
Tuttuğu takımın şampiyonluk maçı var diye dükkânı vaktinden önce kapattı Nurettin. Ellisini aştığından beri stadyumlardaki gürültüye, birahanelerdeki tıklım tıkış, durmadan söven kalabalığa da katlanamıyordu. O yüzden koltuğuna kurulup maçı dirlikli evinden izleyecekti.
İş hanından çıktığında arayıp üç beş meze hazırlamasını söyleyecekti evdeki kaşık düşmanına ya, vazgeçti. Komşular yeni açılan şarküteriyi övmüşlerdi geçende, oradan alırım üç beş bir şeyler diye düşündü.
Şarküteriden çıktığında gözlerinin önünde bir kaza oldu. Lacivert otomobilin kafası trilyon sürücüsü bisikletli bir çocuğu çiğnedi. Oğlanın kırılan kaval kemiği derisini yırtıp dışarı fırladı. Etraftan koşuşanlar, çığlık atan kadınlar oldu, fakat Nurettin kılını kıpırdatmadan yürüyüp geçti. Vurdumduymazlığının farkında bile değildi. Onu üzecek veya keyiflendirecek tek şey tuttuğu takımın yengisi veya mağlubiyetiydi. Onların dışında dünya yansa umurunda olmazdı.
Köşedeki tekelden otuz beşliğini, sigarasını aldı. Ev yolunu adımlarken göğsündeki hırıltıyı es geçip keyfekeder bir sigara kıstırdı dudağına. Futbolcuların son zamanlardaki performansını, takımın üst üste aldığı galibiyetleri, gazetede teknik direktörle yapılan röportajı, deneyimli spor yazarlarının yaptığı olumlu eleştirileri ve bu maçı alacaklarının garanti oluşunu düşündü. Zevkten dört köşe oldu. Bayrağı da hazır etmeli diye yazdı aklına, adımlarını hızlandırdı.
Apartmanın kapısı aralıktı, itti. Asansörü beklemedi. İkinci kattaki dairesine çıkan merdivenleri yaşından umulmayacak bir hızla çıktı. Daire kapısının önünde durdu, zili çaldı. Kapının açılmasını beklemeden topuklarını ayakkabısından kurtardı. Yarım dakika bekledikten sonra, zile tekrar üst üste…
Kapı açıldı. Tedirgin ve şaşkın bir çift gözle karşılaştı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken nazarı karşısındakinin saçının ıslaklığına, sonra da boynundaki mor gölgeye değdi. Ayırdına vardığı gölgenin kendini öylece açığa vermesinden neredeyse kalbi duracaktı. Gevşeyen parmaklarından kurtulan öteberiler zeminle buluştu. Nurettin yıkılmamak için kapının kasasına yaslandı. Kadın yakalandığını anlayınca, bütün kaderine razı insanlar gibi başını eğdi, usulca kapının gerisine çekildi. Şampiyonluk maçı, gazetedeki yorumlar, röportaj… Hepsi zihninden silindi gitti Nurettin’in. İlk sarsıntıyı atlattıktan sonra önce çocuk oluverdi, balonu gökyüzünde noktacıktı. Sonra da göğsüne dom dom kurşunu sıkılmış bir hayvana dönüştü. Yaralandığı yerden yayılan acısını böğürmemek için çığlığını boğazına kırk kere düğümledi.
Kurtardığı topuklarını ayakkabısına bastırdı. Tek bir laf etmeden döndü. Az önce ikişer ikişer tırmandığı merdivenleri duvara tutunarak yavaşça indi.
Apartman kapısının önünde durdu, boş boş etrafına baktı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyenlerin şaşkınlığı vardı üzerinde. Bugüne kadarki umursamazlığı tek bir görüntüyle yıkılmıştı. Kendi sahasında yenilmiş futbolcular gibi mahzunlaştı. İçinin boşaldığını, yüreğinin özgül ağırlığının yittiğini, yaşamak isteğinin özünü terk edip gittiğini hissetti Nurettin.
