Deniz Karanfil

“Bir daha ki sefer daha iyi olacak – büyük babasının boğazını kesip küçük kardeşini suda boğan küçük kızın dediği gibi.”

Charles Dickens

Şöyle pencereye yakın olana otur daha rahattır. Evet, tabii ki tanıdım, en son seni görmüştüm giderken. Her şey kaybolsa bile bir bakış kalıyor, insanın içini ele veren nazar. Sen beni tanıyamaz mıydın? Doğru, o nazarı bile siliyor bazı şeyler. Buna sevinmeliyim galiba. Çok uğraştım silinsin diye ama böyle söyleyince yine de insanın yüreği buruluyor. Bira istemediğine emin misin? Hâlâ dindarsın sanırım? Evet kitaba sarılışın, rahleye eğilişin bile farklıydı. Tamam, o zaman kahve içelim. Bir çocuğun olmuştu, Nergis evet. Okul dönüşü uyanmasın diye bağırmadan geçerdik sizin sokağı. Sevindim, umarım daha iyi yerlere gelir. Tuhaf bir şey burada oluşun boğucu. Çatlaktan sızan duman gibi. Neden geldin peki? Kalacağı lojman nerede? Çok uzak değil evet. Bu gece mi otobüsün? Bana oralardan kimse uğramadı bugüne kadar. Beklediğimden değil ama nedensiz gelmez kimse diye düşündüm. Merak doğru. Aklımda kalan herkes hayalet, bazen orada burada önüme çıkıyorlar. Gündüz gece fark etmiyor. Bazen bir köşede toplanmış konuşurlarken görüyorum, bazen kendi hallerinde gezinirlerken. Hayaletlere inanmaz mısın?

Geri dönmek mi? Hiç istemedim. İsteseydim de kolayca yapabileceğim bir şey olmazdı. Belki birkaç saatliğine uzaktan seyretme fırsatım olsaydı. Hayır, hissedeceğim en son duygu korku olurdu sanırım. Bilmiyorum karmaşık, ürkütücü bir düşünce bu aslında, duygular bulamacı ya da. Öyle mi düşünüyorsun gerçekten? Gerçekten alakası yok. 26 yıl oldu bununla yaşamaya başlayalı ve neredeyse her gün düşünürüm. Ne dediğimi anlamana imkan yok. Her şeyi hatırlıyorum, beni alıp götürdükleri akşam ne varsa hâlâ öylece duruyor. Tabii. İnsan unutmak istese de unutamıyor. Ama şu her zaman kafamı kurcaladı. Hatırladığım şeyler gerçek miydi? Olan biten her şey eksiksiz gözümün önünde evet ama o gün hislerim öyle karışık, öyle iç içeydi ki hatırladığımı sandıklarım, en azından bir kısmı, uydurma olamaz mı? Anlamadın mı? İnsanın ne yaptığını bilmediği anlar vardır korkudan misal ya da heyecandan ya da öfkeden. Yaşananların ardından sakinleşince hatırlamaya çalışırsın tekrar akıp geçer bütün o zaman ama bunların ne kadarı doğru ne kadarı yanılsama kim bilebilir ki? Beynin böyle işleri olduğunu düşünmüyor musun? Engellemeye çalışmaktan söz ediyorum. Kötü bir zeminde yürürken ters basarsın, vücut birdenbire sakatlığı önlemek için kendini büker… Tümünden söz etmiyorum tabii. Boşver.

Kıştı. Ak gagalı aylar der ihtiyarlar. Güzel evet. Kış koca kanatlı bir kuş olur çökerdi üstümüze kuluçkaya yatar gibi. Şimdi öyle değil mi? Normal, buraya hiç yağmadığı seneler bile var. Ahırdan çıktığımızda kar durmuştu. Hani kışın bazı günler hava ılır, ağırlaşır kımıldamaz olur, o günlerden. Yürüdük yavaş yavaş. Gocuğum ve eldivenlerimin içinde iyiydim. Gümüş üşüyordu, iyice erimiş sağrısı ve kıç üstünde kemikleri seçiliyordu yürüdükçe. Yok, ben koymadım adını, bize veren kadın koymuş. Kır işte her yerde olanlardan. Sıpayken kırlık sadece sağrısındaymış da ondan. Şoseyi bitirip dağa sarınca anladı başına geleceği. Ben karı teptikçe asıldı durdu yulara. Anlamaz olur mu? Başından şüphelendi, hatta Cemallerin köpeği daha ahırdan çıkarken sezdi. Sinirlenip kovdum taşla. Takip ederdi bizi yoksa.

