Şeyda Apaydın ile ilk öykü kitabı “Gece Sütü” hakkında söyleştik.

Münire Çalışkan Tuğ

İçinde birbirinden güzel, her biri oya gibi işlenmiş on beş öykünün yer aldığı kitabınız Gece Sütü yayımlandı. Yolunuz açık olsun. Okurlarımız için kendinizden söz eder misiniz?

Güzel dilekleriniz ve nazik değerlendirmeleriniz için teşekkür ederim. 1968’de Kars’ın Susuz ilçesinde, eski meşhur adı ile Cilavuz’da doğdum. Cilavuz Köy Enstitüsünün kapanmasının ardından adı değişen, ancak yıllarca yine o ruhla eğitim veren Kâzım Karabekir Öğretmen Lisesinde babam kütüphane memuruydu. Derslerim bitince babamın yanına, kütüphaneye, gidiyor, mesaisi bitinceye kadar orada oturuyor, bol bol kitap okuyordum. Okudukça, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi çok sevmeye başladım. Çünkü onların kitaplarında anlatılan hayat bana çok tanıdıktı. Kar, kış, soğuk ve evimiz… Rus yapısı bir kışladan lojmana dönüştürülmüş, kocaman taş duvarları, kapı gibi pencereleri olan bir evde yaşıyorduk. Arka odalardan birinde, peç (Rus mimarisinde odaları duvarların içinden ısıtmak için kullanılan şömine benzeri ocak) bile vardı. Yemeklerimizin, sebze ve meyvelerimizin, mutfakta kullandığımız bardak çanağın adları bile o kitaplarda vardı. Müziklerimiz, oyunlarımız, dedelerimizin taktığı kalpaklar, ninelerimizin sarındığı yün şallar hep aynıydı. Kış ve soğuk korkusu Rus yazarların kitaplarındaki gibi, bizim de ensemizdeydi hep. O yüzden aynı iklimi ve benzer coğrafyayı paylaştığım, aynı ayazı soluduğum Rus edebiyatı, benim için edebiyatın geniş evrenine açılan bir kapı oldu.

1985’te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümünü kazanıp Ankara’ya geldiğimde hem okuluma hem de şehre uyum sağlamam zaman aldı. Bu süreçte en çok sığındığım yer, okulumuzun kütüphanesi oldu. Orada kendimi rahat ve mutlu hissediyordum, tanıdıklarım vardı raflarda. Hem okuyor hem de kendimce bir şeyler yazıyordum. Daha sonra okulumuzun eğitim mutfağına, Görünüm Gazetesi’ne girdim. Yazdıklarımı ilk kez orada basılı hâlde görmek çok büyük mutluluktu. Okul bitmeden, bir gazetede staja başladım. Ardından başka bir gazetede işe girdim. Mesleğime, çeşitli basın kuruluşlarında, Parlamento Muhabiri olarak 2013 yılına kadar devam ettim. Emekli olduktan sonra gündemim sadece okumak ve yazmak oldu. Bazı öykülerimi, kitaplarla ilgili inceleme yazılarımı, edebiyat sitelerine gönderdim. Bu süreçte, “Damla Sakızı” adlı öyküm, 2019’da “altKitap Öykü Yarışması”nda ikinciliğe değer görüldü. Bu beni yazmaya daha çok teşvik etti.

Lamartine en iyi şiirlerinden birini nasıl yazdığını anlatırken, bir gece ormanda gezindiği sırada şiirin ani bir ilhamla, eksiksiz olarak aklına geldiğini söylemiş. Sizin öykü konularınız sizi nasıl buluyor, onlara kapıyı araladıktan sonra çalışma masasında nasıl ilerliyor süreç?

