Cabir Özyıldız

Kokularını içine çekerek öptü her ikisini, okullarına uğurladı. Kocası erkenden tüymüştü. Gitsindi zaten.

Gece tamamladığı, dağınık kalan sunum sayfalarını bir düzene soktu, kuşlu çantasına yerleştirdi. Unutmamak için telefonunu da çantanın yanına iliştirdi. Yatak odasına yöneldi. Kafasından boğazlı kazağını geçirdikten sonra iri memelerinin belli olup olmadığını kontrol etti. Şifonyerin karşısına geçti. Alelacele saçlarını taradı. Abartısız bir makyaj uydurdu yüzüne. Uğurlu saydığı, gökkuşağı renkleriyle örülü bilekliğini kontrol etti.

İşe gitmek, kendini var etmek, üretmek, ayaklarının üzerinde durmak, kendi kesesinden harcamak hoşuna gidiyordu. Böyle düşününce, dudak uçları yumuşak bir kavisle kıvrıldı.

Kombiyi kıstı. Parkasını geçirdi sırtına. Botlarını da ayağına. Vestiyerin aynasında son kez baktı yüzüne, işaret parmağının ucuyla rujunun fazlalığını aldı. Kapının koluna yapıştı.

Başını kaldırdığında karanlık düşlerinden yastığına sızan korkularıyla göz gözeydi.

O sabah ve diğer sabahlar hiçbir yere gitmedi.

***

Kahvaltılıkları buzdolabına kaldırdı. Ev bana kaldı diye sevindi. Yapılacak birçok şey tasarladı kafasında. İş ilanları, okunacaklar, yazılacaklar, aranacaklar, umut edilecekler…

Hepsini erteledi.

Kaç gündür balkonunu mesken tutan kumrularla göz gözeydi. Kendine benzetti onları. Muhtaç, ezgin ve çaresiz. Ekmek kırıntısı serpti, sularını tazeledi. Onların nazarından baktı kendine. Dağınık saçlarına, solgun yüzüne. İçi ezildi. Kanepeye uzandı.

Bir sanrı çöreklendi zihnine, diğerleri çoktan yoldaydı. Boğuştu o sanrıyla, boğuştu, boğuştu… Sonrakilerle de. Yoruldu.

Kalktı. Pencereden dışarıya baktı. Gökyüzü, içi gibiydi. Uzunca bir boşluk ve karanlık. Göğün sonsuzluğunu çekti ciğerlerine. Dünya ne kadar da büyüktü. Ve yaşamak hayli uzak.

Bir hıçkırık yükseldi göğsünden. Yağmurlar yağdı sonra. Dışarısı kupkuruydu.

Not defteri önündeydi. Tek tek sıraladı yapılacakları: Yürüyüşe çıkılacak, bel bölgesi için egzersiz, Handan aranacak, kuaföre uğranacak, zilsiyah gece yırtılacak, gülümsenecek…

Defteri kapattı. Fakat yazdıklarının hiçbirini yapmadı.

***

Uyandığında öğle sonuydu. Çocuklar ha geldi ha geleceklerdi. Allahtan, yemek ve güleryüz isteyeceklerini unutmamıştı. İçinin dağınıklığını toparlamak istedi. Yekindi. Dağınıklığına güç yetiremedi. Vazgeçmeyip içinden otuz beşe kadar saydı. Doğruldu.

Et sote yapacaktı. Oğlanın kaç gündür canı çekiyordu. Dolaptan malzemeleri çıkardı. Eti küp şeklinde keserken aklına insan kaynaklarındaki o şırfıntı geldi. İşe alım politikamızla cv’niz maalesef uyum göstermedi deyip kışkışlamıştı. Orospuydu işte, üstelik önde gideniydi. Hırslandı. Bıçağı körlemesine daldırdı et yığınına. Ilık bir kırmızılık yayıldı tezgâha. Geciken regli geldi aklına, okuduğu onca okul… Durmadı, marul yıkadı, karalahana doğradı, havuçları soydu, domatesleri muntazaman kesti.

