Memet Baydur’un denemeleri hakkında bir yazı yazmak niyetiyle oturdum masa başına, yazdıklarımın deneme türünün bizzat kendisine dair bir teze dönüşeceğini ise kestirebiliyorum. Her iyi yapıt, kendi türüne yeni bir tanım getirir, hiç olmazsa okurun zihninde bir soru işareti bırakır çünkü. Memet Baydur da dahil, son günlerde okuduğum iyi denemecilerden çıkardığım ders, değişime açık ve muhtaç.

Memet Baydur

Deneme türünün bir ayağını Haşim’in denemeciye yaptığı “fantezi adamı” yakıştırması açıklıyor. Öte yakada ise Salâh Birsel’in “üslup yoksa deneme de yok” berraklığı… Bu iki niteliği bölüp parçalayarak ortaya çıkardığım entelektüel neşe ve ciddiyet kavramları üzerine kurdum yazımı. Fakat ne Ahmet Haşim’e itirazım var ne de Salâh Birsel’e. Onların sözlerinin geçerliliğini gösteren en açık örneklerden biri de bu yazının konusu olan Memet Baydur denemesi. Her işe, esere ve nesneye merak duygusuyla yaklaşan, bazen onun üzerine düşünen, bazen de matrak bir tavır takınan Baydur, yazdıklarıyla bir fantezi kuruyor aslında. En yoğun, ağır fikirlerini dahi “hayal” ve zihin dünyasından geçirip renklendirerek okura sunuyor. Bazen “Bir gün, Ahmet Hamdi…” denemesinde olduğu gibi berber ile banka müdürünü Çehov’un yapıtları arasındaki yapısal farklar hakkında konuşturarak, niyetini hiç saklamadan yapıyor bunu. Bazen de denemesinin çekirdeğine gizliyor kurduğu fanteziyi. Üslubu ise her iyi denemecinin olduğu gibi onun da başat niteliği. Yumuşak bir anlatımı var, öte yandan dilindeki nabız ve gerilim heyecan katıyor bütün yazdıklarına.

“Tiyatronun omurgası dil’dir” diyor Baydur. “Omurga olay örgüsü üzerine kurulsaydı Hamlet, iki cinayet, bir intihar, birkaç düellodan ibaret olurdu.”

Baydur’un denemelerinin omurgası da dildir desek yanılmış olur muyuz? “Fantezi adam”lığı ve “sanat adamı” karakteri tek başlarına da değerli mutlaka ama dili öncelikli meselesi yapmasaydı bir edebiyat ürünü olan denemede nasıl bu düzeyi tutturabilirdi! Memet Baydur’un capcanlı üslubuyla kurduğu deneme evreniyle karşılaşmak getirdi beni bu yazıya, yani bir tür entelektüel coşku, neşe yazmakta olduğum denemenin doğuş sebebi. Fakat bu zamana dek denemeleri hakkında daha fazla şey yazılmış çizilmiş, spot ışıkları bu nefis metinlerin üzerine de çevrilmiş olsaydı kalkışır mıydım bu işe, bilmiyorum.

“Unutulmuş yazar” fenomenini hiçbir zaman sevmedim, “hakkı yenmiş yazarlar” ifadesi de son zamanlarda neredeyse komik görünüyor bana. Çoğu toprak altında olan bu yazarlar mı hakkı yenen, yoksa okurlar ve Türk edebiyatı mı? Göz önünde olmayan yazarların sahneye çıkarılıp ışığın altına tutulması ve bir süre sonra edebiyat çevremiz onunla yeterince oyalandığında yerine yenisinin seçilmesi, sonucunda da “unutulmuş yazarlar” hikayesinin küçük çaplı da olsa bir reklam malzemesi haline gelmesi kime haksızlık sayılmalı? Unutulmuş yazarlar nostaljisinin peşine duygusal güdülerle takılmakla, kanonun dayattığı birkaç yazarın çevresinde dönüp durmak dışında bir üçüncü seçenek: Her yazarı ister büyük, ister küçük olsun hak ettiği koltuğa oturtmak ve soğukkanlılıktan hiç ödün vermeden bir Türk edebiyatı haritası oluşturmak. Bu ideal koşullarda Memet Baydur denemeciliğinin de haritada bir yeri olur muydu? Hiç kuşku duymuyorum.