Öykü konuları beni mi buluyor, ben mi onları, bilemiyorum. Galiba iki taraflı. Yaşamın temposu içinde hızla koşturan insanların yüzlerine, gözlerine, zamanın onlarda bıraktığı izlere bakıyorum. Marcel Proust’un dediği gibi, “Zaman, yavaş çalışan bir ressam” ve insanları bir tablo gibi işliyor. O tablolara baktığımda bazen sevinç, bazen hüzün, bazen bir heyecan yakalıyorum. Bazen de hiçbir şey belli etmeyen donuk bir yüzün ardındaki yükü görüyorum. Kimi zaman onların yaşadıklarını yüreğimde hissediyorum, kimi zaman da onlar kendileri anlatıyor. Sokakta duyduğum bir cümle, duvara spreyle yazılmış rastgele bir yazı, öykünün tetikleyicisi olabiliyor. Bir de içimde yıllardır dolaşıp duran anlar, anılar var. Onlarla dışarıda olanlar birbirine tutunuyor, bir öykünün harcı oluyor kimi zaman.

Çalışma masasında yazma süreci çok hızlı işliyor benim için. Asıl meselem, o masaya oturabilmek. Masadan hep kaçıyorum desem, yalan olmaz. Kaçıyorsam, tam oluşmamıştır yazacaklarım. O yüzden etrafında dolanıp dururum uzunca bir süre. Öykünün iskeleti oluşmuşsa, otururum masaya. Genellikle gece yarısı başlarım yazmaya. İçimdeki sesleri o zaman daha net duyarım ve sabahlarım, o süreçte, yazacaklarım bitince uyuyabilirim ancak.

Rüya Çanı adlı öykünüzdeki karakter hep ertelemiştir yazmayı, sonra yazarım diye aldığı notlar, zamanla neye yoracağını bilemediği şifrelere dönüşmüştür. Yorgun öyküleri, beklemekten sararmış, çillenmiş kâğıtları sıralayıp sehpaya dizer. Yazacaktır, çünkü yazmak kendisi ile barışmaktır. Sizin için de yazmak kendimize yaptığımız bir yolculuk mu? Gece Sütü nasıl bir yolculuğun ürünü?

Evet, yazmak iç dünyamıza bir yolculuk elbette. Ama benim için farklı bir anlamı da var. Bir gün Kuğulu Park’ta, başını geriye çevirip boynunu kanatlarının arasına yerleştirip uyuyan bir kuğu görmüştüm. Uzunca bir süre seyrettim onu. Şehrin gürültüsüne rağmen kendinde dinlenebiliyordu. Öykü yazmaya başlayınca, kendimi onun gibi hisseder oldum. Hayatın ağırlığından, gürültüsünden kurtulmak için kendimde dinleniyorum diyebilirim. Yazmak, kendini dinlemek kadar kendinde dinlenmektir bana göre.

Gece Sütü yolculuğu, yaşamın akışında beni etkileyen ne varsa, aldığım notlarla başladı. Bu yolculuk, benim de içinde olduğum bir trende geçiyor aslında. Tren koca bir yaşam… Hiçbir istasyonda durmayan bir tren bu. İçindekilere ne olursa olsun, devamlı ilerliyor. Her bir kompartıman da içinde ayrı ayrı insanları, onların dünyalarını barındırıyor. Ben onlarla aynı trende, aynı yöne doğru ilerlerken…

Gece Sütü için sadece on beş kompartımanın kapısını açıp gördüklerimi, görebildiklerimi anlattım. Gördüklerim kimi zaman keyif verdi, kimi zaman yüreğimi acıttı. O kapıları tek tek açmak, oralarda olanları anlamak, yazmak zevkli ve nispeten kolaydı da, yazdıklarımı okura ulaştırmak zorlu bir süreçti. Çünkü yayınevlerinin çoğu, sıkıntılı olan bu süreçte eğer tanınmış bir isim değilseniz, dosyanızı değil değerlendirmeye almak, okumuyor bile. Dosyamı onlarca yayınevine yolladım, çoğundan cevap bile alamadım. Son olarak internette ARTE Yayıncılık’ı gördüm ve oraya dosyamı gönderdim. Kısa sürede cevap geldi ve ilk kitabını yazanlara ön yargısız bir şekilde kapısını açan ARTE, Gece Sütü’nün lokomotifi oldu. O yüzden kendimi şanslı hissediyorum.

