Geçen gün bizim sokakta bir duvarın üstünde gördüm sizi. Yağmur da düşmemişti üstünüze ki rahat okunur haldeydiniz. Hemen yerinizden kaptım tabii sizi; elime alıp sayfalarınızı karıştırdım. Hem de 320 sayfaydınız, 11 ayrı hikâye.

Şaşırdım önce; haberim yoktu varlığınızdan. Hikâyeler de mi yazmış, dedim kendi kendime. (Acaba Türkiye’de Sontag basan diğer yayıncılar farkında mıydılar bu kitabın, ya da yayın hakkını çoktan almış olabilirler miydi ajansınızdan, diye merak ettim içimden; halbuki varlığınızı bilmediğim için önce utanmalıydım, değil mi?)

Gerçi bu ilk rastlayışım değildi yazarınızla. 1999’da Altıkırkbeş’in yayınladığı Fotoğraf Üzerine ile ta 1988’de Bilim Felsefe Sanat Yayınları’ndan çıkan Metafor Olarak Hastalık kitapları biliniyordu çoğu okurca. 1993’te Bosna Savaşı sürüp giderken, Sırp zulmüne maruz kalan Saraybosna halkıyla dayanışmak amacıyla, kuşatma altındaki şehre bizzat gidip Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununu sahnelemişti sokak ortasında.

Sonra da çok yazısını, çok kitabını okudum; okumakla kalmayıp kitaplarını yayınladım, bazılarını Türkçeye tercüme de ettim Mrs. Sontag’ın önceki yıllarda; bir defa da şifahen duydum, üç metre öteden hayranlıkla dinledim.

Şimdi düşünüyorum, Susan Sontag ismi ilk ne zaman zihnimde başka bir yere kazındı diye?

Öyle ya, 2001 yılıydı. 11 Eylül olmuştu. Taliban’cı fundamentalistlerin (köktendincilerin) İkiz Kuleler’e ve ABD’ye düzenledikleri saldırılardan hemen sonraki günlerdi. Dünya hop oturup hop kalkıyordu. Yayınevinde, meyhanede, evde, dakika başı haberleri takip ediyorduk.

Yazarınız, Susan Sontag, bir yazı kaleme almıştı. Uzun değil, 3 kitap sayfası. Başlığıysa şöyleydi: “Katiller Korkak Değildi (Amerika Şokta: Yorumların Sahte Teksesliliği)”.

Nasıl denir, o ilk sıcak günlerde akıntıya karşı bir yazıydı, Amerikan devleti ve medyasına, “Bizi salak yerine koymayın,” diye sesleniyordu ve Sontag’ın bu enteresan yazısını İngilizce olarak ABD’de ve İngiltere’de hiçbir gazete, dergi, yayın organı yayınlamayı kabul etmemişti. Nitekim yazı 15 Eylül 2001’de Almanca çevirisiyle Frankfurter Allgemeine Zeitung’da basılabildi. (Kısa keseyim; biz bu yazıyı çabucak bastığımız, Metin Sever ile Ebru Kılıç’ın derlediği Düşmanını Arayan Savaş kitabına koymak istedik; yazıyı Almancasından yeni tanıştığımız sevgili Kaan H. Ökten’e çevirttik; Kaan yazının ve yazarının ABD medyasından aldığı tepkilerin, yediği sansürün hikâyesini dinleyince altına adını koymakta ilkin duraksadıysa da ikna oldu; sonra da hayretle karışık bir hayranlıkla okuduğum bu makale dahil olmak üzere derleme kitabı yayınladık.)

Aynı dönemde Püren Özgören çevirisiyle Amerika’da romanını basmıştık Sontag’ın ve ben yayına hazırlarken iki defa okuduğumda yine hayran olmuştum kaleminin gücüne. Kendi nezdimde artık “büyük yazarlarım” arasındaydı.

Ey, başka bir okurunuzun bizim sokakta sizi benden habersiz bir duvarın üstüne bıraktığı kitap; sonra mı ne oldu?

