal yaşamın başlamasını işaret ediyor elbette. Yani, insan toplumsal bir varlıktır öngörüsünü oluşturan başlangıç noktası… İnsan gerçekten de toplumsal bir varlık mı? Yoksa yerleşik hayata geçen insan, toplumsal bir varlık konumuna mı zorlandı?

Aydınlanma Dönemi, insan aklını ön plana çıkararak, insanın aklıyla kendinden başka tüm varlıklara ve hatta dünyaya egemen olabileceği savıyla başladı. Günümüzde dünyadaki yıkımlara, insanın insana eziyetine, kaynakların hoyratça kullanımına ve en önemlisi de adaletsizliğe baktığımızda; Aydınlanma Çağı, dünyanın ve hatta insanın sonunun başlangıcı mıydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Freud’un, “her birey aslında bir uygarlık düşmanıdır” yargısını açalım biraz. Bu yargının nedeni olarak, uygarlığın bireylerden beklediği görevleri gerekçe gösterir Freud. Uygarlığın gerekleri, bir azınlığın çoğunluğa kabul ettirdiği görevler midir? Uygarlığın gelişiminin insanın gelişimine, mutluluğuna bir yararı olmuş mudur? Uygarlık, bir şekilde iktidarı ele geçirmenin bir yöntemi midir? Uygarlığın kurumları, kuralları, buyrukları insanlara, doğalarına ağır bir yük müdür? Uygarlığın devamına yönelik olan bu sonuçlar ya da sorular, yoksa gelişmiş kültürlerin kusurlarından mı kaynaklanmıştır? Farklı bir dünya düzeni ya da toplumsal yapı oluşturulabilir miydi?

Freud, bir psikolojik gerçeklik olarak, tüm insanlarda yıkıcı, toplum ve kültür karşıtı eğilimler bulunduğunu ve bunların topluluk içindeki davranışları belirleyecek derecede güçlü olduğunu savlar. Ona göre sorun zenginliğin dağıtımından çok, zihni alana aittir. Uygarlık adına insanlardan beklenen özverilerin zorluğu ve çokluğudur.

Kitleler, Freud’a göre tembel ve bilinçsizdirler ve içgüdüsel feragattan hoşlanmazlar. Bu nedenlerle Freud, uygarlık için gereken özverilerin vazgeçilmez olduğunu düşünüyor. İnsanlar, çocukluktan itibaren uygarlığın önemi ve gerekliliği konusunda eğitilmelidir. Ama insanlığın bir kısmı, büyük ihtimalle her zaman uygarlığın dışında kalacaktır. Zora uyum gösterme, baskı, tekdüzelik, yasaklama, engelleme ve yoksunluklar uygarlığın zihinsel yönleridir. Yoksunluklar arasında içgüdüsel baskıların önemli olduğunu, ensest, fücur, yamyamlık, öldürme ihtirasının yer aldığını söylüyor Freud. Buyruklar, zorlamalar, baskılar zamanla içselleştirilir, insanın kendi buyrukları haline gelir. İnsan aklı, zihni değişmeye, gelişmeye açıktır.

Biraz daha eskilere gidelim. Sofistlerin doğa (physis) ve gelenek (nomos) ayrımına bağlı olarak ortaya koydukları doğa yasaları ve toplumsal yasalar ayrımı 17. ve 18. yüzyıl felsefelerinde, doğa durumu ve toplum durumuşeklinde yeniden tartışılmaya başlanmış. Bu tartışma, Hobbes, Locke ve Rousseau’da toplum sözleşmesi bağlamında ele alınmıştır. Devletin varlık nedeni, bir otoriteye bağlı olma gereği gibi ana konular; doğal haklar, doğal hukukun kaynağı gibi kavramları ortaya çıkarmış, bir doğa durumu tasarımı yapılmaya çalışılmıştır.