Şeyda Apaydın

Kitabınızın arka kapak yazısını usta yazar Abdullah Ataşçı kaleme almış. Abdullah Ataşçı, “Şeyda Apaydın insanın karanlık tarafını aydınlığın içindeki sözcüklerden aldığı elle yazıyor. Öykülerinde emniyetli gördüğümüz hayatlarımızın aslında ne kadar çabuk alt üst olabildiğini, tekinsizliğin en güvendiğimiz mekânlarda dahi kol gezdiğini fısıldıyor kulağımıza.” diyor. Pek çok kişi “tekinsiz” kavramını genel olarak “güvensiz” anlamında kullanırken Abdullah Ataşçı tam da Freud’un kastettiği gibi, tekinsizliğin “yakın çevremizden, emniyetli gördüğümüz yerlerden gelen olumsuzluklar” olduğunun tespitini yapıyor. Kitaba adını veren Gece Sütü bu anlamda en tekinsiz öykülerden biri. Ne dersiniz, aile içinde bireyleri yaralayan, “Aman görülmesin, duyulmasın!” diye üstü örtülen, örtülmek istenen böylesi durumlara neden dikkat çeker Şeyda Apaydın? Edebiyatın tekinsizliklerle mücadelede nasıl bir işlevi vardır?

Doğrusu üzeri örtülen durumlara dikkat çekmek için özel bir çaba içinde değilim. Böyle bir çaba içine girersem, böyle bir kaygı taşırsam, gerilirim. O zaman öykü değil, haber yazmaya çalışıyor gibi hissederim. Oysa öykülerimde daha çok yüreğime dokunan konuları yazıyorum. Bakış açımda belki hâlâ haberciliğin izleri olabilir. O yüzden bu gibi konulara farkında olmadan dikkat ediyor olabilirim.

Edebiyatı ne tekinsizliklerle ne de başka konularla “direkt” mücadele aracı olarak görüyorum. Bana göre edebiyatın asli işlevi, mücadele aracı olmak değildir. Edebiyat yaşamın aynasıdır. Yaşamda ne varsa onda da o görünür. Yansıyanı aynada değiştirmek mümkün değil. Eğer bir şeyler ters gidiyorsa, aynadaki yansımaya konu olanı değiştirmek gerekir ve bu edebiyatı aşan, başka alanların, başka disiplinlerin konusudur. Mücadele için “farkındalık” bir araç ise edebiyat ancak “farkındalık” sağlayarak mücadeleye “dolaylı” katkıda bulunabilir.

Tahterevalli öykünüzdeki Naif, anı ve günlüklerinden bir senaryo yazıyor eski “ben”i özgürleştirmek için. Kendimizi dışımızdakilere anlatamadığımız zamanlarda yazmak mı yetişir imdadımıza ya da yaşadıklarımızdan uzaklaşmak, kendimizden kaçmak mıdır yazmak?

Kimi zaman kendimizi dinlemek, kimi zaman yaşadıklarımızdan uzaklaşmak, kimi zaman da kendimizden kaçmak için yazabiliriz. Bu, kişinin o anda neler hissettiğine bağlı. Bireyin kendiyle ilişkisine bağlı. Naif’in senaryosu da bir kaçış, bir çıkış o öyküde.

Rüya çanı, bavul, duvar, yol, yolculuk, çatlayan ayna, avuçtaki güvercin kanadı gibi pek çok güçlü imge var öykülerinizde. Bu imgeler okurun da öyküye dâhil olup kendi duvarlarını görmesini, rüyalarını yorumlamasını, yaşamını sığdırmaya çalıştığı bavulları, günlükleri anımsamasını sağlıyor. Öyküde, şiirde, romanda anlamı çoğaltan, her okurun kendi kapısını aralayıp içeri girdiği bu imgeler okuru yakalamada nasıl bir güce sahip?