Baydur’un öncelikle bir oyun yazarı olarak tanınmasında sakınca yok. Sanatımızın henüz plan aşamasında olan hayali haritasında, Baydur’un yazdığı oyunlara daha geniş bir yer ayrılması doğal sayılmalı. Türk tiyatrosunda bıraktığı hatırı sayılır etkinin ve yaşamının merkezine tiyatroyu yerleştirmesinin sonucu bu. Başka bir yeteneğini öne çıkarırken onun asıl sanatını gölgelemek, denemelerinin değerini okur gözünde artırmak şöyle dursun, tartı’nın ayarını bütün bütüne bozar. Zira Baydur’un denemeleri, merkeze koyduğu yaşam biçimini, tiyatro’yu çevreler ve ondan beslenerek genişletir çapını. Tiyatro başta olmak üzere tüm entelektüel ilgilerinin onun iş’i olduğunu ve keyifle mesai yapan herkes gibi iş’i üzerine konuşmaktan mutluluk duyduğunu her denemesinde hissederiz.

Bir denemeci için bu mutluluğu olmazsa olmaz görüyor ve “entelektüel neşe” diyorum ona. İyi bir eserle karşılaştığında sevinen, kıskanan, heyecanlanan; hak ettiğinden fazla değer görmüş zayıf metinleri görünce kendisine bile açıklayamadığı bir öfke duyan sanatçının bu ve buna benzer duyguları da onu zinde tutan neşesine, coşkusuna dahildir bir bakıma. Baydur’un satırları arasında kan kırmızı bir canlılıkla dolaşan entelektüel neşenin en somut örneği yine onun bir denemesinde çıkıyor karşımıza:

“Bir zaman sonra, dört ay sonra, düş notlarıma baktım ve neredeyse tümünün tiyatro üstüne olduğunu gördüm şaşkınlıkla. Pek hayret verici bir şey değil bu durum aslında. Yıllardır her şeyin sahnede nasıl duracağını düşünerek yaşıyorum.”

Rüyalara bile siner bu coşku, nasıl sinmesin? Rüyayı ister geçmişe ister geleceğe ait bir evren sayalım, yaşamımızı adadığımız sanattan bizi koparacağını öne süremeyiz. Yavaş yavaş bütün zihni kaplayan ve ruhu ele geçiren, hiperaktiviteye neden olan bir zehirdir o. Kendi payıma entelektüel neşenin, özelde de edebiyat neşesinin bir çekirdek halinde kimi insanlarda bulunduğunu fakat onu büyütmenin kimi koşullara bağlı olduğunu düşünürüm. Coşkumu artırmak, zehrin etkisini iyiden iyiye hissetmek için edebiyat coşkusu yüksek olan yazarları okumayı, dinlemeyi alışkanlık edinmişimdir. Metinlerini pek de sevmediğim fakat edebiyat neşeleri, coşkuları nedeniyle Youtube’daki bütün videolarını defalarca izlediğim yazarlar, zihnimde kalabalık ve epey garip bir kümenin içinde yaşarlar. Bilmem, bu acayip duygunun bulaşıcı olduğunu söylememe gerek kaldı mı?

Memet Baydur hem severek okuduğum hem de yazısının coşkusundan etkilendiğim yazarlar sınıfında ve neşesini çoktan bulaştırdı bana. Denemelerinde Bergman’dan, Carrierê’den, Pamuk’tan söz ederken sayfaların arkasında bir çift göz ışıldıyor ve kıpır kıpır bir his yaratabiliyor bu sayede. Yeni metinler okuma, yeni filmler, oyunlar görme, yeni şeyler keşfetme merakı satırların arasından bildik bir esansla yayılıyor. Başka iyi metinlerden tanıdığımız bu duygu, keşfetme ve yaratma arzusu veriyor insana. Memet Baydur’un aktardığı bir örnek:

Romancı Cendrars, ne okuduğunu merak eden gazeteciye “Genel Gümrük Tarifeleri” demiş. “Gittiğim her yere taşıyorum onları. Biraz zor oluyor çünkü çok ağırlar.”

