İlk kitabın heyecanı ayrıdır. Kâğıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar tıpkı sonrakiler gibi kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın? Yazarlık bize özgü hatalarımızla, acemiliğimizle birlikte bir uzun yolda yürümek değil mi zaten?

İlk öykü kitapları yayımlanmış yazarlarla 2015 yılından beri “İlk Göz Ağrısı” söyleşileri yapıyor, ilk kitaplarının heyecanını paylaşıyoruz. Melike Koçak, 160. konuğumuz.

Melike Koçak

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Kendimi “kitapsız bir hevesli” olarak tanımlar mıydım, emin değilim. Okumak ve yazmak, kitabımın yayımlanmış olmasından öte bir anlam ifade ediyor benim için. Kitap olsa da olmasa da güçlü bir bağ. Bu, “heves” değil de dünyayı okuma, anlama, duyma, tanıma ve dünyada var olma çabamın bir parçası, aracı. Bir de şu, sorunuz vesilesiyle ifade etmiş olayım, “yazar olmak”. Bu ne demek? Kitaptan önce de ben yazıyordum. 2000’lerin başından bu yana çeşitli dergilerde, internet portallarında okuduklarım üstüne yazılar bunlar. Eleştiri, inceleme, deneme… ya da türler arası geçişlerin olduğu metinler diyelim. Onları yazarken neydim, neyim? Yazar değildim de ilk öykü kitabımla mı oldum? Bunları gerçekten hiç bilmiyorum, anladığım da pek söylenemez. Türlü biçimleri içeren “edebiyat işçiliği/emekçiliği” de bir o kadar önemli ve değerli çünkü. Müsaade ederseniz, anlayışınıza da sığınarak sorunuzu şuradan düşüneyim: Okurluk neyime yetmedi de yazdım, bir de yayımladım? Hani denir ya, okumak istediğim metinleri yazdım. Hiç böyle olmadı. Okumayı çok sevdiğim dillerine, seslerine, biçimsel denemelerine hayran kaldığım ve kendilerinden çok öğrendiğim yazarların metinleri ve şehir, sokaklar, kadınlar, translar, hayvanlar ve felaketler öykü yazdırdı bana. Bedenin, tenin ta kendisi. Elbette biçim, dil, türler arası arayışlar, deneme istekleri, meraklarım. Kurmaca olmayan metinlerime sığamayanlar, sığdıramadıklarım. Umarım sorunuzu başka bir yerden de olsa cevaplayabilmişimdir. 

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Öykü, hatta kısa öykü. Kısa kısa öyküyü de çok severim. Gündelik hayatımda konuşkan biriyimdir. Edebiyat öğretmenliği de var tabii. Ama kurmacada en az kelime, en kısa cümle, en sessiz dil, en küçük ses… bunlarla yazmayı denemek istiyordum. Dil içi ve dışı, mekânda ve zamanda, hayatta ve hayalde parçaların peşi sıra dolanıp duruyordum. Bütün, olmuş, tamamlanmış değil de boşluklu, eksikli, eksiltili bir dilin, biçimin, kurgunun peşinde. Ya öykü ya da şiir. Belki bir de şu, söyleyip, sözü bırakıp kaçma isteğiydi içimdeki. Çok konuşmama arzusu. Ayrıca, öykünün, kısa öykünün hem yazanı hem de okuyanı daha özgür kıldığını düşünüyorum. Tercih ettiğim, denediğim dilin hem yazan olarak kendimle hem de okurla mesafesine imkân tanıyor kısa öykü. Sınırlı, seviyeli bir ilişki yani. Diyelim roman yazdım ya da yazacağım o da ancak novella olur sanırım. 

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

“Çektiniz”de tebessüm ettim. Doğru kelime bu, değil mi? Zaman zaman çok da emin olmadığım, zamanı şimdi mi gerçekten dediğim minik girişimlerim oldu ama yayımlamaktan vazgeçtim. Ama gençtim. “Büyüdükçe”, o öykülerden iyi ki de bir kitabım çıkmamış dedim. Okuma ve yaşama pratiklerim, bakıp görüp duyup dinlediklerim, dilim, biçim arayışlarım zamanla başka başka yollara, patikalara saptı. İyi ki de saptı. Okuyup çalıştıkça kitaba karar vermem daha da zorlaştı. Sonra eş dost arkadaş hadi hadi’siyle tamam dedim. Can Yayınları süreci sancılı ilerlemedi. Belli bir süre beklemek olağandı zaten, biliyordum. Ama pandemi, derken kağıt krizinin sert etkileri yayımlanma kararına rağmen olağanın dışında bir bekleyişe sebep oldu. Telaşlı, endişeli değildim ama. Çünkü kitabın okunması, değerlendirilmesi, kapak vb. dahil yayın süreci tamamlanmıştı. Editörüm Cem Alpan’dı. Bu süreci bilgilendirmeler de dahil her açıdan incelikle ve nezaketle örmüştü. 