O öyle boş boş sağa sola bakınırken az önce gölgenin göğsünde açtığı yara yayılıp genişlemeye başladı. İlkin ciğerine ulaştı, yangın yeriydi oralar. Ne yapsa söndüremedi. Sonra nefes borusundan gırtlağına yürüdü. Gölgeyi yutkunabilseydi yara orada sağalmaya durabilirdi belki. Fakat yapamadı. Başaramayınca oradan diline doğru yol aldı. İçini soğutacak bir sövgüye yeltendi. Dili harfleri yuvarlayamayınca yara ilerlemeye devam edip gözlerini mesken tuttu. Acısını gözlerinden de dökmeyi bilemedi Nurettin. Bilemeyince, yara, gözün saydam tabakasında incecik bir damar vasıtasıyla beynine ulaştı. Oraya çöreklendi. Çok geçmeden de çürümeye başladı. Çürüyen yerde bir kurtçuk peyda oldu. Öfkesini, hıncını, yenikliğini, kararsızlığını kemirdi durdu o kurtçuk. Kemirdikçe semirdi, semirdikçe büyüdü.
Ayakları bilincinden bağımsızdı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Yürürken, ne kanlı portakalları andıran ufku, ne güneşin Torosların ardı sıra çekildiğini ne de yol kenarında açmış som sarıçiçeği gördü. Hatta izlemeyi çok sevdiği nehri bile es geçti. Ak kanatlı martıları da.
Nurettin hafızasına kazınmış gölgeyle birlikte yürüdükçe aklını didikleyen tasarılar, olasılıklar, intikam hissi, yapmak istedikleri çoğaldı. Çoğaldıkça da kurtçuk bütün bu duyguları midesine yolladı, orta karar bir solucana dönüştü.
Şimdi öbekleşmiş sigara külü var iki ayağının ortasında. Beyaz kıçlı izmaritleri de hep aynı yere… Dibine kadar somurduğunu da diğerlerinin yanına yolladı, paketi buruşturup bankın üstüne bıraktı.
Geldiğinde akşamüzeriydi. Kuşlar yuvalarına çekilmeden az öncesi. Gözlerini bir noktaya sabitledi, paketin tümünü ardı ardına içip bitirmeden de kirpiğini kırpıştırmadı. Göğsündeki hırıltı çoğaldı. Umursamadı. Yalnızca düşündü. Yapılanın kendisine haksızlık olduğunu, o gölgenin kendisine reva olmadığını geçirdi kafasından. Bu işte bir kabahati olup olmadığını tarttı kafasında. İşin içinden çıkamadı.
Oradan oraya koşuşturup duran, beynini kemiren düşünceler fasit daireler gibi durmadan bir öncekini yutup durdu. Birileriyle konuşsa, içini döküp saçsa azcık rahatlayacaktı ama kime anlatabilirdi ki böyle bir şeyi. Kararsızdı. İçini her yere, herkese kusmakla, eve dönüp karısını kıtır kıtır kesmek arasında kaldı.
Kararsızlığı uzadıkça duygularından beslenen solucan büyüdü, büyüdü, büyüdü. Uzadı, enleşti. Bukalemun misali renk attı. Önce pembeden boza, bozdan da kahverengiye dönüştü. Sonra da siyah, simsiyah, gözleri kör küçük bir yılana dönüştü. Gölge Nurettin’in gözünün önüne geldikçe yılan daha da kalınlaştı, derisi pullandı. Dişlerinin oyuğunda zehir biriktirdi ve yavaşça beyninin kıvrımlarında sürünmeye başladı.
