Dağa, gökyüzüne, kavak ağaçlarına ve kargalara bakardı sınıfımın penceresi. Hep böyle sürer sanmıştım, sürmedi. Kargalar günlerdir yok, çünkü kavaklar yok artık. Şehri ikiye bölen vadiyi yüz yıldır –belki de daha fazladır– saran kavakları kestiler. Gün ağarır ağarmaz, koca bir karga sürüsü, gürültüyle gelip kavak ağaçlarına konar, akşamın vadiye inmesiyle uçup giderdi. Geceyi nerede geçirirlerdi bilmiyorum ama gündüz evleri kavak ağaçlarıydı, biraz da sınıfımızın penceresi. Öğrenciler yedikleri her şeyin kırıntısını pencere kenarına bırakmaya başlayınca alıştılar. Yiyecek bırakıldığı anda pencerede bitiverirlerdi. Çünkü bilirlerdi yiyeceğin bırakılacağı saati; birinci teneffüs ve öğlen arası. Bazen evden çöpe gidecek yemekleri, bayat ekmekleri de getirirdi öğrenciler. Çiğ köfte ve kısır dahi verdiklerine şahidim. Vermeyin böyle şeyler, dokunur, dediğimde, “Yok hocam, onlar sebze dışında her şeyi yer,” demişlerdi. Gerçekten de koca koca çiğ köfteleri tek hamlede indirirlerdi mideye kargalar.
Bir gün aniden sınıfa dalan idareci, pencereden bağıran üç öğrenciye, kiminle konuştuklarını sormuştu. “Kargalarla” demişti 12. sınıf öğrencileri. Şaşırmış, sinirlenmişti, oysa kargalar söz konusu olduğunda sınıfımızda böyle şeyler çok normaldi. Yoğun, yorucu, sıkıcı derslere karşı tek vahalarıydı. Bazı kargaların ismi de vardı. Hepsi birbirinin aynısı olan kargaları ayırt ediyorlarmış. Bana inandırıcı gelmese de ilgileri hoşuma gidiyordu. Yoğun sınav streslerine rağmen bir canlıyı beslemek için çırpınan öğrencilerin yanımda, yamacımda olması benim de yaşama sevincimi besliyordu.
Bir sabah okula geldiğimizde kavak ağaçlarının ortasında kalan düz alan kazılmıştı. Sonun başlangıcı olduğunu o an idrak edememiştik. Sonraki günler beton döküldü. Kavaklar sıra sıra kesilmeye başlandı. Geçen pazartesi sınıfa girip pencereden baktığımda, görüş alanımızdaki tüm kavakların kesilmiş olduğunu gördüm. Vadi çırçıplaktı. Öğrenciler benden iki saat önce gelmişti. “Kargalar gelince ne yaptılar?” dedim. “Yere kondular, bir süre yeri eşeledikten sonra uçup gittiler,” dedi bir öğrenci. Bir, iki gün tek tük gelen oldu ama günlerdir ortalıkta yoklar. Kargalar yurtsuz. Biz kargasız, kavaksız. Bu talanın amacı millet bahçesi yapmakmış. Milletin şehirde nefes alabildiği tek yerdi oysa. Yemyeşil vadi, derenin şırıltısı, rüzgarla birlikte sallanan kavakların hışırtısı, gürültücü ve kalabalık kargalar; bu çarpık, ruhsuz, beton yığını, yoksul şehrin nadir yaşam belirtilerindendi. En azından benim için, sınıfım için öyleydi.
Yaşanılan korkunç deprem felaketinden sonra, ezelden beri acı kokan ülke gündemine rağmen kavağın, karganın yasını tutma lüksümüz var mı bilmiyorum ama nefes alabildiğimiz tüm deliklere beton dökülüyor ve bu beton sadece o an’ı, o alanı değil, geçmişten taşıdığımız her şeyi silip süpürüyor.
Liseye başladığım okuldaki sınıfım da tıpkı öğrencileriminki gibi bu vadiye ve bu kavaklara bakıyordu. Okulun ilk günü, zorla nefes alabildiğim sınıfta, pencereyi açıp vadiyi izliyorum. Pencerenin iç tarafında önceki dönemden kalan şiirler, sloganlar, küfürler. Bir şiiri çok beğenip çerçeve içerisine alıyorum.
“Bedenim üşür, yüreğim sızlar./ Ah kavaklar, kavaklar…/ Beni hoyrat bir makasla/ Eski bir fotoğraftan oydular./ Orda kaldı yanağımın yarısı,/ Kendini boşlukla tamamlar./ Omzumda bir kesik el,/ Ki durmadan kanar./ Ah kavaklar, kavaklar…/ Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.”