Her imge her okurda farklı duygular uyandırır. Okur kendi dünyasındaki duygu ve bilgi birikimine, yaşam deneyimlerine göre, imgeleri algılar. O yüzden imgelerin okuru yakalamadaki gücü okura göre değişir. Yazarın vermek istediğinden daha fazlası da olabilir bu, daha azı da. Okur kendine uyanı kuşanır. Kitabı okuyanlarla konuşuyoruz bazen. Görüyorum ki kişi en çok kendi yaşamından bir şeyler bulduğu öyküyü ve imgeleri seviyor. İmgeler, yazarla ya da yazılanla okur arasında mıknatıs etkisi yaratıyor sanırım.

Öykülerinizde okuma ve yazma ile iç içe olan karakterler çoğunlukta. Bunun sizin için özel bir anlamı, önemi var mı? Yoksa kendiliğinden gelişen bir durum mu?

Siz söyleyince bunu düşündüm, farkında değildim. Sanırım kendiliğinden gelişen bir durum. Okumanın yazmanın yaşamımdaki yeriyle ilgili bir yansıma olabilir bu.

Okuruyla oyunlar oynayan öyküler var kitabınızda. Beklenmez sonlar, akraba öyküler, akla durgunluk verecek durumlara neden olan kokular… Birkaç beklenmez son okuyunca hemen gardımızı alıyor, şaşırtmaya karşı uyanık olmaya çalışıyoruz, derken bir başka şaşırtmaca ile ters köşe oluyoruz. İki ayrı öyküde farklı biçimlerde kullanılan bavul çıkıveriyor okurun karşısına. Sonra kaynağı belirsiz bir kokunun ardına takılıyoruz. Merakımız iyice doruğa çıkmışken bizi gülümseten beklenmez bir sonla bitiyor öykü. Bir başkasında zihinsel melekeleri altüst olan kadının durumunu anlamaya çalışırken yine gülümseten bir son. Bir yanda okurun içine taş gibi oturan diğer yanda onu gülümseten öyküler. Yaşam da öyle değil midir, hızla geçeriz bir duygudan diğerine. Siz öykülere bu oyunları yerleştirirken neler düşündünüz?

Yaşam gerçekten de söylediğiniz gibi. Hüznünüzü yaşayamadan sevince, sevincinizi yaşayamadan yas tutar hâle geçebiliyorsunuz. O yüzden kitapta can yakan öyküler olduğu gibi gülümseten öyküler de var.

Genelde öykülerin omurgası kafamda netleştikten sonra bilgisayarın başına geçerim. Başlangıçta tasarladığım öykü, yazdıkça değişir, değiştikçe bazen ben bile şaşırırım sonuna. İçime sinerse, bilgisayarın başından kalkıp bir iki gün hiç bakmam, sonra bir yabancı gibi okumaya, acımasızca eleştirmeye başlarım, değiştiririm… Kimi zaman başlarken düşünmediğim sonlar, bir anda geliverir aklıma. Kimi zaman baştan sonunu bilirim de, sona ulaşmak için ete kemiğe büründürmek gerekir yazılacakları. Bu bir sihir aslında. Bazen o beni yönetiyor bazen de ben onu. Ancak tek bir amaç var, o da anlatmak…

“Yaşadıkça ölüyorum,” cümlesi ile güçlü bir giriş yapılan Gelincik adlı öyküde anne ve kızı arasındaki aşılamayan duvarlar işlenmiş. Anneye yazılan uzun bir mektup gibi de okuyabileceğimiz öyküde, ilişkilerin gücünü vurgulamak için olsa gerek, kendi toprağından başka bir yerde yaşayamayan gelincik ve Sekoya ormanındaki ağaçların içten yanması ile annelik durumu doğayla bütünleştirilerek anlatılmış. Bu öykü üzerinden yaşama tutunabilme, doğayla bütünleşme, anne-çocuk ilişkileri hakkında neler söylemek istersiniz?