Kimse içini bilmesin, kendisine yanaşmasın, hiçbir şey sormasın, dilenciler bi lira istemesin, partal çocuklar abi bize yemek alsana demesin diye en uca, dalları en sık kauçuk ağacının altına sığındı. Tahta sıranın üstüne bitkin gövdesini bıraktığında çalışanlar henüz çıkmışlardı işyerlerinden. Bir an önce evlerine yetişmek isteyen insanlar duraktan otobüslere, minibüslere doluştular. Öğrenciler parkın orasında burasında gruplar oluşturdu, analı babalı yuvalarına girmeden evvel son sigaralarını… Nöbetçi mahkemeler, görevli memurlar, göz altısı akşama denk gelenler haricinde adliye neredeyse boşaldı. Oturduğu süre içerisinde park durmadan devindi. Mor ceketli kurye kıvrak hareketlerle parkın ortasından sürüp yolu kısalttı. Güvercinler tombul gövdelerinden umulmayan bir çeviklikle atılan yeme üşüştü, ayakkabı boyacısı çocuk boyadan kararmış parmağını burnuna götürdü. Tepebağ’ın izbe otellerinde bedbaht ömürlerinin çapaklarını eğelemeye geç kalmış yaşlı orospular, topuklarının çatlağına bakmadan şıpıdık terlikler giymişlerdi. Hiçbirini görmedi Nurettin.
Kör hayvanın duyargaları Nurettin’in aklının gelgitlerine göre kâh o yana kâh bu yana yöneldi. Bazen mantık sınırına doğru yol aldı bazen de hınç duvarına. Fakat bir türlü zehrini akıtacağı noktayı bulamadı.
Banktan kalktıktan sonra evvela parkın sağındaki tekel bayine uğradı. Paketi ikiledi. Geriye dönerken parkı es geçip başka bir rota tutturdu. Dörtyol ağzında durdu, sağına soluna baktı, Çakmak caddesinde karar kıldı.
Cadde ışıklanmış, işportacılar ortalığa dökülmüştü. Alışverişini iş çıkışına erteleyenler acele ediyordu. Kalabalığın içinde yalpalayarak ilerledi. Zaman zaman omzuna darbeler aldı. Önemsemedi. Ayakları onu eski iş hanlarından birindeki Ganyan Pub’a götürdü. At yarışlarının gösterildiği televizyonu görmeyecek bir yer seçti. Oturdu, sigara paketlerini masaya bıraktı. Yaklaşan garsona Arjantin olsun dedi, ardından içine votka da koyun diye ekledi. Son dakika golüyle şampiyonluğu kaybeden takımına küfredenleri, parmaklarının arasında altılı kuponlarını sıkı sıkıya tutanları, bir dikişte biranın dibini görenleri, ağızlarından tükürük saçarak, kop gel kızım be! diyenleri ne gördü ne de duydu.
İkinci biradan sonra alnında tuhaf kırışıklıklar belirmeye başladı. Ardından gözleri kanlanmaya, elleri de titremeye başlayınca, yılan hızlandı, hızlandı, hızlandı. Hedefi buldu, ağzını olabildiğince açtı, diş oyuklarında zehir hazırdı. Fakat o esnada mesanesi dolmuş olan Nurettin kalktı, sarsak adımlarla tuvaletin yolunu tuttu. Yılan hızını azalttı, az önceki gelgitlerine dönüş yaptı.
Pisuvarın önüne dikildi, güçlükle fermuarını açtı, baş ve işaret parmağı arasındaki buruşuk et parçasından akan çişini izlemeye durdu. Aklına parmaklarının arasında duran şeyi uzun bir zamandır işemekten başka bir işte kullanmadığı geldi. Zihnini zehirleyip duran gölgenin sahibine bir anlığına hak verdi. Öfkesi kendi bedenine yöneldi.
Beyninin kıvrımları arasında sürünüp duran yılan kendine yeni bir hedef bulmuştu. Nurettin’in zihnini ele geçiren vahşeti algıladı. Devindi. O vahşi istek dişlerini daha da sivriltti. Nurettin parmakları arasındaki işe yaramaz çükünü çekip kopartmaya çabaladı. Ama içkiden güçsüzleşen kolları gereken enerjiyi bileklerine, oradan da parmaklarına iletemeyince içindeki o vahşi istek sönümlendi. Yılan duruldu.
