Hasret Gülbaşaran

Günlerden Cumartesi.

Ben Cumartesileri ayaklarım şişene betim benzim atana kadar yürürüm. Hayır, yürümeyi çok sevdiğimden değil.

Ne kadar yürüdüm, hızlı mı yavaş mı, bilmiyorum. İnsanların, evlerin, hayatların, yolların, bakışların önünden geçtim. Sendelememe sebep bir kaldırım taşı, omzumu çarptığım bir direkle irkildim. Hava ne kadar soğuk ancak insanlara bakıp anlıyorum, ben hiç kaşkol takmıyorum. İrkilince, yolumu kaybettiğimi fark edip durdum. Ara sokaklar, tenhalık. Ara sokakların sessizliği tehlike barındırır, biliyorum. Ara sokaklar sevdiğim insanları anımsatıyor bana, hem sevmek istediğim hem ürktüğüm. Ürkmeden sevdiğim tek bir insan yok bu hayatta. Garip. Ondan olsa gerek ürkütmeden sevemiyorum kimseyi. Bir kediye sakince yaklaşıyorum, kedi kaçıyor.

Telefonuma bir mesaj geliyor. Az evvel çarptığım direğin önünde mesaja bakıyorum. “Ellerin yine soğuktu, üzüldüm” yazmış. Birkaç seferdir kahve içiyoruz birlikte, o kadar. Uzanıp öpmek istedi, elimi uzattım. Ellerime bakıyorum, kanı çekilmiş, kemik yığını ellerime. Ellerimi yüzüme götürüp biraz bekletince yüzümün ateş olduğunu fark ediyorum. Ne ara ellerimi bile hissetmeyecek kadar hissizleştim, yüzümden bahsetmiyorum bile.

Kalabalık bir caddeye atıyorum kendimi sonra. Yalnız kalmaya tahammül edemiyorum. Korna sesi. Kesik kesik ve uzun, bitmeyen korna sesi. Çoğu zaman duymayıp bazen duyuyorum sesleri. Hemen hemen her gün aynı yollardan farkında olmadan geçtiğimi, farkında olmadan aynı sesleri duyduğumu ya da duymadığımı, sendelediğimi, yaz ortasında pardösü giyecek kadar üşüyüp kışın ayazında ateşlerde kaldığımı anımsıyorum. Kabuk üstünde kabuk. Kaç kat var üstümde, merak ediyorum. Tarih kitaplarını okumayı seviyorum, tarihi seviyorum. Kitapların birinde tarihin seyri yapılan kazılarda ortaya çıkartılan yeni buluntularla değişir diyor, altını çizip belleğime de iyice yerleştirmişim. Benim de seyrim değişir mi, kabuklarımı çıkartsam. Çıplak olmaya cesaret edebilir miyim, tedirgin oluyorum.

Caddenin kıyısında bir park ilişiyor gözüme. Boş kalmış bir çocuk parkı. Güvende hissettiriyor. Hoş, şu parkta biri boynuma yapışsa ben sesimi çıkarana kadar ölmüş olurum. Neyse ki yanıma, boynuma yapışacak kadar yakın mesafede kimse yanaşmıyor. İnsanlara istediğim uzaklıkta durmamı sağlayacak bir bank bulup bankın en sağına kendimi sıkıştırıp bu sefer de öylesine duruyorum.

Parça parça.

Fotoğraf karesi kadar bile net olmayan görüntüler geliyor.

Buğulu camın ardından izliyorum.

Sesler duyuyorum, bazen anlamsız.

Annemi görüyorum sonra, arkadan. Ve babamı.

Annemin sırtı hep dönük, babam hep bağırıyor.

Annemin üstünde pazenden elbise var, ben az konuşuyorum.

Sesler arka arkaya geliyor.

“Buncağızda ne var?” diyor, “Bu kız bir gün elimde kalacak.”

Oncağızdan bir şey olmadığını kabul edip sobanın maşasını elime alıyorum, bir dahaki sefere daha sıkı tutup sobayı karıştırıyorum. Ellerim yanıyor, ben umursamıyorum. Birinin söylediği bir kelimenin ardına takılıp gitmeyi o vakitler öğreniyorum. Sonra buğulu camı biraz temizliyorum, annem ölüyor, şuncağız kalıyorum. Annemin yüzünü hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. İnsan alıştığı şey tedirginlik de olsa özlüyor, annemi özlüyorum. Babam, “Yeter kes ağlamayı” diyor. Burnumu çekip dudaklarımı ısırıyorum, iki avucumu annemin abdest alırken yaptığı gibi yüzümle buluşturuyorum, gözlerim kapalı. Gözlerim kapanınca babamla aramda cam var zannediyorum. Babamın söyledikleri camı deliyor, acıtıyor. “Yatılı okuyacaksın,” diyor, “ben sana bakamıyorum.”

“Bunda bu kadar ağlayacak ne var?” diyor, yutkunuyorum.

Yurdun duvarları da en az bizim evin duvarları kadar grimsi ve soluk. Bizim ev küçüktü ama yurt büyük. O kadar büyük ki seslerimiz içinde kayboluyor. Zaten hiçbirimizin sesi duyulacak kadar çıkmıyor. Yurdun tenhalığını sevmiyorum, tenha yerleri sevmiyordum. Karyolanın demiri hep buz, elim kolum çarpınca ürperiyorum.

Cumartesi geceleri kızlar gidiyor, oda boş kalıyor. Herkes uyuyor, karanlık büyüyor. Karanlıkken ve hava soğukken ve yalnızken. Bir ses, koridorun başından odaya doğru ilerliyor. Tık. Tık. Tık. Sesle birlikte görüntü de büyüyor. Bir ses, nefesimi tutuyorum. Nefesim içimde büyüyor. “Şşşş” diyor, “Kötü bir şey yok.” Annem “buncağızda ne var” diyordu küçükken, babam “bu kızın her şeye ağlaması beni deli ediyor.”

“Şşşş kötü bir şey yok, hem öyle olsa çıplak olmaz mıyım, sadece dokunacağım.”

Karyolanın demirine sarılıyorum, paslı demirine.

“Şşşşş kötü bir şey yok, ne var bunda.”

Karyola gıcırdıyor, dişlerim de.

Pas kokusu midemi bulandırıyor.

Herkesin abisi Muzaffer Abi, “Güzelce uyu şimdi” deyip odadan çıkıyor, ben bir daha Cumartesi geceleri uyuyamıyorum.

Hasret Gülbaşaran