Doğa durumu, daha çok toplumsal yaşam ya da uygarlık öncesi bir durumdur. İnsanların doğa durumunda kaldıkları bir dönem olmuş mudur, bunu kimse bilemiyor. Ama Hobbes’ta doğa durumu aynı zamanda savaş durumudur, çünkü her ikisinde de insanlar birbirini yok etmeye çalışır. Oysa Locke’ta doğa durumu barışçıl, yardımlaşmanın olduğu bir durumdur. Rousseau da doğa durumunu Locke’a benzer şekilde özgürlük ve eşitlik durumu olarak görür.

Toplumsal yaşam, doğa durumundaki olumsuzlukların giderilmesi için ortaya çıkmıştır. Rousseau insanın özgürlüğünü öncelediği için toplum durumunu, insanların kendilerini köleleştirmeleri şeklinde tanımlar. Hobbes ise böyle düşünmemektedir. Devletin varlık nedenini, aslında bu filozofların hepsi “korku”ya dayandırmaktadır.

Doğa durumunun ne olduğu ve toplumsal yaşamın gerekli olup olmadığı tartışmalarından, insanın tanımlanabilir ve değişmez bir doğasının olup olmadığı tartışmasına geçelim. Thomas Hobbes Leviathan’da, insan doğasının bencil, şiddete meyilli ve karanlık olduğunu söyler. Onun “insan insanın kurdudur” deyişini de burada hatırlamakta yarar var. Bu doğayı kontrol altına almak için İktidarın mutlak bir güce sahip olması gerektiğini savunur Hobbes. Bu nedenle kralı destekler, monarşi taraftarıdır. Güvenlik için gerekli olan otoriteyi ancak kral sağlayabilir. Ona göre insanın doğası kuralsızlık, tekinsizlik üzerine kuruludur. Ancak kurallar aracılığıyla insanlar kontrol edilebilir. Bu şekilde sağlanan barışın bedeli, özgürlüğün yitirilmesidir.

Rousseau ise insanın doğal halinin iş birliğine yatkın, iyi ve merhametli olduğunu ama toplumsallaşmayla birlikte bu durumun değiştiğini, insanın doğasındaki masumiyeti yitirerek yozlaştığını savunur. Bu yozlaşmaya özgürlüğün kaybı da eklenir ve bütün bunlar insanlar arasında savaşlara neden olur. Rousseau, insanın tekrar özgürleşmesi ve toplumsal barışın sağlanması için genel iradeye dayalı bir yönetimi savunur. Toplumsal barış ancak böyle bir yönetimle sağlanabilecektir.

Locke’u burada, “tabula rasa” kavramıyla hatırlamak gerekir. Ona göre insan zihni doğuşta boş bir levha gibidir. Zamanla deneyimlerle, öğrenilenlerle dolar. Hobbes gibi Locke da insanın doğasının, doğa durumundan toplum durumuna geçilmesiyle değişmeyeceğini söyler. Rousseau ise insanın doğasının değişebildiğini, hatta toplum durumunda bu değişimin bozulma anlamına geldiğini ileri sürer.

Görüldüğü üzere, insanın doğası üzerinde çokça kafa yoran filozoflar, insanın doğası ve bununla birlikte ortaya çıkan doğa durumu, doğa yasası, toplum durumu gibi kavramlar üzerinde tam bir fikir birliğine varamamışlardır. Ortaya çıkan genel kanı; insanların özgürlükleri daha fazla olsa da, doğa durumunda uzun süre yaşayamadıkları ve toplum durumuna geçmek zorunda kaldıkları yönünde.

Arthur Schopenhauer

İnsanın bir doğası olup olmadığı, varsa iyi midir kötü müdür tartışması başka filozofları da düşündürmüştür. Alfred Adler, doğal duygu ve davranışların çoğunun kötücül bir temele dayandığını, Arthur Schopenhauer da zevk için işkence edebilen bir canlının iyi olamayacağını ileri sürer. Adler’e göre iyi özellikleri ve duyguları ağır basan insan, toplumsallığa da yatkın olan insandır. Schopenhauer, insanın kötülükten kaçınabilmesinin yolunun merhametve empatiden geçtiğini söyler. Her iki düşünüre göre de insanın doğası değişmezdir, kötülüğe meyillidir.

