Osman Akınhay: Sevgili Erdal, 2003’te yazdığın ve ben Everest’in editörüyken, “Unutulmayan Kadınlar” dizisinde yayınladığımız, biyografinin yazılmasının teşvik edilmesi ve hazırlanmasında çok dahlim olan “Sevgi Soysal – Yaşasaydı Aşık Olurdum” başlıklı kitabın bu ay Agora Kitaplığı’ndan 5. basımını yapıyor. Aradan 20 yıl geçtikten sonra yeniden basılırken, Sevgi Soysal’ın kızı Funda Soysal Twitter’da, “Ne kadar güzel yazılmış olursa olsun, yanlış, anneme büyük haksızlık edip, onu gelişmemiş erkek gözüyle yalnız kalamayan kadın gibi acayip bir kutuya koyup kaldıran bir biyografi. Annemi bu kitapla tanıdığınızı sakın sanmayın, kolaya kaçarsınız,” paylaşımını yaptı. Bu tweet yankılandı, beğeni aldı, retweet yapıldı ve kitabın aile tarafından “onaylanmadığı” izlenimi doğdu. Daha sonra yine Twitter’da Eylem Akınhay’la yazışırlarken Funda Soysal, “Hayır, onayımız filan alınmadı; ben o zaman ancak merak ediyordum zaten; teyzem Milliyet Sanat’ta itirazını yazdı; babam ise hiç görüşmedi bile,” dedi. Bize kitabın yazımı hemen hemen tamamlandıktan ve baskıya hazırlanırken, matbaaya gitmeden önce, kitabın çıktılarını aileye dağıtmanız ve aile fertlerinin yorumları, tepkileri konusunda neler anlatmak istersiniz?

Erdal Doğan: Aslında kitabın yazılma sürecini anlattığım “Sizinle Sevgi Soysal’ı Konuşmak İstiyorum” başlıklı günlük, sorduğun ilk tepkileri anlatıyor. O günlükte sadece aile üyeleri değil bir döneme ve Sevgi Soysal’ın yaşamına tanıklık etmiş dostları, arkadaşlıkları da yer alıyor. Liste hayli kalabalıktı. İlk eşi Özdemir Nutku, ikinci eşi Başar Sabuncu’yla da görüşmüştüm. Mümtaz Bey görüşmek istememişti.
Kitabın hazırlık aşamasında tanıklıklarını dinlediğim kişilerin bilgilerini yine Sevgi Soysal’ın yakın çevresinden farklı isimlerle “teyit” etmeye özen gösterdim. Bu yöntemi aile üyeleri için de uyguladım. Aynı soruları defalarca farklı isimlere sorduğum oldu. Hafıza bazen yanıltabilirdi. Bana anlatılanları en son yazdıklarıyla da kontrol ettim. Hepimizin bildiği, benim de kitabımda detaylıca anlattığım gibi, Sevgi Soysal yaşadıklarından beslenen bir yazardı. Dolayısıyla anlatılanlardan bazılarına hikâyelerinde, romanlarında, anılarında, gazete yazılarında karşılaşıyordum. Yazım sürecine geçişim tüm bu kontrollerin ardından oldu.
O süreçte kitabın günlüğünü yazmaya karar vermiştim. Hayatımda tuttuğum ilk ve tek günlük de budur. 20 yıl sonra sosyal medyada olanlara bakınca, “Aslında burada sorulanların hepsinin yanıtları günlükte var,” dedim ama o alem gerçekten başka… Belli ki durup kimselerin günlüğe filan bakacak vakti yok… İyisi mi burada biraz bahsedelim.
Görüştüğüm her isim, günbegün orada; tepkileriyle birlikte.
Hatta o hayranlık dolu tepkilerden birini kitabın başlığına taşıdım; tepki gösterenin isminin bende saklı olduğunu yazdım. Üstelik o hayranlığın o kuşaktan sonraki kuşaklara geçtiğini, benim de o hayranlığın etkisinde olduğumu…
Belli ki sosyal medyada o günlüğü ya da o kitabı okumadan “öfke”yi like’layan, like’ı retweet’leyen, retweet’i alıntı tweetle süsleyen pek çok kişi, sorduğunuz tepkileri okumadan buraya bakmayı tercih edecek.
Peki. Öyle olsun. Önce günlükten çok azını aşağıda paylaşmak isterim, sonra günlükte olmayanları:
7 Kasım 2001, Çarşamba gününden:
Bugün Mine Hanım’la görüştüm. Sevgi’nin en küçük kardeşi. Ablası için elinden gelen her şeyi yapacağını, yapmak istediğini söylüyor, bunları söylerken de heyecanlanıyordu. “Ablamı konuşabileceğim annem, babam öldü, ama sizinle konuşacağım.”
