
Uzun bir süredir kimseye kitap hediye etmiyorum. Eğer ortada özel bir gün varsa başka hediyeler seçmeye özen gösteriyorum. O gün de bu kararımın arkasında durmayı başardım. Elimde tuttuğum romanı raftaki yerine bırakıp kaçar gibi çıktım kitapçıdan. Akşamki doğum günü için çizgili bir atkı satın aldım Tayfun’a. Elbette kitabı sıradan bir hediye olarak görmüyordum. Fakat sevdiğim kişiye kitap alırsam içine bir de hatıra notu yazmam bekleniyordu. Benim için büyük bir sancı sebebiydi bu. Sıradan bir kutlama ve sevgi içeren iyi dilekler notuna asla razı gelemiyordum. Saatlerce düşünürdüm ne yazmam gerektiği hakkında. Eğer içime sinmeyen bir şeyler yazmışsam birkaç gün aklımdan çıkmazdı.
Elimde hediye paketiyle tren garına doğru yürüyordum. Birçok mağazanın bulunduğu o kalabalık caddeyi sonunda geride bırakmıştım. Meydana çıktım az sonra. Saat kulesinin altında bir adam kalem satıyordu. Durakladım. Turuncu renkli tükenmez kalemler dikkatimi çekmişti. Oysa cebimde bunlardan katbekat güzeli vardı. Bu ilgimin sebebi tam olarak neydi emin değildim. Belki, mahalle kahvesini çalıştıran Güldal abinin kulağında otuz yıldır bu tür bir kalemin olmasıydı. İçilen çayları not ederken kullanıyordu. Belki de, şimdi kapandı, mahalle bakkalı Asiye teyzenin veresiye defterine not alırken kullandığı kaleme tıpatıp benzemesiydi.
Selam verip tezgâha yaklaştım. Hepsi aynı olan tükenmez kalemlerden birini elime aldım. Tepesine basınca duyduğum çıt sesiyle gülümsedim. İçimde uyanan çocuk hevesiyle avucumun içine yazıyor mu diye kontrol ettim. Ama yazmadı. Bunun üzerine satıcı adam, kırçıl sakallı ve yeşil gözlü birisiydi, tezgâhın altından büyükçe bir karton çıkardı. “Buna yaz,” dedi. “Kuru ve sert bir zemin gerekiyor. Yoksa yazmayabilir.” Uzatılan kartonu alınca şaşırdım. Üzerinde tek tük karalamaların yanında birçok imzalar, şekiller, resimler ve simgeler vardı. Kimi dairesel döngülerden oluşan kara delikler çizmiş, kimi adını yazmış, kimi yıldız ya da tik bırakmış, kimi de tanıdık ya da bilmediğim armalar çizmişti. Sıradan bir kalem kontrolünü abartıp çiçek, ağaç, basit hayvan figürleri ve ev çizenler bile vardı.
Kenardaki bir boşluğa –barış işareti vardı yanında– gelişi güzel yukarı aşağı yazmayı denedim. Fakat yine yazmadı kalem. Satıcı adam, “Yeni bir tane vereyim,” deyip elimdekini aldı. Birbirinin aynısı olan kalemleri anlamsız bulduğum bakışlarıyla kontrol etti kısa bir süre. Ardından içlerinden bir tanesini seçip uzattı. Fakat bu defa da çıt çıt kısmı çalışmıyordu. “Demek inat ediyorlar,” dedi satıcı gizemli bir gülümsemeyle. Sonra yine bakışlarıyla kısa bir tarama gerçekleştirdi ve yeni uzattığı kalemi canım sıkılarak aldım. Yazdığını kartona dokundurur dokundurmaz anladım. Ne zamandır içinde tuttuğu mürekkebi artık salmak ister gibiydi. Yarım santimlik bir çizik çıktı ortaya. Fakat bunu yeterli görmediğimi hissettim. Dikkatimi diğer müşterilerin bıraktığı izler çekmişti. Artık daha bir merakla bakıyordum onlara. Tuhaf emojiler vardı. Takımının armasını işlemişti bir müşteri. Piramit yapmıştı bir başkası. “Bize her yer Trabzon“ yazısını gördüm, hat sanatıyla oluşturulmuştu harfleri. Bir şairden bir mısra bırakan da vardı: “Hayat kısa kuşlar uçuyor” Yin yang çizen bile vardı. Sonra Pokemon çizgi filmine ait poke topunu gördüm. Sigara ve dumanını gördüm. Dolar simgesi vardı. Trafik levhası çizimlerini orijinal buldum. Soru işareti, Eyfel kulesinin basit bir çizimi, Mercedes arması ve Galata Kulesi bile vardı. Bütün bunları gördükten sonra sağa sola çizerek oluşturulan basit bir karalamaya razı gelemezdim. Yarım santimlik o çizgiyi bırakıp kalemi zeminden ayırdım. Sanki bu hakkım elimden alınacak diye korkmuştum. “Yazıyor,” dedim satıcının soran bakışlarıyla karşılaşınca.