İnsan doğası üzerinde tartışmak ya da bu konuda bir fikre ulaşmak neden önemli? Özellikle siyaset felsefesinde bir toplum tasarımı yapabilmenin yolu, bir insan doğası anlayışı, bakışı geliştirebilmekten geçiyor. Oluşturulan bakış, felsefecilerin siyaset, eğitim ve hukuk alanındaki kuramlarını belirliyor. Hangi yönetim biçiminin insana daha uygun olduğu, hangi kurumsal yapıların ve kuralların oluşturulması gerektiği noktasında, insan doğası bir anlamda rehberlik ediyor. Neredeyse tüm düşünürlerin konuya ilişkin bir yaklaşım geliştirme çabası bundan olsa gerek.

İnsanın değişmez bir doğası olduğu kabul edildiğinde, eğitimin işlevi tartışmaya açılabilir. İnsanın doğasının değişebildiği kabul edilirse ancak, eğitim anlamlı hale gelecek, ardından iyi mi kötü tartışmasının sonucuna göre bir eğitim sistemi kurulmaya girişilecektir. Siyaset, adalet anlayışı, ödül ve cezalandırma yöntemlerinin de bu bağlamda kurulması düşünülecektir. Kısacası barışçıl, karmaşadan uzak, mutlu bir dünya kurmanın temelinde; insanın ne olduğu, kendine özgü değişmez özelliklerinin bulunup bulunmadığı, özünde iyi olup olmadığı gibi tartışmalardan edinilen fikirler ya da tespitler var gibi görünüyor.

Bunca tartışmadan sonra tekrar soralım: Doğuştan gelen bir doğası olsa bile, insanın duyguları, istekleri, davranışları, tepkileri her zaman ve her yerde aynı olabilir mi? İnsanın mutlak anlamda iyi ya da kötü bir öze sahip olduğu söylenebilir mi?

Genellikle tartışmalar yukarıda bahsettiğimiz düşünürlerin ulaştıkları sonuçlar doğrultusunda ilerlemiştir. Bir de farklı bir açıdan insanın doğasına ve bugününe odaklanmış olan Karl Marx’a bakmakta yarar var. İnsan doğası düşüncesini kendi diyalektik kuramı doğrultusunda ilerleten Marx; insanın bir özünün olmadığını, onun toplumsal koşulların bir ürünü olduğunu ileri sürer. Ona göre, insan olma hali her zaman bir sosyal ve tarihsel oluşum içinde belirlenir. İnsanlar kendi doğalarını oluşturma yeteneğine sahiptirler. İnsan doğasını toplumsal ilişkiler oluşturmaktadır. Bireyin ne olduğu, onu oluşturan maddi koşullara bağlıdır. İnsan tarihin, kendi tarihini kendi yaptığı için de kendi kendisinin ürünüdür.

Marx gençlik döneminde insanı içgüdüleriyle, ihtiyaçlarıyla açıklamaya çalışmış, ancak ilerleyen dönemlerde bu açıklamayı hiç kullanmamıştır. Dış etkenler, yabancılaşma, üreten ve kendini oluşturan varlık olması üzerinden insana, onun özüne ilişkin tanımlar yapmıştır. İnsanı hayvandan ayıran en büyük niteliğin emek olduğunu söyleyen Marx, özgür ve bilinçli etkinliğin insanın türsel özelliği olduğunu belirtir. İnsanlar çevrelerini üretirler, aslında doğanın bütününü üretirler ve hatta güzellik yasalarına göre üretebilirler. Yaratıcılıkları, üretimleri amaçlı ve planlıdır. Gelecek etkinlikleri için planlar yaparlar ve üretimlerini buna uygun yapmaya çabalarlar.

Marx’ın tarih kuramına göre, üretme eylemi sadece nesnel koşullarda değişiklik yapmak değildir. Üretenler de değişir, kendilerini üretim içinde geliştirir, yeni güçler ve düşünceler, ilişki tarzları, ihtiyaçlar ve dil edinirler. Marx’a göre yabancılaşma, insan doğası özelliklerinden uzaklaşmadır. Yabancılaşma, insanın kendi ürettiği ürünle ilişkisinde, kendi üretkenliğiyle olan ilişkisinde, kendi türsel varlığıyla olan ilişkisinde ve diğer insanlarla olan ilişkisinde ortaya çıkmaktadır. İnsan kendini var edebilmek için doğaya ve topluma gereksinim duymaktadır. Aynı zamanda seçimleriyle tarihe ve topluma yön vermektedir. Bu kadar değişkenin ve etkileşimin olduğu bir süreçte, insan doğasının varlığından ya da yokluğundan söz edilebilir mi?

