“düş tutan akşam saatlerine
usul usul damlıyor zaman”Enver Ercan, “Manzara Gülüşlü Kız” şiirinden

Enver Ercan hınzır biriydi. Hınzır dediysem, muzipti muzip olmasına da, daha ziyade yaratıcılığa çalan bir hınzırlıktı onunki. Aklında hep bir dert, hep bir fikir; halinde hep bir coşku, tavırlarında hep bir canlılık… Yakını olanların gözlemlememezlik edemediği gibi, normal konuşmasında da bir proje peşinde koşarken de vücut hareketleriyle bütün cüssesini katardı ortamına.
Günlerden bir gün, yazar arkadaşı İdil Önemli’yle birlikte dalmıştı odamıza.
“Osman, sana bir antoloji hazırladık.”
“Nasıl bir antoloji?”
“Bak, anlatayım. Bu antolojinin yazarlarının hepsi kadın olacak. Akıllarından neler geçiyor; düşleri, istekleri, hüsranları, gelgitleri. Öyküler bunlarla ilgili olacak.” Ve dahası.
“Neden olmasın?” dedim. “Sadece işin telif kısmına dikkat edelim, izinlerimiz eksik olmasın.”
Çok geçmeden ellerinde dosyalarıyla geldi ikili. Belli ki iyi çalışmışlar, prosedürü eksiksiz tamamlamışlardı. Derlemenin ismini Kadınların Aklından Geçen Öyküler koymuşlardı. Değişik, ilgi çekici bir çalışmaydı.
O sırada, kapağı fosforlu olan, “Hoş Kitaplar” diye bir dizi açmıştım. Kitabı o diziden yayınladık.
Aradan bir süre geçti. Enver bazen yayınevine uğruyordu, bazen bir etkinlikte ya da fuarda karşılaşıyorduk. Kitaplarının akıbetini sorduğunda, “Fena gitmiyor,” diye rahatlatırdım onu.
Belki de bu sözümden cesaret alarak, birkaç ay sonra tekrar odamıza damladılar Enver Ercan ve İdil Önemli ikilisi.
İri yarı vücudu, sıcak gülüşüyle dosyayı direkt masama atıverdi bu defa Enver. Yine el kol hareketleri, nidaları, mimikleri, gövdesini kullanışı, sesinin yükseliş alçalışlarıyla öykülerin her birinin içindeydi sanki.
“Bu nedir?”
“Bu da nehrin öbür yakası.”
“Yani?”
“Bu sefer, erkeklerin aklından geçen öyküleri toparladık. Ayna çift yüzlü olsun.”
Aynı yöntemle, bunu da Erkeklerin Aklından Geçen Öyküler adıyla yayınladık. Belli ki uyumlu bir çalışma tutturmuşlardı.
Bizim “fosforlu” seri o aylarda bir tartışmaya konu oldu. Televizyondaki meşhur dizi Sex and City’nin kitabını bulmuş ve onu çevirtmiştim. Hakikaten hafif bir kitaptı, ki dönemin çok okunan iki kitap dergisinden biri olan Radikal Kitap’ta bu kitabın çevirisine ağır bir saldırıyla çıktı Oray Eğin. Bu ne biçim çeviriymiş, American Psycho’nun çevirisi gözümüzün önünde dururken böyle hafif bir dil mi olurmuş?
Radikal’in yayın yönetmenlerinden birinin de katıldığı bir tartışmaya, daha doğrusu polemiğe yol açmıştı bu mevzu.
Bu tartışma ortasında unutmuş gitmiştim ki, Enver ile İdil’in daha durgun bir halde geldiklerini gördüm bir gün. Yine de anlatırken kendini toparlamıştı Enver.
“Sırada ne var?” diye sordum yekten.
“Bu biraz değişik oldu, Osman. Öyküler de değişik. Huzursuz insanlar bu öykülerin kahramanları; gerginler, ne yapacakları belli değil. Tetikte durmak lazım.”
Pek anlamamıştım. Merakla bakıyordum.
“Biraz daha açar mısın?”
“Bak, adını şöyle düşündük: Gergin Ruhlar Antolojisi. Oradan anla.”
Ortada bir gerginlik mi var acaba, diye sırayla ikisinin yüzünü süzüyordum.
Vakit kazanmak için, “Yine formaliteleri tamam, değil mi?” diye araya girdim.
“Tamam, tamam. Orasını sen düşünme. Bunu da bas, lütfen.”
Onu da bastık. O sırada galiba ilk kitaplar birer baskı daha yaptı. Ne de olsa Enver arkasındaydı kitapların ve iyi tanıtımlar, röportajlar çıkıyordu.
