Onurcan Irmak

Sese uyarılmıştım. Anlayamamıştım uykulu halimle. Işığı açmadan parmak uçlarımda ilerlemiştim. Kapının aralığından uzanmıştı gözlerim. Uyuyordu, büzülmüştü yorganına. Anne karnındaydı sanki. Soluğu dörtnala koşuyordu. Sürekli bir titreme hali. Belirsiz kelimelerden cümleler kurmaya başladı sonra. Beklemiştim kaskatı. Belirginleşmişti biri babamın ağzında, “Öldüğümde bana iş verecekler mi?” Kulaklarımda ağırlığıyla uğulduyor şimdi de. Annem dönüvermişti yüzünü. Parmaklarını babamın saçlarında gezdirmişti. Annemin parmakları ninniydi dokunduğuna. Odama dönmüştüm fark edilmemek için. Uyuyana kadar, ölüm ve işsizliği zihnimde birleştirip ayırmıştım güya o yaşımda.

Şimdi ihtiyarlığımı yaşarken ceviz içi kadar evimde, ölümün rengi üzerime geçmeye başlarken tüm solgunluğuyla, canım babamın o günkü tuhaf sorusu düşüverdi aklıma. Bilmiyorum ki baba. Sen bileceksin. Bulutların üzerinde. Şu pamuk şekeri gibi görünendesin belki. Haberdar et oğlunu. Neler oluyor yukarda? Çalışıyor musun? Orada da emeklilik var mı? Yok diyorlar buralarda. Gerçi o zamanlarda soramamıştım sana söylediklerinin ne demek olduğunu. Annemin titiz uyarısı vardı kulaklarımda, “Üzerine varma babanın. İşten çıkarttıkları için zihni bulanıyor. Çok sıkılıyor. Uykusu hiç iyi değil. Gözlerinin çevresi hep mor halkalar. Dedenin evinde kalmamız temelli yıktı onu. Daha iyi olacak. Hele bir iş bulsun da.”

Hâlbuki dedemin evi masallardaki evlerden diye düşünürdüm. Maviye boyanmış demir pencereleri. Avluya açılan tahtadan iki kanatlı kapısı. Damında inekler. Hava kararmadan her yeri sarmış süt kokuları. Sarılı beyazlı, hırıltıyla havlayan köpeği ihtiyar Akkuş… Sonra eve çıkarken gıcırdayan basamaklar. Ve hayat. Hayat, ninemin çiçekleriyle doluydu.

Annemin uyarısını görmezden gelmedim. İşinin olması İzmir’e yeniden kavuşmamızdı çünkü. Özlüyordum denizi. Ve arkadaşlarımı.

Anlatıyorum baba. Dedemle zeytinliğe gittiğimizdeydi. Diz boyu otlardı. Dallarda iri siyah zeytinler. İki kargımız ve bir yaygımız, ağacın kovuğundaydı. Kargılarla ağaca vurarak kara iri damlalardan yağmur yağdırıyorduk yeryüzüne. Soğuktu. Soluğumuz görünüyordu. Sırtımdaki atletim ıslanmıştı. Sıcak buhar dedemin kasketinin altından havaya karışıyordu. Yorulmuştuk. Kuru dalları tutuşturup ateşi gezdirmiştik üzerimizde dinlenirken.

İlerde, babasıyla olacak, benim yaşlarımda bir çocuk görmüştüm. İsmi kayıplara karışmış. Görüntüsünü hatırlıyorum. Kırmızı kazaklı. Kısa tıraşlı. Esmer yüzlü. Belinde kemer niyetine ip düğümlemişti. Çocukluğun sıkılganlığı. Nasıl olduysa birbirimizi kovalamaya başlamıştık. Soluk soluğa kalmamız, ellerimizi arkamıza alıp yürüyüşler yaptırdı ağaçların arasında.

İşaret etmişti arkadaşım sonra içi kir dolu tırnaklarıyla. Beyaz taşların sıralandığı, etrafını uzun çam ağaçlarının sardığı mezarlığı… Uzak değildi. İzni koparmıştık büyüklerden. Oraya doğru bata çıka koşarken ellerimiz kabarmıştı ısırganlardan. Yaklaşmıştık, gövdesini kireçledikleri bir sakız ağacına, çeşmenin hemen yanında. Belki hâlâ ayaktadır. Yavaşlamıştım. Dallarında asılı yüzlerce kâğıt! Arada çirkin bebekler ve salıncaklar da vardı. İlk defa görmüştüm süslü ağaç. Arkadaşım anlatmıştı dilek dileyenlerin dua ağacı olduğunu. Merakla yazılanları incelemiştim. Kâğıda çizilmiş evler, arabalar. İyileşmeyi dileyenler. Sevdiğine kavuşmayı isteyenler…

Fazla oyalanmamıştık. Dedemin çatallı sesi güvercinleri havalandırmıştı. Kanat çırpma sesleriyle ismim karışmıştı gökyüzüne. Çeşmeden su içip geri dönmüştük. Fakat aklıma kazınmıştı orası. Eve döndüğümde nineme sormuştum. Hayatta, sedirin üzerinde oturuyordu. Serinlikte, topukları çatlamış çıplak ayaklarıyla. “Orada dilek dilerler sıpam. Gerçi kâğıt sararır, solar ama dilek tutar mı bilmem. Orası Allah’a kalmış. Sen dua et gönlünce. Söyle Allah’a istediğini. Çocukların duası kabul olur.”

Ah baba… Parmaklarım ayakkabıma sığmıyordu artık. Dualarım işe yaramamıştı. Sen dedemin hayvanlarına bakıyordun uzun zamandır. Yine keyifsizdin. Gözlerin kıpırtısızdı. İzmir’deki mahallemiz de siliniyordu gözlerimden. Konuşmalarımız hep havada yüzüyordu. Çok korkuyordum öleceksin diye. Yine uyuyamamıştım o gün.

Ertesi gündü. Okul dönüşü, servisten iner inmez ağlayarak mezarlığa koşmuştum. Şüphesiz yazı kalıcıydı. Defterimin ortasından koparmıştım yaprağı. Tükenmez kalemle kâğıda, Babam ölmesin Allah’ım. İzmir’de iş bulsun, yazmıştım. Ağacın dallarına değil, gövdesine bantlamıştım dileğimi. Bir de iple sarmıştım kâğıdı. Sıkıca tutunsun istemiştim ağaca.

Çok geçmeden taşınmıştık baba. Benim kelimelerim ağacın gövdesinden gökyüzüne basamak yapmıştı sanırım. Gün doğmadan, buz gibi ayazda kamyonla çıkmıştık yola. Bambaşka bir evdi vardığımız. Kuruyan gözlerimizle baktığımız. İlk önce eski mahalledeki evimizi düşünmekten yollarını hep karıştırıyordum. Yerin altına iniyorduk çünkü. İndikçe adımlarımız yankılanıyordu. Daralıyordu kapıya vardığımızda her şey. Biz de sığmak için küçülüyorduk. Zorlanıyordum. Ay geçmemiştir üzerinden. Mutfağın küçük kare penceresindeki kirli karanlığı kazımıştın. Nasıl da yarın sızmaya başlamıştı oradan.

Fakat anlattıklarımı duyabiliyor musun? En iyisi bunları da yazayım. Yarın okurum. Sonra kâğıdı koyup toprağınla örterim üzerini. Bakarsın az önce görünen pembe buluttan yağmur serpilir. İyice toprağına karışır hem yazdıklarım.

Onurcan Irmak