Peki nasıl bir iz bırakmalıydım bu kartona? Saatime baktım. Trenin vaktine daha vardı. Arkadaşlarla kafede buluşacak ve Tayfun’un doğum gününü kutlayacaktık. Aceleci davranıp pişman olmak istemiyordum. Beni ifade eden basit ama etkili bir izdi ihtiyaç duyduğum. Ne olabilirdi peki? Satıcı adam o sırada gelen müşteriye tarak satmakla meşguldü. Yeni bir şey çizme riskine girmek istemedim. Çocukluğumdan beri bende iz bırakan, hafızamda yer etmiş işaretleri ve çizimleri düşündüm. Altmış ikiden tavşan, iki rakamından ay dede, daha ilkokul birdeyken annemden öğrendiğim ağzı sandviç ekmeğine benzeyen sevimli köpek. Bu sonuncusu fazla iddialı olabilirdi. Başımı kaldırıp etrafa baktım bir fikir edinebilmek için. Çocuklu kadınlar, el ele sevgililer geçiyordu ve seyyar satıcılar vardı alanda. Sonra aklıma, nereden estiyse artık, bir kar tanesi çizmek geldi. Görüntüsü defalarca büyütüldüğünde ortaya çıkan o harika şekiller belirdi gözümün önüne. Bunlar benim için yapılması zor ayrıntılar içeriyordu. Çabucak vazgeçtim. Yıldız? Kartonda çokça vardı. Gelip geçen insanlara bakmayı sürdürdüm. Elinde balık kraker paketiyle küçük bir kız çocuğu gördüm, güvercinler etrafında uçuşuyordu. Olabilir miydi? Sonra fark ettim. Birisi daha önce benekli bir balık çizmişti zaten kartona.
Üzerinde Scooby-Doo karakterleri olan bir bluz giymişti yanımızdan geçen esmer bir kadın. Aklıma çizgi film kahramanları geldi bunun üzerine. Tsubasa’yı çok severdim çocukken. Bir futbol topu pekâlâ olabilirdi. Ama içindeki altı genleri yerleştirme işi zordu. Vazgeçtim. Silgi kullanmadan hata payına yer vermeyen bir çizim olması gerekiyordu. Bugs Bunny olmazdı belki ama ya havuç? Hiçbir derinliği ve ruhu harekete geçiren bir mesajı yoktu havucun. Varsa da ben bilmiyordum. Kolay çizilen ama bakınca bir mesaj da veren, kısaca şaşırtan bir iz lazımdı bana. Elimde karton ve tükenmez kalemle beklerken kendimi yıldızlar caddesine ayak izini bırakacak bir film artisti gibi hissediyordum. Bir yaratım sancısına girmiştim.