27 Aralık 2001, Perşembe gününden:
Funda Soysal’la görüştük, Sevgi’nin en küçük kızı. Çok benzediği annesini çok da merak ediyor. O yüzden onun bana sorduğu sorular daha fazlaydı. Elindeki mektupları ise okutmak istemedi, bir gün onları yayımlayabileceğini söyledi.
21 Ocak 2002 Pazartesi gününden:
(..) Erdal Öz’le görüştüm. “Kimseyi incitmek istemiyorum,” dedi. O minvalde bir görüşme yaptık biz de, kimseyi incitmeyecek şekilde. Erdal Bey’e, Fethi Naci’yle yaptığım telefon görüşmesini anlattım. Fethi Naci, yeni bir yayıneviyle anlaştığını, iki ay içinde bir kitap yetiştirmesi gerektiğini, bu nedenle benimle Sevgi hakkında konuşmaya vakti olmadığını söylemişti. Böylesi bir gerekçeyi anlamakta güçlük çekmiştim. Aynı güçlüğü Erdal Öz de çekti. (…) Kaya Bey, Sevgi’nin ağabeyi. Çok uzun bir sohbet yaptık onunla. Hatırlamak denilen şeyin ne demek olduğunu bu görüşmede anladım.
Hatırlamak, geçmişi düelloya davet etmeye benziyor. Yaralanan, hep hatırlayan oluyor.
17 Mart 2002
Her görüşme kuşkusuz farklı bir önem taşıyor kendi içinde. Ama bazı isimleri yine de ayırmak gerekiyor. Başar Sabuncu bu isimlerden biri. Ve bugün onunla görüştük. Aliye ve Mithat Yenen’in kendi çocuğu gibi gördüğü, Duygu, İzzet ve Mine’nin ise ağabey-kardeş ilişkisi kurduğu Başar Sabuncu. Ankara, onun için yalnızca sevdiği kadını ifade etmiş. Çocuklarsa, Sevgi’nin ilk oğlu Korkut’u…
Bu günlüğe tekrar döneceğiz.
Kitap hazırlanırken dikkatimi çeken tepkilerin en belirgin ortak yanı, hiçbir aile üyesi ya da hiçbir dostunun Sevgi Soysal’ın bütün bir yaşamına tanıklık etmeyişiydi. Hemen herkes onun hayatının bir döneminde yer almış, sonra kaybolmuştu. O yüzden aile üyeleri kadar arkadaşları da içinde olamadıkları dönemleri merak ediyor, sorular soruyorlardı. Belli bir süreden sonra izini kaybettikleri Sevgi Soysal neler yaşamıştı?
Bu minvalde, Funda Soysal’ın annesi hakkında sorular sorması günlükte yer alan kısımdı, yer almayansa, “Biz annemizi sizin sayenizde tanıdık,” sözleriydi.
Mine Kazmaoğlu’nun eşi Adnan Kazmaoğlu’nun dediği gibi, Sevgi Soysal’ın yaşamı adeta bir puzzle’dı.
Adnan Bey kitap çıktıktan sonra, annesini üç yaşındayken kaybeden Funda Soysal’ın sözlerine kendi penceresinden, “Erdal Bey puzzle’ı birleştirdi” sözleriyle katılacaktı.
Onun bu tespitini kitabı takdim etmeye gittiğim gün Sevgi Soysal’ın kız kardeşi Mine Kazmaoğlu, teşekkürüyle birlikte iletecekti.
Özetle, Funda Soysal’ın sözlerini, Adnan Bey’in bu güzel tespitini sonraki baskılara ekleyebilirdim. Ama bazı şeyler sizde kalmalı, diye düşündüm hep.
Bunları şimdi paylaştığıma göre sonraki baskılara ekleyebilirim öyleyse.
Peki, başka ne mi ekleyebilirim?

Kitabın neredeyse hemen her aşamasında Mine Hanım’la karşılıklı konuşmalarımız oldu. Kitabın yazım aşaması tamamlandığında aile üyelerine birer kâğıt çıktısı vermeyi ihmal etmedim.
Mine Hanım’ın itirazı, Sevgi Soysal’ın ilk çocuğu Korkut’la ilgili bölüme olmuştu. Funda Soysal ise özellikle annesinin eşlerinden ayrılma süreçleri ve o süreçlerdeki duygu durumları konularında endişelerini dile getirmişti.
Olabildiğince bu bölümleri çalıştım. Hem yayınevinde editoryal hem de dışarıdan farklı isimler tarafından okumaları yapıldı, incelendi. Aileye o bölümlerle ilgili açıklamalarımı yaptım. Aile üyelerinden hiçbir isim, “Bu kitap olmamış, bu kitap ‘gelişmemiş bir erkek gözüyle yazılmış’, dolayısıyla yayınlanmasın,” demedi.
