Avustralyalı yazar Jessica Au’nun gayet sade ve yalın bir dille yazdığı Kar Havası adlı roman, farklı ülkelerden gelip Tokyo’da buluşan ve şehrin sokaklarında, kafelerinde, sanat eserlerinde geçmişin peşine düşerek bir kesişim noktası arayışının getirdiği yabancılaşmanın öyküsünü anlatıyor.

Jessica Au, Melbourne’de yaşıyor. Yazarlık dışında kitapçılık ve editörlük yapmış. 2011 yılında yayınlanan ilk romanı Cargo ile Kathleen Mitchel Ödülü’nü almış, ikinci romanı Kar Havası ile de 2020 Fitzcarroldo Editions Roman Ödülü’ne layık görülmüş ve 2023 Victorian Premier’s Kurgu Ödülü’ne aday gösterilmiş. Kar Havası, Timaş Yayınları etiketiyle ve Kübra Bodur çevirisiyle kısa süre önce okurla buluştu. Kitap, farklı ülkelerden yola çıkarak Tokya’da buluşan bir anne ve kızının burada geçirdiği zaman içinde yaşadıklarını sade, yalın ve duyguların ağır bastığı bir dille anlatıyor.

Jessica Au

Yazar kitabın açılışını anne kızın Tokyo’da bulunma niyetine dair uzun bir “açıklama”yla yapıyor. Her ne kadar anlatıcı, buraya gelme sebebini daha önce şehri görmemiş olması ve annesinin Asya’yı keşfetmek için bir nevi rehber işlevi göreceğine vurgu yapsa da yazar, okur üzerinde, ikilinin birbirilerini son kez görecekleri bir gezide buluşmuş gibi bir duygu yaratıyor. Havaalanından itibaren Tokyo gezisini anlatmaya başlayan isimsiz anlatıcı Tokyo’nun bir fotoğrafını çekiyor ve bu karede yer alan her detay için özenle seçilmiş kelimelerden oluşan cümleler kuruyor. Şehirle kimi zaman özdeşleşen kimi zaman ise yakınından bile geçmeyen bu dil, okuru kolayca içine almayı başarıyor. Bunda anlatıcının gözlemlerini günlük konuşmayla kağıda dökmesi, o satırları okuyan herkesi yakından tanıyormuş hissiyle bir samimiyet kurmasının payı çok büyük kuşkusuz. Ayrıca yine yazarın anlatımı Uzak Doğu’nun yaşam biçimiyle paralel ilerliyor. Hiç acelesi yok. Havaalanından otele gidene kadar yaptıkları tren yolculuğu sırasında gördüklerini sindire sindire, nefes alıp verir gibi kontrollü bir şekilde kağıda döküyor:

“Şehir griydi, betonla kaplıydı, yağmurdan donuklaşmıştı ama bu durum bana hiç yabancı gelmedi. Binaları, üst geçitleri, tren hatlarını, her şeyin şeklini tanıdım ama detayları, malzemeleri, hepsi tamamen farklıydı ve beni durmaksızın kendine çeken bu küçük ama anlamlı değişikliklerdi.”

Bu tanımı kafaya kazımakta fayda var zira anlatıcıyı kendine çeken bu “tamamen farklı ama anlamlı değişiklikler”, kitabın bütüne yansıyan bir duygu durumunun aktarımı olacak.

Kalacakları otele yerleştikten sonra şehri adım adım arşınlamaya başlayan anne ve kız, saptıkları her sokakta, oturup yemek yedikleri, bir şeyler içtikleri her kafede aslında ortak geçmişlerine de birer kapı aralıyor. Bu hatıralar diyarında kardeşler, kocalar, babalar hatta dayılar bile var. Ancak hepsi, ikilinin zihninde farklı bir yere yerleşmiş. Yazar belki de bu yüzden kitap ilerledikçe anlatıcıların yerlerini değiştiriyor. Bazen doktor kız kardeş yaşadıkları ortak bir ânı anlatmaya soyunuyor bazen anne devreye giriyor. Kıyısından baba konuya dahil oluyor, sevgililer, kocalar söz alıyor. Bu kadar çok öznenin konuşturulmasından anlatılanın öyle büyük bir mevzu olduğu sonucu çıkmasın. Bahsi geçen şeyler yine kitabın özüne sadık kalan, sıradan, ama nedense her fertte bir iz bırakmış durumlar. Belki de bunların tümü, yazarın, “o küçük ağacın doğal durmadığını ya da yalnız olduğunu, bir ormanda olması gerekiyormuş da burada tek başına büyüyormuş gibi göründüğünü” düşünmesindendir.

Jessica Au, kaleminin dizginlerini tamamen serbest bırakıyor. Anlatıcıların, konuların, mekanın ve zamanın değişimini hep bir anda yapıyor. Bu durumun kitabın özünde yatan “muğlaklığı” pekiştirdiğini, onu güçlendirdiğini söylememiz gerek. Kitabın bir kahramanı yok örneğin. “Neden?” sorusu misal, Kar Havası’nda asla kendine yer bulamayacak. Ancak gezinin bir gününde anne kız otururlarken, annenin söyledikleri, kitapta yer alan tüm unsularını bir arada toplayan hâl sanki. Bir “bir arada bulunma” sebebinden bahsedeceksek eğer, burada anneye kulak vermekte fayda var:

“Sonra bana değil önümüzde duran keskin, beyaz ışığa bakarak hepimizin özünde bir hiç olduğuna inandığını söyledi. Hiçbiri sonsuza dek sürmeyen bir dizi his ve arzu, dedi. Sözlerine, büyürken kendini asla ayrı olarak düşünmediğini, aksine kopmayacak bir şekilde başkalarıyla bağlantılı olduğuyla devam etti. Bugünlerde insanların her şeyi bilmeye aç olduklarını, sanki aydınlanma hemen oracıktaymış da her şeyi anlayabileceklermiş gibi… Aslında kontrolün sıfır olduğunu ve anlamanın acıyı dindiremeyeceği gibi. Hayatta yapabileceğimiz en iyi şey acı çekmek, ya bir hiçlik durumuna ulaşana ya da başka bir yerde acı çekene kadar dalların arasından süzülen duman gibi hayattan geçmekti.”

İşte Jessica Au da, Kar Havası’nda “dalların arasından süzülen duman gibi” hayattan geçen bir roman sunuyor okurlarına. Var olduğunu bildiğimiz ama dokunamadığımız, dokunmaya çalışsak elimizin içinden geçtiği, havaya karıştığı için koklayamadığımız duman gibi hayatlardan mürekkep bir roman…

Burak Soyer