Eda’ya uzun zamandır çiçek yollamıyordum. Sevdiğim kadına çiçek almak isteyince bütün hayat akışım duruyordu. Çiçeğin kenarına ilişecek o minik karta kalbi kuşatan ve ele geçiren bir şey yazmam gerektiğine inanıyordum çünkü. Saatlerce sürecek bir ıstıraba yakalanıyordum. Sonra telefonla gönderilecek bir kutlama mesajından da ürküyordum. Onun yerine direkt aramayı seçiyordum. Yeter ki yazmak ya da bir iz bırakmak kabilinden bir şey olmasındı.
Satıcı adam anlamıştı. Kalkıp altındaki iç içe geçmiş taburelerden birini çıkarıp kenara koydu. “Gel, otur,” dedi, “düşün biraz.” Demek ki normaldi içine düştüğüm bu durum. Önceki müşterilerden de aynı sıkıntıyı yaşayanlar olmuştu. Fakat oturmadan önce gayriihtiyari saat kulesine baktım. Kol saatime göre gerideydi. Satıcı, “Trene yetişeceksen saat kulesine ayarlıdır seferler,” dedi. O vakit geçip oturdum. Kartonu dizimin üstüne koyarak düşünmeye başladım. Satıcı adam elinde yem kutusuyla uzaklaştı ve beni sancımla baş başa bıraktı. Güvercinler derhal etrafını sardı.
Nerede kalmıştım? En baştan almaya karar verdim. Altmış ikiden tavşan? Herkes biliyordu bunu. Hatta unutulacak kadar demodeydi. Şimdiki çocuklar bir rakamından zürafa bile yapabiliyordu. Ortasından ok geçen kalp geldi aklıma. Sonra Mine’yi hatırladım yıllar öncesine giderek. Yüzüm kızarmış olmalıydı. Vazgeçtim. Ardından bakışlarım kalemin üstünde sabitlendi. Birkaç saniye geçmemişti ki gülümsedim. Bulmuştum. Bu tam bir ironiydi. Gören elbette benim gibi gülümsemekten alıkoyamayacaktı kendisini. Bir kalem çizecektim. Hem de elimdekinin aynısı modelde bir tükenmez olacaktı. Barış işaretiyle güneş resminin arasında bir boşluk vardı. Oraya kendimce elimdekinin aynısı olduğuna inandığım bir tükenmez kalem çizdim. Şöyle ileriye doğru tuttum sonra kartonu, alıcı gözle bakmak için. Fena görünmüyordu. Olmuştu işte. Rahatlama geldi üstüme. Yerimden kalkarken satıcı adam gülümseyerek geldi. Parasını uzattım ve tezgâhın üstüne bıraktığım hediye paketimi de unutmadan aldım. Trene yetişmek için aceleci adımlarla yürüdüm. Beş on saniye geçmemişti ki arkamdan bağırdı satıcı. “Geri dön,” dedi. Cüzdanımı mı düşürmüştüm? Kontrol ettim, yerindeydi. Başka bir şey mi olmuştu? Geri döndüm. Elindeki kartonu gösterdi. Ortalarda çizimlerin sık bir hal aldığı yerde duruyordu parmağı. Burada bir tükenmez kalem çizimi bulunuyordu. “Zaten vardı aynısı,” deyip babacan bir gülüş tutturdu. “İki tane oldu.” Hatta bu kalemin yanında kalp mühürlü sevimli bir zarf da vardı. “Tükenmez kalemle aşk mektubu yazılmaz ki,” deyiverdim. Başını salladı. “Sen bilirsin ama istersen bir çizim daha yapabilirsin,” dedi. Beni sevmişti. Yeni bir hak daha veriyordu bu yüzden. Üstelik ilk çizilen kalem benimkinden daha güzeldi. Başımı kaldırıp saat kulesine baktım. Çok az zamanım kalmıştı. Cebimden az önce satın aldığım kalemi çıkardım. Derhal özgün bir şey çizip ardından da koşarak trene yetişmeliydim.