Tepeye vardığımızda ter içindeydim. Meşe ormanının karaltısı vadiden taşıp ovanın beyazlığına sıçrıyordu. Arada bir kuş sesi, bir yaban hayvanı uluması. Ama derinde ormanın, ovanın sesi. Yalayıp duruyor sessizliği. Ormanı dinlemedin mi hiç? Yazık sana en çok ormanı özlüyorum burada. Dinle döndüğünde, kuytu bir çukura uzan gözlerini kapat, daha iyi bir şeyi çok zor duyarsın. Kederi neşesine eştir, sıyrılır çıkar içinden sıkıntın, farkına bile varmazsın. Kışın da tabii. Her mevsim ayrıdır şarkısı. Karın içine uzan genişçe. Kışın daha çok söyler.

Öleceğini biliyordu evet ve üşüyordu. Bir eşek üşüdüğünde ne yapar biliyor musun? Yok muydu eşeğiniz? Rüzgara arkasını döner kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırır, başını öne eğip kulaklarını düşürür ve gözlerini kapar. Evet, ben yular elimde ormana bakıyordum, o köye bakıyordu. Düşünsene bembeyaz boşluğun ortasında, her şey yerli yerinde ben ve benim yaptıklarım hariç. İğretiydim, çirkindim. İnsan şehirden başka hiçbir yere yakışmaz gibi gelir bana zaten. Onun için böyle yıkıp dağıtıp koca kentler kurar. Doğaya dönmek arzusu falan vicdan azabı ve suçluluktan başka bir şey değildir. Ormana yakışmaz, ovaya yakışmaz, eşeğe yakışmaz, kuşa yakışmaz. Yakışa yakışa kendisi gibi insana yakışır. Onu da fırsatını bulunca boğazlamaktan geri durmaz. Yaptığı da kendi gibi çirkindir. Orada o tepenin ucunda her şey yerli yerinde bir ben yakışıksız yabancıydım, omzumda dingildeyip duran tüfeğimle. Nefretim de oradan elbette. Mecbur muydum, bunu asla bilemeyeceğim galiba. Aklıma gelen her olasılığı düşündüm evet. Yaşlıydı, uyuzdu. Bütün bir köy için tehlikeydi, tüm geçimleri hayvanlar olan onca insan… İlgi gerekiyordu, tedavi istiyordu. Ama bu mümkün değildir köyde. Uyuz yaşlı bir eşek için kimse veteriner çağırmaz. Başıboş da bırakamazsın, bütün köy ayaklanırdı. Ayrı bir ahırda bakımına imkan yoktu. Ormana terk edebilirdim, donarak ölebilirdi. Bir kurttan veyahut çakaldan kaçmak için karların içinde debelenirdi anırarak, herhangi bir ağaca sıkıca bağlayabilirdim belki ve oradan kaçıp gidebilirdim. En iyi ihtimalin başına bir mermi sıkmak olmasını yadırgadım tabii. Ama öyleydi. Biliyorsun köyde bir hayvanı sevmek tuhaf karşılanır. Ona sarılmak hele bir eşeğe çocuk dahi olsan hor görülür. Pelüşüyle uyuyanlara haktır sadece. Bizim hayvanla bağımız geçimimizdi. Şimdi öyle değil mi? Bu kadar katı değildir en azından. Ama yine de hayvan işe yaramıyorsa kapıda tutulmaz. Yapmıyorum demek mi? Mümkündü ama korku sırtından indiğinde. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Göğsümün fişekliği koparacağını hissediyordum bunlar konuşulurken, yapamam demek bir cevap değildi. Bir işti bu görülmesi emredilen.