Frankfurt Kitap Fuarı’na kendi yayınevimiz Agora Kitaplığı adına ilk gidişim olan 2003 yılı sonbaharında, Alman Yayıncılar Birliği her yıl verdiği Frankfurt Barış Ödülü’nü o yıl sizi kaleme alan Susan Sontag’a layık görmüştü. Yayıncılar, editörler gün boyu pavyonları gezip akşamüstleri Türkiye standında buluşur, sohbet ederdik. Ragıp Abi’yle (Zarakolu) Sontag’ın aldığı ödülden, düzenlenecek törenden bahsediyorduk ki Ragıp Abi neşeli çocuk gülümsemesiyle, “Benim davetiyem var,” deyiverdi. Sonra artık bakışlarıma mı acıdı, yutkunmamı mı fark etti, bilmiyorum, ama o davetiyeye sahip oluşuna nasıl imrendiğimi hemen anladı herhalde. Ne diyebilir, nasıl isteyebilirdim ki? O ânda, her zamanki müşfikliğiyle bana, “Osman, benim yerime törene katılmak ister misin?” diye sormasın mı? Sevincimi tahmin edersiniz.

Ödül töreni Frankfurt’un merkezindeki Paulkirsche’de (St. Paul Kilisesi) yapılacaktı. Kiliseyi ve salonu buldum, kapıdaki görevliye davetiyemi uzatarak sıralı sandalyeler içerisinde yerimi aldım. Aldım ama, tüm salonda düzeni sağlamaktan sorumlu olduğunu tahmin ettiğim kadın menajerin ara sıra bana ters bakışlar fırlattığını da fark ettim. Haliyle, tedirgin oldum dememe kalmadan yanımda bitti menajer kadın. Sert bir yüz ifadesiyle Almanca bir şeyler söylemeye başladı. Söylediklerinden bir tek “Herr Ragıp”ı anladım. Ben de İngilizce birkaç kelime mırıldanırken “Nein! Nein!” diyerek uzaklaştı. Herhalde, bana kapıyı gösterip kovmadığına göre, bir daha olmasın demek istemişti.

Berlinli yazar Ivan Nagel’in takdim ettiği Susan Sontag siyahlar içinde yerini almıştı kürsüde.2004’te Agora Kitaplığı’nda Başkalarının Acısına Bakmak kitabını yayınlarken, kitabın arkasına bu Frankfurt konuşmasını da “Edebiyat Özgürlüğün Ta Kendisidir!” başlığıyla eklemiştik. Sontag’ın konuşmasının en çarpıcı yanı, Irak Savaşı’ndan hareketle Amerika ile Avrupa arasında baş gösteren çelişkilerdi. Sonra da, “Edebiyat diyalogdur,” derken, konuşmasının bütün referanslarını edebi kaynaklardan aldığını vurguluyordu.

Konuşma bitip de kalabalığın büyük bölümü dağılınca, kilisenin bahçesinde sabırla bekleyip Sontag’dan bir imza almak istemiştim. Sanırım bir yazardan imza almak için uzun süre beklemeyi göze aldığım tek örnekti. Bir süre sonra mihmandarları eşliğinde bahçeye çıktığında, benim gibi bekleyen birkaç kişiye imzasını esirgemedi. Benim imzalatabildiğim, konuşmanın üstünde Sontag’ın kendisinin de resminin olduğu duyuru afişiydi.

Dedim ya, geçen hafta bir gün, evden çıkıp “mahallemizin” 24 saat açık bakkallarından Akdeniz Market’e soğan almaya gidiyordum. Eylem, Soho’daki baristalık işine gitmeden önce o günün nevalesi olarak kuru köfte yapacaktı kendine ve bize. Ben de nerede olsam hep bakarım sıra sıra evlerin bahçe duvarlarına. Londra’da (ve genel olarak UK’de) yaygındır çünkü; insanlar okudukları, elden çıkarmak istedikleri kitapları ya charity shop’lara verirler, ya da evlerinin önüne bırakırlar.

İşte bir duvarın üstünde duruyorken gözüm takıldı size; tek başınıza, bekliyordunuz yeni okuyucunuzu (bilemezdiniz bu vesileyle kilometrelerce mesafe ötede, başka bir dilde çevrilip yayınlanacağınızı).

Bizim sokak deyip geçmeyin. 1,830 metrelik sokağımızın bir ucu Stoke Newington High Street’de, öbür ucu Hackney Central’dadır. Hackney’e varınca sağa dönüp biraz yürüyünce, Charlie Chaplin’in ilk defa sahneye cıktığı Hackney Empire’e varırsınız, içinizden “hey gidi yıllar” mırıldanışıyla.