Tekrar taburedeki yerimi aldım. Düşündüm. Çöp adam çizmek geldi aklıma. Şöyle papyonu olan bir tane belki. Fakat bir derinlik, felsefi bir gönderme içermiyordu. Tekrar çocukluğumdan başlamaya karar verdim. Bilyeler geldi gözümün önüne. Olmazdı. Dört tekerlekli bisikletim? Saçmaydı. Rüzgârgülü? Beceremezdim. Gezegenler geldi gözümün önüne bu kez. Satürn? Ama artık her yerdeydi. Kolye olarak bile vardı. Kaktüs de öyleydi. Başımı kaldırıp etrafa baktım yine. Satıcı adam o sırada tezgâhın altından çıkardığı radyonun frekansını karıştırıyordu. Anlık bir cümle duydum şarkıdan ve frekans kaydı. Ama bana yetmişti. Bulmuştum. Gülümsedim. Yüzümdeki gerginlik yerini gevşemeye bıraktı. Papatyaydı aradığım şey. Evet, kartonda birkaç yerde görmüştüm ama benimkisi farklı olacaktı. Tek yaprağı kalan bir papatya çizecektim. Diğer parçaları yerde olacaktı ve her bakan merak edecekti acaba seviyor muydu sevmiyor muydu. Sonra yerdeki parça sayısından belki de anlamaya çalışacaktı. Evet, bu içime sinmişti. Bitirince ileriye uzatıp kartona alıcı gözle baktım. Tamamdı. Satıcı da beğenmiş olacaktı ki başını salladı memnun bir suratla. Sonra termosundan bir çay doldurup uzattı. Bu trenin kaçması demekti. Olsun diye düşündüm. Bir sonrakiyle giderdim. Şu sıkıntıdan kurtulmuştum ya gerisi mühim değildi.
Daha ilkokuldayken başlamıştı bende bu hal. Aralık ayının son günleriydi. Yeni yıl tebrik kartları yapmıştık renkli kartonlardan. Simlerle parlak boncuklarla süslemiştik kapağını. İçine, göndereceğimiz kişiye bir not yazmamızı istemişti öğretmenimiz ve ben kilitlenip kalmıştım. Herkes yeni yılın kutlu olsun, sevdiklerinle beraber sağlıklı ve güzel bir yıl geçirmeni dilerim gibi ifadelerle doldururken kartını, ben başım iki elimin arasında zil çalana kadar düşünmüştüm.
Kafeye giriş yaptığımda epey gecikmiş olduğumu anladım. Doğum günü pastası çoktan kesilmişti ve içecekler de yarılanmıştı. Ufak sitemler eşliğinde masadaki yerime geçtim. Uzun zaman sonra görüşmenin verdiği neşe hakimdi ortama ve birikmiş yaşanmışlıklar vardı. Tayfun aldığım atkıyı çok beğendi ve derhal boynuna geçirdi. Yan masaya bıraktığı hediyeler arasında bir kitap dikkatimi çekti. Acaba kim almıştı ve içine nasıl bir not yazmıştı? Merak etmiştim ama alıp bakmanın anlamı yoktu. Bir de bunu kafaya takmak istemiyordum.