İlkokulda zorla ezberlettirilen marşlar ve ortaokul ders kitabındaki sıkıcı dörtlükler dışında şiirle bir bağım yoktu. İlk defa bir şiirden çok etkileniyorum. Başkasının acısını bu denli derin hissettiğim olmamıştı. Sanırım şiirin ne demek olduğunu ilk o gün kavradım. Adının Roşhat olduğunu sonradan öğrendiğim öğrenci, “Burada bahsedilen kavaklar, şu kavaklar,” deyip vadiyi işaret ediyor, “şair bu okulda çalışırken yazmış.” Dalga geçtiğini düşünüp oralı olmuyorum. Sonraki günler Roşhat’la yakınlaşınca, üzerinde “Sönmezler İnşaat” yazan kahverengi ajandasıyla da tanışıyorum onun. Sevdiği şiirleri yazdığı bir ajanda bu. Kavaklar şiirinin şairinin Metin Altıok olduğunu söylüyor. Metin Altıok ismini duyunca korkunç bir yangın geliyor gözümün önüne. Şehrin orta yeri. Çıkarttıkları yangının etrafında salyalarını akıtarak bağıran ipini koparmış bir kalabalık. Canlı canlı izlemiştik küçücük yaşımızda insanların yakılarak katledilişini. Beş kişi yan yana gelse polisin sertçe dağıtmasına alışık olan bizler için o kalabalığın o denli rahat olması çok şaşırtıcıydı. 35 kişinin katledildiği akşam dönemin başbakanı televizyona çıkıp “Çok şükür otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” deyince kalabalığın rahatlığı, polisin sessizliği anlaşılmıştı. Yıllar sonra, davanın zaman aşımına uğradığını, yapanın yanına kaldığını, katillerin avukatlığını yapanların milletvekili olduğunu, şehrin belediye başkanının parti başkanı hatta bu günlerde “kurtarıcı” olduğunu da görecektik. O yangının hiç sönmediğini, farklı yerlerde, farklı zamanlarda hep harlandığına tekrar tekrar şahit olacaktık.
Bir süre önce “Argentina, 1985” filmini izledim. İzleyenler bilir, filmde Arjantin’de cunta üyelerini yargılayan sivil mahkeme ve Savcı Strassera anlatılıyor. Filmin giriş sekansında Savcı Strassera yağmurlu bir günde arabadan inip evine gider, o sırada 10-11 yaşlarındaki oğlu Javier ablasıyla sevgilisinin “köstebek” olup olmadığı hakkına tartışıyor (ablasının sevgilisini takip etmiştir) ve şüphesini babasına da anlatıyor. Zaten Javier, film boyunca boyuna yaşına bakmadan çok tehlikeli ortamlara girip babasının davası için delil toplar. Javier’in ülkesinin acımasız gerçekliğinin farkında olması yaşı itibariyle dünyanın yarısına inandırıcı gelmese de bize çok tanıdık geliyor. Yetişkinlerin bile kaldırmakta zorlandığı birçok şeyi bazı çocuklar çok erken yaşlarda görmek, yaşamak zorunda kaldı; Latin Amerikalı çocuklar, Türkiyeli, Suriyeli, Filistinli çocuklar… Tutunacak bir dal bulmak belki de bu yüzden bu kadar önemli bizim için ve yitirince darmadağın olmak bundan.
İkinci dönemin sonunda Roşhat’ı korkunç bir trafik kazasında yitiriyoruz. Mezarına haftalar sonra gidebiliyoruz. Şehrin dışında, kavak ağaçlarının gölgesinde kalan bir tepenin yamacınaydı. Roşhat bana geride bir acı, okumaktan hiç bıkmadığım bir şair ve kavak ağaçlarını bırakmıştı.

Birkaç yıl önce Karer Festivalinde Zeynep Altıok’u görmüştüm. Aklıma Metin Altıok’un yine ilk defa Roşhat’ın kahverengi ajandasında gördüğüm, hikayesi çok acı olan şiirlerinden biri geliyor:
“Öyle ak, öyle ak ki teni/ ipekten biçilmiş sanki/ duyulmamış bu yüzden/ üstünü örtmek gereği./ çırılçıplak, incecik/ sedyede bir kız cesedi./ on parmağı boyalı;/ bulaşmış ıstampa mürekkebi./ bir kızım sağsa eğer;/ bir kızım morgda şimdi.”
