“Dünya sürgünü” sözünü severim. Tabii ilk Sezai Karakoç’tan duydum. Sonra ona yapılan atıflar, göndermeler. Geçenlerde Twitter’da yazmıştı biri, babamın dünya sürgünü bitti, diye. Neden bilmem bu sözde beni etkileyen bir şeyler var. Doğrusu, dünyayı öyle bir sürgün yeri, bir sınav alanı olarak görmedim pek, göremedim bu zamana kadar. Buna rağmen bir şekilde anlamlı geliyor bana.

Öte yandan, dünya bir sürgün yeri değildir, demek de kolay değil! Dünya, tarih boyunca üzerinde yaşayan insanların çoğu için –diyebilirim ki ezici çoğunluk için– bir sürgün yeri olmuştur. Hâlâ da öyledir.

***

Eskiden muhalefete muhalefet etmek diye bir şey yoktu. Ya da bu kadar belirgin değildi, bilmiyorum. Son yıllarda açıktan ve yalnızca muhalefet partileriyle uğraşan bir köşeci esnafı oluştu. (Kimindi bu “köşeci esnafı” tanımlaması? Perihan Mağden? Belki). Şimdi bu tanım TV’deki tartışma programlarındaki köşeleri de kapsıyor. Geçenlerde gördüm, Hulki Cevizoğlu çıkmış İnönü’nün Anıtkabir’in yapımını nasıl da bilerek geciktirdiğini anlatıyor. Ne güzel dünya! 70-80 yıl önceki yöneticilerin kaprisleri ve hatalarını sayıp dökmek rahat, risksiz bir iş, sırtına herhangi bir küfe almanı gerektirmiyor. Ama hangi entelektüel böyle anılmak ister ki!

***

Bir evden proje olarak bahsedilmesini çok sevmiyorum. Ama kitaplarda öyle olmuyor. Sayfayı paragraflarla paylaşan küçük çizimler, iki yana yayılmış fotoğraflar, özel tasarım kapaklar ve bazen bir düşünceyi, bazen bir konuşmanın izlerini yansıtan derinlikli fakat kısacık metinler. John Berger’in Anne Micheals ile birlikte hazırladığı Tren Rayları adlı kitabın tanıtım yazısını okuyunca bunları düşündüm. Ve bir Berger hayranı olarak hemen edindim. Yazarın başka bir çalışmasının ön projesiymiş Tren Rayları. Çok güzel kitap, görselleri ve incelikli diliyle. Bu tip kitaplar okuma deneyimini zenginleştiriyor. Selçuk Altun gibi söylersem, bu uygulamayı benimsiyorum.

Ama dediğim gibi, kitaplarda hoşuma gidiyor, evler söz konusu olduğunda proje lafını sevmiyorum. İhtimal, Necatigil de sevmezdi!

Ferit Edgü

Ecco il Mare, Maria! Ferit Edgü’nün güzelim çok kısa öyküsü İşte Deniz Maria, şöyle biter:

Çevreme bakındım. Hiç kimseler yoktu. Bir iki sabah martısı. Hepsi bu.

Ama havadaki o üç sözcük ve ayağını suya değdiren yaşlı, küçük kadın imgesi orada, havada aslı duruyordu:

– Ecco il mare, Maria!

Her şey olup bittikten sonra havada asılı kalan sözcükler ve imgeler… Bana sorarsanız, bu cümleler sadece adı geçen öykünün finalini oluşturmaz, Edgü’nün kısa öykü sanatına bakışını da anlatır.

***

Uzaktan eğitimin adı bizim evde “kafes.” Daha doğrusu ben öyle adlandırıyorum. Masamı, odamı, bilgisayarımı ne kadar çok sevsem, bu şekilde ne kadar çok zaman geçirsem de, şu uzaktan eğitimin düşüncesi bile –gençlerin pek sevdiği bir deyimi kullanarak söyleyeyim– beni darlıyor. Bir kafese girmek gibi. Sınırlandırıcı. Sınıf ortamının sağladığı rahatlık, özgürlük ve öğrencilerle yapabileceğiniz etkinliklerin çeşitliliği düşünüldüğünde bu kafes tanımlaması çok da yersiz gelmiyor bana. Sınıf gerçekten başka; sınıfta hürüm, oraya aitim, burada ise bir göçmenim.

***

Bugün dersten sonra biraz dışarda dolaştım. Sessiz bir yağmur vardı. Sonra korunaklı bir yer bulup oturdum. Yandaki bankta bir kedi kıvrılmış, yatıyordu. Moon River’ı dinledim, birkaç kez, üst üste farklı yorumculardan. Tabii en son Frank Sinatra’dan. Yoldan insanlar geçiyordu. Tanıdık ve tanımadık yüzler. Onlardan biri bana, dünyayı sokak hayvanları için yanında mama taşıyanlar kurtaracak, diye düşündürttü.

***

Hulki Cevizoğlu’nun aldığı (ya da almadığı) tutumun başka bir boyutunu ana akım kanalların haber bültenlerinde görüyoruz. Bu kanalların haber vermek gibi bir derdi olmadığını çoktandır biliyoruz! Diyelim, haber bülteni 19.00’da başlıyor. Daha çeyrek saat dolmadan Ankara’da bir parkta uzun eşek oynayan gençlerle ilgili bir haber giriyor! Oyunun sonuna doğru kavgaya tutuşan gençlere mahalleli müdahale ediyor. Sonraki haberde kendisini durduran polis memurlarıyla tartışan bir vatandaş oluyor. Bu vatandaş pek öfkeli, biraz içkili de sanki, polis memurlarına saçma sorular soruyor, bir ara onları tehdit bile ediyor. Haber bu kişinin kimliğini getirmesi için telefonla arkadaşını arayışını, polislere kafa tutuşunu, sonra yoldan karşıya geçişini birkaç kez döndürüyor. Böylece 19.30’u buluyoruz. Şimdi hasta yavrusunu acile götüren kedinin görüntülerine geçebiliriz!

Doğrusu, bu bültenlerdeki haberler daha çok çocukların ilgiyle izleyebileceği türden şeyler! Televizyonda Survivor açık değilse ya da o an bir TikTok videosu izlemiyorlarsa pekâlâ bu haber bültenlerine de bakabilirler!

Mesut Barış Övün