Üç saate yakın oturduk. Zaman nasıl geçti anlamadık hiçbirimiz. Nihayet kalkmaya karar verince hepsi de evinde misafir olmam için ısrar etti. Ama kendimce sebeplerimi sıralayıp reddettim. Hesaplar ödenmişti ve çıkış kapısına doğru yürüyorduk. Berivan, “Durun,” diyerek şaşırttı bizi. Girişteki salonda, duvar dibinde, bel hizamıza kadar gelen bir sütun vardı ve üzerinde kalın ciltli büyük bir defter açılmış halde duruyordu. Bu, kafeye gelen müşterilerin görüşlerini yazdığı ya da hatıra olsun diye duygusal birkaç söz karaladığı defterlerden biriydi. Görür görmez anlamıştım. O an kalp atışımda hemen bir değişim ve içime çöreklenen bir sıkıntı hissettim. Sonra telkinde bulundum kendime. Doğum günü sahibi olarak bu görev Tayfun’a düşerdi elbette. Bir harekette bulunmayıp geride durdum. Fakat arkadaşım, “Bu işleri en iyi sen becerirsin,” diyerek kolumdan tutup çekti öne doğru. Herkes bana bakıyordu. Bir şeyler yazmamı bekliyorlardı. Gerilmiştim. Sütuna doğru yürüdüm. Kalemi elime aldım, tükenmezdi. Hata payına yer yoktu. Biraz düşünmek için hareketsiz bekledim. Ama Berivan, “Haydi acele et, yaz bir şeyler,” deyince fazla vaktimin olmadığını anladım. Başımı kaldırıp etrafa baktım. Masalardan kalkan ve hesabı ödemiş mutlu insanlar geçti. Sonra bizim gibi iz bırakmak niyetiyle sevgili bir çift durdu arkamda. Beni bekliyorlardı. Bu daha da gerilmeme neden oldu. Sakin kalmam gerekiyordu. Çalan şarkıya kapıldım. Buradan bir şey bulma ümidiyle kulak verdim. Ardından çok geçmedi yazmaya başladım. “Her birimizin güzel bir şarkının ayrı ayrı notası olduğumuz şu akşamda portredeki sol anahtarı olan bu güzel kafeye teşekkür ederiz. İyi ki doğdun Tayfun, iyi ki varsınız arkadaşlar… Sıkı dostlar Tayfun, Berivan, Nur, Cemal ve Peker buradaydı…” Arkadaşlardan bir ooo nidası yükseldi okuduklarında. Kalemi sevgili olan çifte bıraktım ama içim nedense rahat değildi. Sanki aceleye gelmişti.
Çıkış kapısındayken bir kahkaha koptu arkamızdan. Gayriihtiyari dönüp baktık. Sevgili olan çiftten gelmişti. Acaba benim yazdığım notu mu komik bulmuşlardı? Anlayamamıştım. Geri dönüp yeni bir not yazma imkânım olsaydı keşke. Eskisini karalamak istiyordum şimdi. Bu sıkıntıyla eve nasıl dönecektim?
Tayfun arabasıyla tren garına kadar bıraktı beni. Vedalaşırken aldığım atkı vardı hâlâ boynunda. “Haydi, daha on beş dakika var kalkmasına trenin. Bekleme sen, git,” dedim. Gönülsüz davranınca ısrar ettim. İkna oldu. Kompartımanlar arasında yürüdüm. Boş bir yere cam kenarına oturdum. Tayfun civarda mı diye kontrol ettim. Gitmişti. Trenden indim ve tuttuğum taksiyle kafeye geri döndüm. İki seçenek bulunuyordu önümde. Kalın ciltli o hatıra defterini paltomun içine atıp otelde sabaha kadar ne yazacağımı düşünebilirdim. Ya da şimdi boş masalardan birine geçip oturacak ve kendime çay söyleyerek kafe kapanana kadar –bir saat kalmıştı– yeni bir not yazacaktım. Biliyordum, belki de benden başka kimse okumayacaktı ne yazdığımı ama kendime engel olamıyordum. Bir saati yetersiz buldum. Defteri etraf tenhalaşınca paltomun içine gizledim. İçeride kamera olmaması bu cüreti göstermemi sağlamıştı. Hem zaten kim bir defterin peşine düşerdi ki benden başka? Tren garına geri döndüm. Bu civarda gözüme kestirdiğim eski bir otelde oda tuttum. Günün ilk ışıklarına kadar uyumadım. Sabahleyin rahatlamıştım. Etraftaki karalanmış ve buruşturulmuş defter yapraklarını toplayıp çöpe attım. Sonra ayrıldım otelden. Kafeye geri bıraktım defteri. Bir masaya geçip çay söyledim kendime. Saate baktım, trenin vaktine daha vardı. Kalın ciltli hatıra defterini görebiliyordum oturduğum noktadan. Sonra fark ettim ki hatırlamıyordum yazdığım yeni notu. Sabaha kadar gözümü kırpmamıştım ve zihnim şimdi allak bullaktı. Kafeden çıkarken bakmak istemedim deftere. Çünkü içim rahattı ve bu huzurlu hali bozmak istemiyordum. Sahi ne yazmıştım?