Karer, Alevilerin yaşadığı bir bölge. Şehirden uzak, yüksek dağların arasında bir yer. Alevi köyleri hep böyle yerlerde olur, sebebini bilirsiniz. Dağın tepesine kocaman bir sahne kurulmuş. Bol yıldızlı bir yaz gecesi. Sahnede o an kim vardı hatırlamıyorum. Zeynep Hanım’ı uzaktan izliyorum. Yöresel yemek standının yanında bir taburede, babasının Bingöl Lisesinden öğrencisi olan şair Metin Kaygalak’la oturuyor. Yanına gidip hiç konuşmadan oturasım geliyor, rahatsızlık veririm kaygısıyla vazgeçiyorum. Yüzünde derin bir hüzün var ama huzurlu yine de. Herkes inanılmaz sahiplenmiş onu. Duygulandırıyor beni bu durum. Birkaç gün sonra Hasankeyf’e gidiyoruz. Liseden sınıf arkadaşım İbo ile karşılaşıyorum uzun yıllar sonra. Yakın zamanda buluşup Roşhat’ın mezarına gitmeye karar veriyoruz. İbo’yu son görüşüm oluyor, Hasankeyf’i de… 12.000 yıllık şehir de katlediliyor gözümüzün önünde.
Walter Benjamin “Son Bakışta Aşk” adlı eserinde, “Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan.” der. Ama dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan, üzerine birçok medeniyetin izi sinen bir kentin katledilebileceğini sanırım Benjamin bile tahayyül edemezdi.
Diriler, mezardaki ölüler, mezarsız ölüler, dağlar, denizler, nehirler, ormanlar, kuşlar, börtü böcek… Her şey, herkes payına düşen acıyı fazlasıyla aldı.
“Ve düşman kazanmaya devam ediyor hâlâ”
Geçen yıl, yine bu mevsimde 15. Metin Altıok Şiir Ödülü sonucu açıklanıyor. Ödülün sahibi, İlhan Sami Çomak. Metin Altıok’un Bingöl Lisesinden öğrencisi İlhan Sami Çomak. 29 yıldır somut bir delile dayanmadan hapiste tutulan ilhan Sami Çomak. Şiir nesilden nesile akmış adeta. Zulüm de.

Cezaevinden günler sonra gönderebildiği mektubu gözyaşları içinde okuyorum. Şöyle diyor Çomak:
“Sevgili Dostlar,
15. Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görülmem benim için tarif edilmez bir onur payesi. Ben bir zamanların karlı Bingöl’ünde, Metin Hoca’nın ayak izlerine basa basa yürüyen bir öğrencisi olarak, ödülün, şiirin gücünün, şiirin sınır tanımazlığının ve iyiliğinin, kalbinin bu çorak diyarda da kararlı şekilde attığının kanıtı olarak görülmesini isterim. Bu uzun mahpuslukta Metin Hoca’nın, görseydi, gururlanıp sevineceği şekilde adaletsizliğin taktığı çelmeyi önemsemeden, belki de adaletsizliği aşmak için tüm zorluklara rağmen durmadan şiire ve onda gizli hayata çalıştım. Ve bundan olsa gerek, yıllar yıllar sonra bu ödülle Hocam bir şey yaptı; eli başımda, sevgiyle şöyle bir karıştırdı saçlarımı. Ne mutlu bana. Ödülün bana hak tanıdığı başka bir şey daha olsa gerek: Şairlik. Artık layıkıyla ve kendime güvenerek şair kimliğini taşıyıp kullanabilirim sanırım. Metin Altıok’un şiir dersinden böyle bir mezuniyet, zamanın bana verdiği en değerli hediye kesinlikle.”
Her yıl, dersimi ilk defa alan öğrencilerime Kavaklar şiirini (yani “Öndeyiş”i) okurum. Tek geleneğimdir. Sonra da Roşhat’tan ödünç aldığım sözcüklerle devam ederim: “Burada bahsedilen kavaklar, şu kavaklar. Şair bu okulda çalışırken yazmış.” Bu pencereden bakıp, bu kavaklardan etkilenip…
Onlar için de artık kavaklar sıradan ağaçlar değildir, şiir de. Ya da ben öyle olmasını umuyorum.
Giden sadece kargalar değil, kavaklar da değil. Bir kayıp onlarca kaybı taşır içinde. Bu ara neye tutunmam gerektiğini gerçekten bilmiyorum. İçimdeki yangına gerçekler değil; bazı hikayeler, bazı filmler su serpiyor şimdilik. Üstelik uzak hikayeler ve filmler.
“Argentina, 1985”te cunta üyeleri hüküm giyince Savcı Strasser mahkemenin o muhteşem kapanış konuşmasında mahkeme üyelerinin, Plaza de Mayo annelerinin, Javier’in, tecavüz ve işkence mağdurlarının karşısında son olarak şunu demişti:
“Bu iddianameyi kapatırken bana ait olmayan bir ifade kullanmak istiyorum, çünkü bu ifade tüm Arjantin halkına aittir sayın yargıçlar: Bir Daha Asla!”
Dilerim o su yakın bir yerlerden, yakın zamanda içimize serpilir.
Roza Alkan
Çok etkileyiciydi. Kavaklar ve kargalar hikayesi artık her gün yaşadıklarımızdan ne yazık ki…Küçücük yaşta tanıklık yaptığımız olaylar ise hep bir travma içimizde.