Yaşayabilmek, sadece insanlar için değil, tüm canlılar için çok incelikli mücadeleler sonucunda elde edilen zafer. Evrim sürecinde her canlının bu zafere ulaşmak amacıyla geliştirdiği mekanizmalar, başka canlılarla kurduğu bağlar var. Yaşama tutunabilmek, mücadele edebilmek için her şeyden önce bir zemin gerekli. Bazıları için sadece “bir zemin” olması yeterliyken bazıları için ise sadece bir zemin değil, “sevdiği bir zemin” gereklidir, aksi takdirde yaşayamaz. İşte Gelincik öyküsündeki karakter de yaşayabilmek için sadece zemine değil, sevdiği bir zemine ihtiyaç duyuyor. Doğadaki incelikler, bazı insanların yaşamıyla aynı noktada kesişebiliyor. Sanırım narin bir öykü karakterinin isteyebilecekleri, narin bir çiçekle, bir gelincikle bu yüzden özdeşleşti.

Sekoya ağacına gelince… Bu benim yüreğime çok dokunan bir benzerlik. Sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde yaşanırmış. Ağaç içten içe yansa da dışarıdan bir şey görünmezmiş. Anneler gerçekten öyle değil midir? Pek çok acıyı kendi içlerinde yaşar, dışarıya, özellikle de çocuklarına, sevdiklerine belli etmezler. Onların çektiği acıları, dışarıdan bakan kimse görmez, anlamaz, her şey normalmiş gibi görünür.

Bir anneyi Sekoya ağacına, genç bir kadını gelinciğe benzeterek doğayla bütünleşmenin önemini vurguladığınızı düşündüm. İstinat Duvarı öykünüzde ise bir elma ağacını Nikos Kazancakis’in Zorba romanındaki Madam Ortans’a benzetmişsiniz. Bu benzetme nasıl oluştu?

Doğada pek çok şey belli noktalarda kesişiyor, birbirine benziyor, birbirinden destek alabiliyor, dedim az önce. Bunlar değişebiliyor. Ancak bir başka şey var ki, o hiç değişmiyor: İnsanın acımasızlığı, vicdansızlığı… Binlerce yıldır iyiliklerin, güzelliklerin olduğu her yerde devinip duran acımasızlık, bir virüs gibi fırsatını bulduğunda hep ortaya çıkıyor. Nikos Kazancakis’in “Zorba” romanında Madam Ortans’ın ölüm döşeğindeki hâli, bu acımasızlığın, vicdansızlığın ortaya çıktığı üzücü sahnelerden biridir. Bana çok dokunur. Madam Ortans ölüm döşeğindedir, can çekişmektedir. Bunu haber alan köylüler evine doluşup, eşyalarını talan ederler. O ise son nefesini verirken olanları görür, bir şey yapamaz… İşte İstinat Duvarı öyküsündeki elma ağacı, bu yüzden Madam Ortans’a benzer. İnsanın vicdansızlığı, bu kez ona yönelmiştir. Birazdan kesilecek olan bir elma ağacına, ellerinde poşetlerle yanaşan insanlar, o daha ölmeden dakikalar içinde dallarını vahşice kırarak elmaları toplarken, Madam Ortans’ın eşyalarını talan eden köylülere benzerler.

Size, “Neden öykü?” diye sormayacağım, “Roman yok mu?” da demeyeceğim. “Şeyda Apaydın bugünlerde kimlerin metinleri ile boğuşuyor, bize hangi yazarların külliyatı ile ilgili değerlendirmeler yapacak, neler okuyor, yolda neler var?” diye soracağım.

Gece Sütü’nün basılması ile üzerimden bir yük kalktı. O yüzden bir ferahlama ve mutluluk dönemindeyim. Önceden okuduğum ve incelemelerini yazmadığım, notları alınmış kitaplar var. Onları yazınca görürsünüz, kendimi bağlamayayım, belki kaçarım yine. Öyküler sırada bekliyor. Kim bilir belki bir de roman olur. Çok teşekkür ederim incelikli sorularınızla beni mutlu ettiğiniz için.