İçinde balgamlar, sümük parçaları, saç kılları, sigara izmariti olan lavaboya eğildi. Elini sabunsuz, üstünkörü yıkadı. Kafasını kaldırınca yüzüne baktı, solgun ve çöküktü. Alnı daha bi açık, saçının kırı çoğalmıştı. Ya da ona öyle geldi. Sakalı da uzamıştı. Sakalının ne çabuk uzadığına hayret etti. Oysa daha sabah tıraş olmuştu. Çıkışta berbere uğramalı diye düşünürken buldu kendini. Böyle bir anda bunu düşünebilmesine şaşırdı ya, pek üstünde durmadı. Masasına döndü.
Garsona aynısından anlamına gelen işaretini çaktı, paketten yeni bir dal çekti. Üçüncü birasının ortalarına gelince şakaklarını ovuşturdu. Sağ elinin işaret ve orta parmağını orada unuttu. Kafasının içinde kıvrılarak ilerleyen yılandan habersiz, düşündü durdu, gölgeyi ve sebep olacağı şeyleri. Öyle bir an geldi ki doludan alıp boşa koyduğu bardak çatladı, su sızdırmaya başladı. Çatlaktan sızanlar onu yedi yıl öncesine götürdü, aradaki yaş farkını sezdirmeye çalışanlara. Ama o kimseleri dinlememişti. Parası vardı, gücü kuvveti… Hem tutulduğu tazecikti, kanını kaynatmıştı. Şu yedi senede geçirdiği değişimi düşündü, isteksizliğini, sırtını dönüp uyumalarını. Hakkaniyet terazisini aldı masaya koydu. Fakat ne yaparsa yapsın, terazi bir türlü dengeye binmedi.
Sigarasını kül tablasına bastırdı, hesabı ödedi. Paketlerden birini masada unuttu. İş hanından caddeye çıktı. Trafik seyrelmiş, etraftaki insan sayısı azalmıştı. Serin havayı ciğerlerine iç geçirerek çekti, sonra da hoflayarak geri saldı.
Caddeyi bitirip sağa döndüğünde park solunda kaldı. Kül öbeği ve izmaritler oldukları yerde duruyordu. Umursamadı. Yirmi metre gitti gitmedi, burnuna tablalarda pişen kebapların kokusu çarptı. O an öğlenden beri ağzına tek lokma koymadığını hatırladı. Her şeyi unuttu. Hiç tereddütsüz çöktü kaldırımdaki taburelerden birine, önüne konan bir buçuk porsiyonu iştahla silip süpürdü. Karnı doyunca çıkarttı sigara yaktı. İlk nefes ciğerlerine ulaştığında yemekle birlikte gelen doyum hissi kendini pişmanlığa bıraktı. Yorgun gözlerine kederli bir perde indi. Sonra da, bu bana yapılır mıydı be! diye kahırlanıp kebapçıyı terk etti.
Kahırlanan Nurettin farkında olmadan beynindeki hayvanı bir kez daha harekete geçirdi. Gitgide büyüyen ve neredeyse bütün kafatasını kaplayan yılan o daracık alanda hedefe yöneldi. Nurettin’in düşünceleri durmadan değişiyordu. O yüzden hayvan eve dönüp o mor gölgenin olduğu bölümü dişleriyle parçalama isteğiyle apartmanın en üst katına çıkma deliliği arasındaki mesafe arasında mekik dokudu.
Ama bunların hiçbirini yapamadı. Tepebağ yokuşunu sağına aldı, Eski Adliye binasının karşısındaki hâlâ açık duran berbere girdi. İçeride gözünü televizyona dikmiş, vurdulu kırdılı bir film izleyen berber hemencecik yekindi. Koltuğa oturanın boynuna örtüyü geçirdi. Nurettin, yüzünü avuçlayıp yalnızca sakal tıraşı olmak istediğini belirtti. Usturaya yeni bir jilet takıldı, ispirto döküldü, çakmak çakıldı. Zarif bir el hareketiyle mavi alev söndürüldü. Termosifondan alınan suyla sabun köpürtüldü, yüzünde gezip duran sıcak fırça Nurettin’i gevşetince, gözleri kapandı. Koltuğa iyice yayıldı. Maharetli parmaklar usturayı yumuşacık kullandı, adamın yüzünü kesmedi, tahrişe sebebiyet vermedi. Tıraş bitesiye kadar birkaç kez muhabbet girizgâhı yaptı berber. Sonuç nafileydi.