Cendrars, bir dil yakalamaya çalışıyor o kitabı okuyarak, yaratının nereden doğacağı belli mi? Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum ama Orhan Pamuk’un şu sıralar romanının hiç kimsenin umurunda olmayacak bir detayı için sayfalar dolusu Osmanlıca metin taradığı hakkında, neredeyse bilgi sınıfına sokulabilecek denli güçlü sezgilerim var. Bu coşku dolu ama bir o kadar sıkıcı örneklerle konuyu entelektüel neşe’nin sıkı dostu ve ruh ikizi Bay Ciddiyet’e getirmeye epey yaklaştım. Apaçık gerçek: Anything goes çağında durumu hiç iyi değil Bay Ciddiyet’in. Eski itibarından eser yok. Sululuk ve tembellik, neredeyse ideal sanatçı personasının bir parçası sayılıyor artık. Durumun vahametini göstermek için birazcık abartıyorum elbette ama en abartılı haliyle bile zayıf bir önerme değil bu. Oysa sanatçı; istikrarlı olarak iyi eserler vermek ve nihayetinde geriye kolay kolay yerinden oynatılamayacak bir toplam bırakmak için işine ciddiyetle yaklaşmaya mecbur. Sanatını yaşamında herhangi bir yere koyan yazardan en fazla iyi şakalar yapmasını ve tesadüfen de olsa birkaç dişe dokunur eser vermesini bekleyebiliriz.

Ciddiyet’i bu yazı bağlamında neyle eşleştirdiğim ve neden onu entelektüel neşeyle evlendirmek için bu denli istekli olduğum anlaşılıyordur sanırım. Katılığı, sertliği ve surat asıklığını çağrıştıran bir ciddiyet; nabzı sıfıra teğet, tatsız tuzsuz, kuru –görece iyi bir ihtimalle de “akademik” – metinler çıkarır ortaya. Entelektüel neşe ruh ikizi ciddiyetten, adanmadan yoksun kaldığında ise ancak verimsiz ve tutarsız bir coşku yaratabilir. Memet Baydur için öne süreceğim yargı pekala genellenebilir: Hangi büyük denemecinin yazdıkları ciddiyet ile “entelektüel neşe”nin bileşiminden doğmuyor?

Memet Baydur’un bu birliktelikten meydana getirdiği denemeleri, kuşkusuz başka bileşimler de sunuyor okuyucusuna. En büyük maharetlerinden biri, ilk bakışta birbiriyle ilgisiz görünen konular arasında kıvrak ve yumuşak geçişler yapabilmesi. Dikiş izlerini görünmez kılmayı bir biçimde beceriyor Baydur. İki sayfalık bir denemede şiirden sinemaya, romandan siyasete, müzikten gündelik meselelere okurun başını döndürmeden sıçrayabilmek büyük başarı. Keyifle ve hatta kolayca okunuyor bu yüzden, fakat elbette kolay yazdığını göstermiyor bu. Orhan Veli’nin şiirleriyle, Sait Faik’in öyküleriyle, Lionel Messi’nin futboluyla karşılaştığımızda “Bu iş bu kadar basit mi yahu?” diye sorarız ya, Memet Baydur denemeleri aynı soruyu hatırlatıyor bize. Bu özelliğinin günün sonunda ona çok okunurluğu getirmemesi, denemenin yazınımızın üvey türlerinden olmasıyla mı açıklanmalı, yoksa bu işin belli bir matematikle yürümediğiyle mi? Daha açığı: “Unutulmuş yazarlar” neden unutulur? Bu gizem, birçok yazar için çözülemedi hâlâ, belki çözülmesi de gerekmiyor. Bizim elimizden gelen, ciddiyet ve neşeyle okumayı sürdürmek yalnızca. İyimserlik ve kötümserlikten bir tür iş ahlakıyla sıyrılıp, Baydur’un final cümlelerinden birini birazcık çarpıtarak şöyle varıyorum bitiş çizgisine:

Ciddiyet ve neşeyle okumuyorsak, yazmasak da olur.

Mustafa Aplay