Birkaç ay sonra yine geldiler bizim ikili. Enver yeni antolojiyi anlatırken birini boğazlayacak gibiydi sanki.
“Osman, bu öykülerdeki âşıklar öyle bir tutkulular ki, sevdiklerini öldürmek, ortadan kaldırmak istiyorlar. Arzuladıkları kişi hem kendilerinden başka kimsenin olmasın, hem hayatta da olmasın.”
Neler oluyor ya, diye geçirdim içimden. Ortada düzgün seyreden bir hayali izlek vardı da iş önce gerginliğe gelmiş, daha sonra cinayet arzusuna mı dayanmıştı?
“Adı ne olacak peki?”
“Bak, şöyle: Âşık Katiller Antolojisi.”
Gözlerinde yıldızlar oynaşıyordu Enver’in bunu söylerken. Karşısında “hayır” diyecek ne niyetim vardı, ne de öyle bir niyetim olsa bile bu beden dilini solduracak gönlüm.
“Onu da basalım, Enver. Ama bir sonraki için söz veremem. Serüvenin nereye varacağından ürkmeye başladım çünkü. Hani, arada editör kim vurduya gitmesin.”

Başlıklar bir dizi filmin bölümleri gibiydi. Romans olarak başlayan, neredeyse bir “kara film”e dönmüştü. Kadın vardı, erkek vardı; ikisi de akıllarından başka şeyler geçiriyorlardı; derken hava gerginleşiyordu; hop, ne oluyor derken, bıçaklar çekiliyordu. Aşk cinayetine ramak kalmıştı!
Korktuğum gibi olmadı, ama antoloji serisi de orada kaldı. Zaten ben de ayrılmış, kendi yayınevimi kurmuştum.
Sevgili Enver, öyle heyecanlıydı ki her işin peşinden koşarken. Şiir kitapları da bastık onunla.
O sırada Adnan Özer kendi kitabı Rüzgâr Durdurma Takvimi’ni yayınlamıştı. Onun aracılığıyla Gendaş’tan Nihat Behram gelmişti, bütün eserleriyle. Bir de, gençlik yıllarımızda aynı siyasetten, Ankara Etlik’ten tanıdığım Ahmet Erhan’ı anmalıyım. Hastaydı. Ercan Kesal yakın arkadaşıydı ve onunla çok ilgileniyordu. Bir gün üçümüz Cihangir, Firuzağa kahvesinde buluştuk ve tüm eserlerini yayınlamakta mutabık kaldık.
Enver aracılığıyla da, ikisi de İzmir’li olan Sina Akyol’un ve Didem Madak’ın geldiğini hatırlıyorum. Sina Abi’nin Olmanın Halleri’ni, Didem’in Ah’lar Ağacı’nı yayınladım.
Üretmek, Enver’in ikinci adıydı. Uzun yıllar Varlık dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmış; bununla yetinmemiş, yalnızca şiir kitapları basacak kendine ait Komşu Yayınları’nı kurmuş, üstüne 2003’te, yine yalnızca şiiri kapsayan Yasakmeyve dergisini çıkarmaya başladıktan sonra, on beş yıl yaşatmayı başarmıştı.
İyi şairdi. Nitekim 1997’de Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman dosyasıyla Cemal Süreya ile Yunus Nadir şiir ödüllerini, 2014’te Türkçenin Dudaklarısın Sen’le Necatigil şiir ödülüne layık bulunmuştu. Ne yazık ki ölüm erken bir buse kondurdu ona.
Bazı bazı paydos saatlerinde İran Konsolosluğu’nun orada karşılaşır, Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağı sohbet ede ede yürürdük, iskeleye kadar. Gençlik günlerini anlatmayı severdi.
Hep düşünürüm, Enver’in şiir/hayat coşkusunu nasıl tanımlamak gerekir diye. Benzersiz bir heyecandı çünkü onunki. Sonra Tophane’den çıktığını hatırlarım. Göğsünü gere gere, “Ben Tophane çocuğuyum,” derdi, yeri geldiğinde.
Sonunda buldum kendimce bir sıfat:
Her yeni kitaba, dergiye, şiire şenliğe gider gibi müthiş bir neşeyle atılıyordu Enver. İçinde bir panayır sevinci vardı. Zihninde atlıkarıncalar dönüyordu.
O’nu özlememek mümkün mü?
Toprağı bol olsun.
Osman Akınhay
Tam da anlattığın gibiydi Enver Ercan. Onu bize yaşatarak anımsattığın için, sana binlerce teşekkürler, Osman Akınhay!..
Tesekkurler, Yucelay. Selamlar!