Ölmesine karar verdikten sonra saman bile verdirmedi, iyice güçten düşmüştü. Tepenin ucuna kadar yaklaştık. Artık ikimiz de yarın kaşından aşağıya bakıyorduk. Yarım metre mesafeden kulağının dibine ateş ettim, anında yığılıp kaldı. Ne bir çırpınma ne bir inleme. Tebeşir mavisi gözünün üstünü örten sıcak kırmızı, kara dağılıyor ılık buhar ince ince yükseliyordu. Dipçiği karnının altından sokup kanırttım, kırmızı beyaz bir bulamaç yuvarlandı indi uçurumun dibine. Ölüm anına kadar hayır. Ama tetiği çektikten sonra sakindim. Titreyen bacaklarıma güç gelmişti. Belki de bu şekilde anlattığım için sana korkunç geliyordur, her yer hayvan cesetleriyle dolu değil mi? Açalım arkandaki pencereyi buradan bile görebiliriz birkaçını. Aç. Bak. Bunun için kim kimi suçlayabilir ki? Hayır, kesinlikle istemedim ama insanlar asla yapamam dediği çoğu şeyi çoktan yapmış da unutmuş oluyor, ben de unutabilirdim belki ama unutamadım. Çünkü beni kendimden geçirdi bu emir komuta cinayeti. Suçlu aradım, ne korkunç bir his bilemezsin. Suçluyu bulmak. Düşünsene tüm bu hayvan cesetleri için bir suçlu bulmaya kalksak ve bulsak. Sonra onu boğazladığımız bir hindinin üzerine sıcak su döküp tüylerini yolduğumuz gibi derisini kopararak öldürsek. Ne kadar da rahatlarız. Rahatlamaz mıyız? Aynı şey olduğunu söylemiyorum, kendimi suçladığım vicdan azabı çektiğim için değil içimdeki coşkunluğu uyandırdığı için, kurtuluşumun sorumluluğunu atıp kaçışımı kolaylaştırdığı için bir cinayetti bu. Burada haklısın evet, ben oradan anlamaya meyilliydim. Tatlı hislerimizi doyurmak istediğimizde en az çirkin bedensel ihtiyaçlarımızı karşılarkenki kadar açgözlüyüz aslında. O güne kadar öğürüp durduğum şeyi kusacağım an gelmişti, parmağımı gırtlağıma sokmuştum.

Şoseye çıktığımda hava sakin, ağırlığını kaybetmiş karayelle yağara dönmüştü. Tüfek sesi uyandırmıştı sanki. Vadiye iki karartının girdiğini seçtim yine de tipinin içinde. Öyle ya kan kokusu ormana dağılmıştı bir kere. Yüzümü köye döndüm gocuğun başlığını kafama geçirdim, gözlerimi kapatan kara karşı böğürdüm. Var gücümle dağ taş duysun istedim ama rüzgar parçaladı savurup attı. Sesimi kaybettim, sonradan benim olmayan bir sesi kazanana kadar. Komik söylediğin şey ama yine de sorulmayacak bir soru değil. Ama yas tutmak isteyen yoktu ki ortada. İnsanların parıldadığı anlar vardır derler, bu martaval ağzını açanının dilinde öyle değil mi? Asıl önemli an ışıltısının söndüğü andır, ya tekrar parlamaya çalışır ya da karanlıkta dolaşmaya. Sen o parlayıp sönen insanların içinde dolaşıyorsun ve o yüzden soruların beni güldürüyor. Karanlıkta gezinenlerden söz ediyorum sana. Rezilliğini ahlakı haline getirmiş, hiçbir şey talep etmeyen, sunmayan, ışıksız haksız yaşamayı tercih edenlerden… Komik değil mi Allah aşkına…