Kırk yıllık Londoner, Ankara’dan üniversite yıllarından arkadaşım Gönül’ün aktardığından öğrendiğim üzere, mühim de bir “siyasi tarih”in parçası imiş bu sokaktaki bir ev. 1970’li yılların başlarında İtalya’yı kasıp kavuran Kızıl Tugaylar’ın (İngilizcesi: Red Brigades) zamanında, aynı dönemde veya birkaç yıl önce, bu isyancı örgütün İngiltere’de bir benzeri kurulmuş ve adını The Angry Brigade (Kızgın Tugaylar) koymuşlar. İngiltere’nin ilk “şehir gerillaları” diye anılan bu grup 21 Ağustos 1971 günü, işte o bizim sokaktaki flat’lerinde (dairelerinde) polisin özel bir şubesince baskın yemişler. O gün ve sonradan cephaneleriyle birlikte yakalanan sekiz militan “Stoke Newington 8’lisi” diye anılmışlar. İşte, ne zaman evden çıkıp da on bina ilerideki bu evin en üst dairesine baktığımda, aklımda hep o yedikleri polis baskınını tasavvur etmeye çalışırım. Sizi, yani Sontag’ın kitabını da o evin bahçe duvarına bırakmışlardı nasıl bir tesadüfse.

İngiltere’ye 2017’de ilk geldiğimizde bütçemizin matematiği tutuyordu. Fakat döviz hızlı bir yükselme trendine girince aradaki makas hızla açılmaya başladı. Biz de İngiltere’de “pound kazanma” gerekliliğiyle ortaklı bir market işine girdik. Sekiz ay süren bu macera bizim açımızdan, mağaza açılmadan sona erdi. Ama o süre boyunca market hazırlığına harcadığım mesai yüzünden yayınevi ikinci planda kaldı ve bir nevi rölantiye alınmış oldu. En büyük kaybımız da, kendi ihmalkarlığımdan dolayı, Sontag’ın “essays” kitaplarıydı. Birkaç yıl sonra diğer kitaplarının yenileme vakti geldiğinde teklifimiz ajans tarafından “düşük” bulununca da bir ânda kataloğumuzda bir tane Sontag kalmamış oldu.

İşte, böyle bir kavşakta Stokey’de (Stoke Newington’ın kısaltması olurlar kendileri) “duvarda sizinle karşılaşma” bir büyük sevinç oldu bizim açımızdan. Hemen o akşam, Cuma günüydü, yazarınızın tüm kitaplarını temsil eden ajansına yazdım, ama umudum yoktu. Benim bilmediğim ve gözümden kaçmış bir kitabı, başka editörlerin yakalamamış olma ihtimali çok düşüktü.

Pazartesi ise ilk sevinçli e-postayı aldım. Sontag’ın hikâyelerinin Türkçe yayın hakları serbestti ve hikâyeler ABD’de Debriefing adıyla kitaplaştırılmıştı. “Debriefing” kitaptaki hikâyelerden birinin de başlığıydı. Bana o e-postayla gönderilen de bu edisyonun PDF’iydi. İçeriği duvardaki halinizle aynıydı.

Evet; geçen hafta arka sokakta yürürken duvarın üstünde beklerken rastladım size. Bugünse yayınlamak için sizin haklarınızı idare eden Estate’in ve teliflerinizi satan yayın ajansının oluruyla karşılıklı sözleşmemizi imzaladık.

Pek güzel oldu.

Keyfimce, öyküleri sindire sindire tercüme ederim artık sizi. Sonra da yayınlarız. Kataloğumuz yine Sontag’sız kalmamış olur.

Türkçe’sinden gelince bir kopyasını da bırakırım yine o duvara. Oradan Türkçe bilen ve belki sizi tanıyan birisi sevinçle alıp da evinde okumaya mı koyulur, yoksa kimse dokunmaz da duvarın binasının üst flat’ında eyleme geçemeden yakayı ele veren Kızgın Tugay’ların ruhlarıyla hasbıhal mi edersiniz, orasına aklım ermez.

Osman Akınhay