İkinci perdaha girişmeden evvel kanal değiştirdi. Kanal pavyon bozması bir stüdyodan sesleniyordu izleyicilere. Ensesiyle gömlek yakasının arasına mendil sıkıştırmış bir türkücü vardı sahnede. Yüze yeniden sabun sürüldü, ustura yeniden yüzünde kayıp gitmeye başladı. Tıraş devam ederken türkücü sustu. Televizyondan oynak darbuka ritimlerinin sesi yükselmeye başladı. Şimdi pullu elbisesiyle balıketli bir kadın arzı endam etmişti ekranda. Berber elindekini Nurettin’in yüzünden uzağa düşürüp gözünü ekrana dikti. Usturanın işlemediğinin farkına varınca gözlerini açtı, başını berberin gözünü diktiği televizyona döndürdü. Değirmi kalçaları, ayva göbeği ve bıngıldayan memeleriyle titreyen, kıvrılan, yuvarlak çıkıntılarını pullu elbisesinden kurtarmak istercesine dans eden kadını gördü.
Nurettin’in televizyona baktığını fark eden berber, yeni bir muhabbet açma girişiminde bulundu. Beybaba, ben bunu var ya, ben bunu, anam avradım olsun sabahlara kadar… deyip önündeki kabarıklığı avuçladı. Adamın yaptığı hareket karşısında içi hınç ve eziklikle doldu. Karşılık vermedi. Yönünü tekrar aynaya döndü, gözlerini yumdu. Ekrandaki yarı çıplak dansöz, berberin söyledikleri, zihnini oyup duran o mor gölge, gölgenin sahibine duyduğu öfke… Bütün bu görüntü ve sesler hep birlikte zihnine üşüşünce yılan yeniden hareketlendi.
Dansöz sahneden çekildi, berber yarım bıraktığı işine eğildi. Nurettin az önceki huzuruna bir türlü dönemedi.
Bütün bir akşam boyunca yaşadığı kararsızlığın yerini dolduran yeni bir eylem tasarısı biçimlenmişti şimdi kafasında. Ve çok netti Nurettin. Yılan o kararlılığı okudu, pullu gövdesini kaydırarak hedefe doğru ilerledi. Yaklaştıkça esnek ağzını sonuna dek açtı, açılan ağzında dişleri ortaya çıktı. Yılan, Nurettin’in kilitlendiği eylem tasarısına ulaştığında kararın kesinleştiği yere dişlerini geçirdi, zehrini akıttı.
Tıraş bitti bitecekti. Ustura boynunda işliyordu. Tek tük kalmış kıllara eğilebilmek için üzerine abanan berberin kolonyayla karışık ter kokusunu soludu. Tiksindi. Tıraş eden geriye çekildi, son kontrolünü yaptı. Tıraşın bittiğine tam kanaat getirecekti ki, şahdamarına yakın bir yeri gösterip şurayı dedi, yeniden alsana. Adam gösterilen yere yöneldiğinde Nurettin, kolunu hızla örtüden kurtardı, berberin bileğine yapıştı. Beklemediği hareket karşısında afallayıp irkilen adamın kirpikleri kaşına değdi. O an soğuk, buz gibi bir ışık şavkıdı usturanın ucunda. Nurettin duraksamadan bileği boynuna doğru çekti. Işık şahdamarına gömüldü.
Cabir Özyıldız
İki, üç saate sığdırdın ya bir insanın elli yılını, kutlarım.
Park, birahane derken, ne güzel efkarlanmıştık; berbere sabah gitseydi keşke.
Abi kusuruma bakma lütfen, çok geç kaldım yanıt vermekte. Adamı sabah berbere göndermeyi düşünmedim değil hani. Fakat sabaha kadar ne yapacaktı bu adam :))
Yine , yeniden bir kelime cümbüşü ardındaki hüzne ortak ettin bizi usta. Kalemine eşlik eden yüreğine sağlık.
Çok teşekkür ederim kıymetli hocam…