Tamam sakinim, iyiyim evet. Eve girene kadar o ana geri dönmedim. Sadece öldürmeden evvel boynundaki o gümüş haleyi bir defa okşadığım an belirdi. Okşadım evet acıma ya da merhamet değildi hissettiğim. Ne miydi? Her insanın içinde uyuyup duran şeydi, öldürme isteği. Evet onu öldürmek istediğimden söz ediyorum. Şaşılacak bir şey yok, planlamadım, önceden düşünmedim ama Gümüş’ün o kolay ve soğuk ölümü öğretti bana. O kadar da korkunç bir his değildi. Hiçbir hayvanı ya da insanı öldürmemiş olabilirsin, bu eline bir fırsat geçmeyişindendir. Gümüş’ü hep okşardım her dokunduğumda tanınmaz olurdu, bir bedeni tanımaya çalışarak dokunduğunda birden bire başkası olur, başkası da değil aslında içinde tuttuğu asıl olana dönüşür. Onda tanıdığını sandığın her şey yok olur, sanki bildiğin ve bilmen gerekenin dışında gizli bir şeyler açılır. Sana olmadı mı hiç?

Köy karın altında yok oluyor, çukura battıkça batıyor, bacalardan yükselen dumanlar çırpınırken alıp verdiği nefeslermiş gibi çoğalıyordu. Korkunç bir his doğru, halbuki kar altında yanan sobalarıyla küçücük köy evleri huzur olarak tasvir edilir resimlerde. Huzur dedikleri donmaktan kaçmaktır belki de bilemiyorum. Ama benim yüreğime bir huzursuzluk çöktü sıcak odaya girince. O evde yerimin olmadığına da o zaman karar verdim. Sobanın yanındaki sedirde oturuyordu, içeri girince başını çevirdi sonra yeni sardığı sigarayı ağızlığına yerleştirip yaktı. Tabakasını, çakmağını aldı, kapının arkasında asılı ceketin cebine koymak için eğildi. Gümüş gibi değildi. Önce kapıya çarptı kendini, oradan savrulup karşıdaki vitrine çarptı halıya sırt üstü devrilip, gözleri tavana çivili kıvranarak öldü. Kan her yere sıçradı. Evden çıkıp karın altına dikildiğimde evrenin sırrı bana ayan olmuş gibiydi. Her şeyi yapmaya gücüm yeterdi, hiçbir şeye hakkım kalmamıştı. Arkama bakmadan yürüdüm. Düşünmedim diyemem, kardeşlerime kardeşinden, anneme çocuğundan nefret etme hakkını sunduğumu düşündüm. Ne acayip değil mi? Kaç yaşında mıydım? Bir eşeği ve bir adamı sakince öldürecek yaşta. Sıradan biri değildi tabii ki ama şimdi düşününce bir sözcükten başka bir şey de değildi. Galiba gücün en zayıf yanı yenilmezliğini her an ispat etmek zorunda oluşu. An gelip yenildiğinde utanç ve tiksintiden fazlasını hissettirmez insana. Tabii ki kendimi öldürmek de bir seçenek olabilirdi ama aklımdan bile geçmedi. Belki de bir oyun oynuyordum sadece. İlmeği çektim, peşim sıra sürüdüm. İpin sonsuzluğuna ikna oldum, yumak aklımdan dahi geçmedi.

Çıkrık kapının önünde bir kucak odunla duruyordun. Sesleri dinleyip beni izliyordun. Şaşkın, donmuş. Tahmin ediyorum, sonra da muhtara koşup jandarmayı aradın. Hiç, koru yolundan çıkıp jandarmanın göreceği bir açıklığa uzandım. Kar üstümü neredeyse örtecekti ki geldiler. Sonrası yok, buradayım. Seni buraya getiren şeyin ne olduğunu, ne duymak istediğini, nasıl bir adam görmeyi hayal ettiğini, karşılaştığın herifin içinde yarattığı ürküyü, nedamet getirmekten uzak bir canavara dönüştüğümü köy kahvesinde çirkin bir şehvetle nasıl anlatacağını bilecek kadar yaşadım. Neden gülmeyeyim komik değil mi Allah aşkına…

Deniz Karanfil