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Tam da biraz evvel değindiğim. Şunu ekleyebilirim belki. Kitap yayınevine gitmeden önce okurluğuna, yazarlığına çok güvendiğim, kendilerinden hep öğrendiğim yakın arkadaşlarım okudu öyküleri. Önerileri bir idiyse ben onu beş bilip çalıştım cümle cümle. Yayınevine kabasını alıp işçiliğini epeyce tamamladığım bir dosya olarak göndermiştim. Cem Alpan’ın o kadar nokta atışı önerileri olmuştu ki bazen bir kelime eklemek ya da değiştirmek, bazen bir cümlenin söylenişi üstüne beraber düşünmek… Öykülerin kendi kimliğine, sınırlarına saygı göstermişti hep. Ne anlatıyorum/anlatmıyorum, diliyle, biçimiyle ilgili tercihlerim neler ve neden? Bunlara hiç dokunmadan, hatta deyim yerindeyse öykülerin “müsaade ettiği” kadar, buna da özen göstererek eşlik etti bu sürece. 

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Tabii ki hiçbir şey değişmedi. Ne değişebilirdi, bilmiyorum. Okuyan yazan biriydim, bu böyle de devam edecektir umarım. Okunmayı, duyulmayı ummuşumdur sanırım sadece, başka ne umulabilir ki? Bunu da zaman gösterecektir.

Telif aldınız mı?

Evet. Telif almayacağım bir yayınevinden çıkarmazdım kitabı. Yazılar ve öyküleri yayımlarken de benim için önemli bir kriter bu. Destek ve dayanışmayla ancak zar zor çıkabilen yayınlar haricinde –onları elbette ayrı tutuyorum– pek çok dergi, internet portalı, yayınevi telif ödemekle yükümlü. Biz de onlardan talep etmekle. Ödemiyorlarsa da yayımlamamayı tercih etmek kadar olağan bir hakkımız yok sanırım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Dergilerin, uzunca bir süredir internet portallarının mutfak olduğuna inanan, buna dair deneyimleri okumuş, öğrenmiş bir kuşaktan geliyorum ben de. Evet, epeyce zaman geçirdim sanırım o mutfakta. Üniversitede öğrenciyken annemin bana doğum günü hediyesi Varlık Dergisi’ne yıllık abonelikti. ‘96 ya da ‘97 yılıydı sanırım. O dönemlerde Bursa’da Yeni Biçem Edebiyat Dergisi çıkıyordu. Ben hem yerelde hem de İstanbul merkezli diyelim dergileri takip ediyordum. Adam Öykü’nün esaslı okurlarındandım. Çok şey borçluyumdur kendisine. Bu, okurluk başlangıcı özeti. Yazarlığa/yazmaya gelince… İlk öyküm 2000’lerin başında E Edebiyat Dergisi‘nde yayımlanmıştı. Sonra Kitap-lık, Notos, Sıcak Nal’a kadar uzanır bu süreç. Hem öykü hem de diğer yazılarım için Cin Ayşe Fanzin’in bende yeri apayrıdır. Bunların yanı sıra çoğunlukla öyküler, romanlar üzerine yazdığım daha önceki bir sorunuzda türler arası geçişleri olan yazılar diyerek tarif ettiğim yazıları Adam Öykü’de, Notos’ta, IAN Edebiyat’ta, Sıcak Nal’da, bir+bir/express’te, k24’te… çeşitli kitap eklerinde yayımladım. Buralarda öğreten değil de eşlik eden editörlerle çalışma imkânım oldu. Semih Gümüş, Çağlayan Çevik, Süreyyya Evren, Anita Sezgener, Merve Erol… aklıma ilk gelenler. Her biri başka bir bakış, dil, anlayışta olsa da bu benim de dile, üsluba, kurguya başka başka bakışlarla yaklaşmamı sağladı. Daha da önemlisi bana denemekten korkmamayı öğretti. Üç arkadaş –Makbule Aras, Asuman Susam ve ben– 99 Beyit isimli bir kitap hazırladık. Can Yayınları’ndan yayımlandı. Hem editörümüz Celal Üster’le hem de edebiyat öğretmeni şair, yazar, çevirmen arkadaşlarımla ortak çalışmamızdı. Kendi mutfağını yaratmak, kurmak da mümkün demek ki. Ardından yine Can Yayınları’nda hem benim yazılarımdan oluşan hem de başka yazarların yazılarını derleyerek hazırladığım Cemil Kavukçu kitabım Beşinci Pencere süreci. Tüm bunlar ayrı deneyimler, lezzetlerle dolu mutfaklardı benim için. Biraz uzun oldu sanırım yanıtım, ama bağışlayın, mutfakta az zamanım geçmedi ilk öykü kitabım Hiçkuşu’na gelene kadar. Sorunuz vesilesiyle hafızamı tazelemiş, mutfağın önemini bir daha görmüş oldum, ayrıca teşekkür ederim. 

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Sanırım edebiyatla bağım konusunda çevrem hep iknaydı. Ne bileyim mesela kedilerle, İstanbul’la bağım konusunda da ikna olmaları gibi. İkna olmasalar da benim için değişen bir şey olmazdı, ama ister okur ister yazar olayım isterse bunların öğretmeni, edebiyatın benim için anlamına dair çevremde şüphe olduğunu pek sanmıyorum. Kitabın bu anlamda bir katkısı olmamıştır. Ha kitaplı ha kitapsız bu açıdan. Ama tabii başka bir bağlamda, bağımız ne olursa olsun, ustalarımızdan Bilge Karasu’dan ödünç alayım, “Ne Kitapsız Ne Kedisiz”.

Peki, bundan sonra?

Okumaya, yazmaya elbette devam.