Özay Erdem
Yine ilginç bir konulu hikâye daha… Hayatın çok çook minik bir anı bazı karakterler için saatlerini, günlerini ve düşüncelerini tamamen ele geçirip hayatlarının akışını bozabilecek bir unsur haline gelebiliyor. Hepimizin bir kez olsun başından geçtiği ama hiç önemsemediği bu durumu ustaca kaleme almışsınız. Tebrik ederim:)
Çok teşekkürler Vildan. Evet, haklısın. O minik anlar bazılarımız için yuvarlanan kar topu gibi büyüyebiliyor ve hayatında bir kısıtlama bazen de teselli veren mutluluklara dönüşebiliyor. 🙂
Basit bir tükenmez kalem ile olağan dışı serüven yaşadım. Hep aklıma takılmıştır bitip tükenen kaleme neden tükenmez kalem demişler acaba. Herhalde tükenmez kalem yazıldığında silinmediği için öyle denmiştir diye düşündüm ve bir ara bu sorunun cevabını bulacağım ümidiyle devam ettim okumaya ama o kadar sürükleyiciydiki kayboldum içinde. Emeklerine ve kaleminize sağlık hocam yine döktürmüşsünüz.
Teşekkür ederim Hakan Hocam. Her zamanki gibi kendinizden bir şeyler katarak, hayatınızla bağ kurarak okumuşsunuz. Takdirinizi almak güzel. Var olun 🙂
Güzel hikaye.
Teşekkürler Ahmet Bey. 🙂
Ooo Özay bey çok güzel hikaye olmuş😀😀😀
Sevgili dostum teşekkür ederim. 🙂 🙂
Bu olay başıma gelse bunalıp “Amaaaan, başka işin mi yok! ” diyerek basıp gideceğimden eminken senin kaleminden okuyunca nasıl oluyor da pür dikkat kesilip olayın heyecanına sürükleniyorum, bunu çözemedim. Oldukça ehemmiyetsiz görünen olaylar senin kaleminle hayat memat meselesine dönüşüyor. Bir yandan iç sesim kahramanımıza “Bu kadar da önemli mi allasen!” derken bir yandan onun rahatlamasıyla derin bir soluk alıp “Ohh! Nihayet.” diyoruz. Harika gidiyorsun. Tebrik eserim.
Teşekkürler Aysel Hocam. Yine yazının fotoğrafını çeken bir değerlendirmede bulunmuşsunuz. Şu kısmı not alsam yeridir: “Oldukça ehemmiyetsiz görünen olaylar senin kaleminle hayat memat meselesine dönüşüyor.” 🙂 Umarım daha nice yazımı okutma imkanım olur. 🙂
Çok akıcı, çok tanıdık bir hikaye olmuş Özay Hocam👏 Benim de sıklıkla yaşadığım bir durum. Ilk aklımıza gelenleri olduğu gibi samimiyetle yazmak ile duygularımızı tam anlamıyla ifade eden en doğru cümleleri bulmak arasında kalıyoruz sanırım.
Gerçekten de öyle Selin Hocam. Samimiyet ve estetik kaygısını birbiriyle uyumlu hale getirmek en güzeli sanırım. Teşekkürler vakit ayırdığınız için. Yorumunuzu görmekten büyük mutluluk duydum. 🙂
Hikayenin her anı tek tek gözümde canlandı. Ben olsam deftere ne yazardım acaba diye düşünmedim değil 😅 Bunun için günler gerekiyor sanırım,hikayenin kahramanı gibi…
Kahramanın gerçek hayatta da karşılığını bulması güzel gerçekten. Empati yaptırmasına sevindim. Vakit ayırdığın için çok teşekkürler Elvan, mutluluk duydum. 🙂
Emeklilik öncesi, iş yerinde yazmalara doyamadığım turuncu kalemlerime çok yakışmış bu öykü. Sanırım daha sık uğramalıyım buralara:) Müşkülpesenti ne güzel ağırladı kalender kalemci:)
Çok teşekkür ediyorum.