Bu adı konulmamış onaydı aramızda. Bir kâğıt imzalamadık kesinlikle.
Çıktılar okunduktan sonra Mine Hanım’dan künye sayfasında belirtilen fotoğrafları aldım. Mine Kazmaoğlu’nun metne rızası olmasaydı bu fotoğraflar da verilmezdi.
Böylece “Sevgi Soysal Yaşasaydı Aşık Olurdum”, katkıda bulunan her isme teşekkür edilerek matbaaya gönderildi. İlk baskısı Şubat 2003’te yapıldı. İki ay içinde bu baskı hemen tükendi. Mart ayıydı galiba, sonradan öğrendik ki Ankara’da birileri korsan baskısını yapmıştı. Ardından yayınevi de Nisan ayında 2. baskıyı yaptı.
Bu tarihler, “kitap kısa sürede çok ilgi gördü, beğenildi vs.” için değil, şunun için önemli: Ocak ayında aile üyelerine kitabın kâğıt çıktısı, Şubat ayında matbaa baskısı, hem aileye hem de kitapta adı geçen her isme teslim edildi.
Hiç kimse onaya zorlanmadı ama hiç kimse! Biri çıkıp da, “Ben bu kitabı istemiyorum!” dese o kitap basılmayacaktı zaten. Denmedi. Veya basılmış halini gördükten sonra itiraz edip toplatılma kararı da alınabilirdi. Alınmadı. İki ay sonra ikinci baskı için tekrar matbaaya gitti. Bu süreçlerin hepsi biliniyordu. Kimse matbaaya “Dur” demedi. Yani bu kitabı yayınlatmamak, yazmaktan ve yayınlamaktan çok daha kolaydı. Kolay olan tercih edilmedi.
Ama ne oldu?
Bu sorunun yanıtı da günlükte. Oradan aktarayım.
26 Aralık 2002
Süreyyya Evren söyledi: “Varlık dergisinde bir tarama yaptık. Sevgi’den sonra yirmi beş yıl boyunca hakkında hiçbir yazı çıkmamış, Aralık 2001 tarihine kadar.”
Saatlerce bunun nedenleri üzerine konuştuk. Sonra, 2002 Aralık ayında yazılanları…
Türkiye’nin en önemli yazarlarından birine edebiyatın en önemli kalelerinden Varlık dergisi 25 yıl sayfalarını açmamıştı. Sevgi Soysal hakkında Varlık dergisinde 25 yıl sonra yayınlanan yazının öyküsü de günlükte. Yine oradan aktarayım:
17 Ekim 2001, Çarşamba
Say Yayınları’na, Murat’a (Batmankaya) uğradım. Enver Ercan geldi. Çalışmamı biliyor. Uzun süredir aradığım, Mümtaz İdil’in kitabı “Bir Sevgi’nin Öyküsü”nü Kültür Bakanlığı Yayınları’nda gördüğünü söylüyor. Aynı gün gidip alıyor ve hemen aynı gün okumaya koyuluyorum. Ama unutmadan; Enver Ercan’ın bir de teklifi oluyor: “Senin kitaptan bir bölümü Varlık’ın Aralık sayısında yayımlayalım…”
“Yayımlayalım…”
(Burada Enver Ercan’ı özlemle anıyorum.) Aile bütün bunları biliyordu. Belki de abartılı bir şekilde her şeyi paylaşıyordum. Neyse. Bakın, Ankara seyahatlerimden birinde Sevgi Soysal’ın diğer kızı Defne Soysal’la buluşmamızı da günlüğe yazmıştım. Şunlar olmuştu o gün:
28 Kasım-2 Aralık 2001
(…) Defne Soysal, annesine ne çok benziyor! Görüşmemiz ise neredeyse bir faciayla sonuçlanacaktı. Varlık’ta çıkacak yazıyı merak ediyordu. Ben de yanımda taşıdığım diskette bir kopyasının olabileceğini söyledim. Ama disket biraz arızalıydı. “Bilgisayarı bozabiliriz,” dedim. “Bir şey olmaz,” dedi. Disketi taktık, ama çıkarmak gerçekten zor oldu. Üstelik yazının kopyası da yokmuş içinde. Toka filan derken, kurtardık caanım lap top’u.”
20 yıl sonra ne oldu?
Bilmiyorum.
Ben 20 yıldır aynı telefon numarasını, aynı mail adresini kullanıyorum.
Bildiğim tek şey, hiçbir şeyin aileden gizli saklı yapılmadığı, yazılmadığı. Bu, bütünüyle edebiyatımızdaki önemine sonuna kadar inandığım yazara duyduğum saygıdandı.
İzin verin, o saygıyı korumaya devam edeyim.
Teşekkür ederim.
Erdal Doğan
21 Mart 2023