20. yüzyıl felsefesinde, özellikle varoluşçuluk akımıyla birlikte insan doğasının varlığı tümüyle reddedilmiştir. Bu akıma göre varoluş özden önce gelir, yani insan öncelikle var olur, daha sonra özünü ya da doğasını kendisi oluşturur. Jean Paul Sartre’a göre, “insan, kendisini oluşturduğundan başka bir şey değildir.” Martin Heidegger ve Albert Camus da bu görüşü destekler nitelikte, insanın çırılçıplak “dünyaya fırlatılmış bir varlık” olduğunu ifade ederler. İnsanın belli bir doğası ve varlığında barındırdığı temel nitelikler yoktur. Tüm nitelikler sonradan edinilmiştir.

Günümüzde hâlâ, “İnsan doğasına ilişkin mutlaka bir kuram olmalıdır, yoksa hiçbir yaşam felsefesi mümkün değildir, insanı diğer canlılardan ayıran önemli özellikler bulunmaktadır,” gibi düşünceler ileri sürenler olduğu gibi, insanın düşünme yetisi dolayısıyla değişken bir varlık olduğunu, bu yetinin ona duruma göre hareket etme ve karar verme serbestliği tanıdığını, insan doğası kavramının insanı sorumluluktan sıyıracağını vb. ileri sürerek, insanın her durumda ve yerde geçerli bir doğasının olmadığını ileri süren görüşler de bulunmaktadır.

İnsanın değişmez bir doğası olamayacağına ilişkin bazı düşünce ve yorumlardan bahsedelim. Büyük ölçüde kendi düşüncelerimi de kapsayacaktır bunlar. Eğer insan doğasının gereğini yapıyor, ona göre davranıyor, konuşuyor, ifade ediyorsa, o zaman bilinç, irade ve aklın insan üzerindeki etkisi tartışılmalıdır. Doğası gereği ise, yapıp ettiklerinden insan sorumlu tutulmamalıdır. Deneyimlerimize göre insan her durumda, her zaman aynı şekilde düşünmüyor, davranmıyor. Zaman, mekân, koşullar yapıp ettiklerini değiştirebiliyor. İyilik ve kötülüğün ne olduğu tartışma konusuyken, insanları mutlak iyi veya kötü olarak tanımlayamayız. İnsanın temel güdüsü hayatta kalmak. Dış koşulların sürekli aynı kalmasından da söz edilemeyeceğinden, insan doğasının değişmez olduğunu söylemek mümkün olmaktan çıkıyor.

Sonuç olarak, “insan nedir?” sorusuna tek ve tam bir cevap verilememiş bugüne dek. Metafizik tanımlar bir yana, “düşünen”, “seçim yapabilen”, “alet yapabilen”, “öleceğini bilen” gibi her seferinde öne çıkarılan bir tanımının olması; insanın değişmez bir doğası olmadığını, insanın doğasının kendi tarihi boyunca koşullara göre değiştiğini, insanın mutlak iyi veya mutlak kötü olarak tanımlamayacağını gösteriyor bize.

Fulya Bayraktar

Kaynaklar

Sigmund Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları – Bir Yanılsamanın Geleceği, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları (2000).

Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Çev: Ülker İnce, TÜBİTAK Popüler Bilim Yayınları (2004).

Platon, Devlet, Çev: Furkan Akderin, Say Yayınları (2016).

Thomas Hobbes, Leviathan, Çev: Semih Lim, YKY, 6. Baskı (2010).

Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: Vedat Günyol, Adam Yayınları, 4. Basım (1974).

Olkan Senemoğlu, Marx’ın Düşüncesinde İnsan Doğası ve Toplum, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi (2016).