Seher Andaç
İşte, o turuncu tükenmezleri seven bir ses buldum. 🙂 Evet, kahramanımız tam bir müşkülpesent. Ve kalemci biliyor, çok görmüş böyle kişileri. Çay ikram edecek kadar anlayışlı ve sevincini paylaşıyor onunla… Ben teşekkür ederim Seher Hanım vakit ayırdığınız için. Mutluluk duydum 🙂
“Büyülü gerçekçilik” yapmaya çalışmadan gerçeğin büyüsünü ortaya çıkarmak böyle oluyor galiba. Hoşuma giden bir öykü okudum. Teşekkürler…
Ben teşekkür ederim vakit ayırdığınız için Fethiye Hanım. “ ‘Büyülü gerçekçilik’ yapmaya çalışmadan gerçeğin büyüsünü ortaya çıkarmak…” Bu tespitinizi çok önemsiyorum. Mutluluk duydum. Sağ olun . 🙂
Özay Erdem okumaları Mayıs öğleden sonrası, okul bahçesi sohbetleri gibidir. Özler, sever, sayarız. Zihin akışını çok seviyorum kıymetli yazar. Nöronların hiç durmasın, hep çiçeklensin🦩
Yazıların sende böyle bir hissiyat bırakması ne kadar güzel Nihan Hocam… Evet, ne kadar keyiflidir o okul bahçesi sohbetleri 🙂 Nöronların çiçeklenmesi de pek hoş bir dua, amin diyelim, ne denir ki başka 🙂 Vakit ayırdığın için çokça teşekkürler 🙂
Hikayeyi okurken 90’lı yılları hatırlamam ve İzmir’de olduğum hissini yaşamam tek bana özgü mü ?!?! Yine bizden bir hikaye 🙂 İçselleştirdiğimiz düşünceler ele geçiriyor ruhumuzu..Tebrikler hocam.Yine yeniden yeni hikayelerde buluşuruz..
Teşekkür ederim hocam. Mekanı hemen yakalıyorsun her zamanki gibi. 🙂 Gerçekten de içselleştirdiğimiz düşünceler bizi inşa ediyor ve öyküdeki gibi durumlar ortaya çıkabiliyor… Mutluluk duydum, dediğin gibi inşallah başka hikayelerde buluşuruz sevgili hocam. 🙂
Öykü yeteneğinin en önemli göstergesi hediye almak gibi basit bir olayı olağandışı şekilde anlatarak okuyucuyu elinden bırakmayacak şekilde bağlıdır. Orijinal ve çok hoş betimlemeler ile bunu başarıyorsun. Sıradan insanın günlük yaşamındaki bir anı keyifli bir şekilde gülümseterek okutuyorsun. Tebrik ederim 🙂
“Basiti olağandışı anlatmak ve bunu sıkmadan yapmak.” Bu tespitin beni çok mutlu etti Kürşat. Gülümsetmek zaten ana hedeflerimdendi. “Çok hoş betimlemeler” de kıymetli 🙂 Mutluluk duydum. Çok teşekkürler. 🙂
Güzel öykü. Keyifli. Gerçek bir karakter bu. Her ne kadar gerçek dışı takıntıları olsa da. Tebrikler. 💐⭐️
Teşekkür ederim Öznur Hanım. Bir öykücüden bunları duymak güzel. 🙂 Gerçekte ortaya çıkan gerçek dışı unsurlar sanırım öyküyü öykü yapan şey. 🙂
Hemen hemen herkesin başına gelmiş bir olayı bu kadar harika anlatabilmek size has bence 🙂 Hediye alırken özenle yazılmış o küçük not çok kıymetli benim için o yüzden bu hikayeyi sizin kaleminizden okumak çok keyifliydi. Teşekkür ederiz efendim kaleminize sağlık 🙂