Kapıdan ikisi birden girdiler. Çantalar saçıldı etrafa, istekler sıralandı. Kız telefona koştu, küçük tablete. Sonra ötekisi giriş yaptı. Ne yemek yaptığını sordu. Ardından kombinin köklenmesine söylendi.

Bir an için siyah bakkal poşetinin en dibinde kalan, önemsiz atıştırmalıklar gibi hissetti kendini.

Bütün o ev içi kalabalığının ortasında güzel addettiği eski günlere dair bir sahne kurdu. Uğrundu, iç çekti, geçip giden günlere yutkundu. Acıktık sözüyle sahne kapandı.

Soteyi tabaklara pay ederken kalbini yokladı. Bir çift kanat yakıştırdı kendine. Kalbinden korktu. Sonra pencereleri, çatıları, köprü korkuluklarını düşündü. Ayrıca tuz ruhunu, fare zehrini, bilumum kuş özentisini… Fakat az sonra bütün bu düşündüklerini unuttu.

Yemeğin ortasına doğru pencere kenarında unuttuğu not defterine kaydı gözü. Çiziktirdiği harfleri, yan yana getirdiği kelimeleri, içinin dağınık cümlelerini özledi. Yazmazsa başı sonu belirsiz bu kuyudan çıkamayacağını geçirdi aklından. Yemekten sonra çekilecek bir köşe hayali kurdu.

Sofra kalktığında tüm köşeler tutulmuştu.

***

Bulaşıkları yuğdu yıkadı. Tezgâh bezini sıktı katladı. Sabah beri dış dünyadan haber iletmeyen telefonuna baktı, unutulmuştu. Uzandı. Elini telefona götürmesiyle altı gözün altısı birden suçlar gibi baktı. Kızınki daha bi dokundu. Geri çekti elini. Zamanı, bedeni, ilgisiyle onların olsun istiyorlardı. Bir tek onların.

Sular çekildi içinden. Kurudu. Bunaldı, hınçlandı, nefret etti hepsinden. Gözlerine çelik dikenlerin buz gibi pırıltısı oturdu. Sular yeniden kalbinin kıyısına vurunca yumuşadı. Dikenler yerini sis bulutlarına bıraktı.

Kek çırptı, çay koşturdu, küçüğün dersine eğildi. Aptal saptal televizyon programlarına, sesin volümüne öfkelendi. Fakat öfkesini derine, daha derine itti. Sokağı özledi. Çıkmayalı bir asır geçmişti sanki. Bulvarlar, tanıdık olmayan insanlar, kahveler, gülüşmeler. Ayın soluk parlaklığını, yıldızların sulara vuran ışıltısını, uzun yürüyüşleri, gecenin ıssızlığını. Bütün bunları tek başına tüm duyularıyla hissetmek istedi.

Fakat ne vakit niyetlense biri mutlaka peşi sıra geliyordu. Soğuyordu o zaman dışarı çıkma fikrinden. Bugün de öyle oldu. Salyangoz misali kabuğuna çekildi.

Kaçacak bir yer aranıyordu. Eli saçlarına gitti, yağlanmıştı. Burnunu koltuk altına yaklaştırdı. Hemen geri çekti. Uzun uzun yıkanmalıydı. Banyonun yolunu tuttu. Donunu sıyırdı, klozet buz gibiydi. Çişini yaparken bir ağlamak tutturdu. Sonra kalkıp duşa girdi, tuzlu ve klorlu sular birbirine karıştı.

***

Çocuklara meyve dildi, kocasının çayını tazeledi. Pelte gibi yığıldı kanepeye. Boş boş televizyona baktı. Bir ara soru sağanağına tutuldu. Bıkkınlıkla yanıtladı soruları. Sonra herkes önüne, o içine döndü.

Bu cendere ne zaman son bulacak, sabahları kapıyı ardımdan örtebilecek miyim, insanlar, ya insanlar, hangi vakit karışacağım aralarına, dostlara incelik vakti gelmedi mi? Sordu, sordu, sordu içine. Yanıtsız kaldı hepsi.

Gecenin ilerleyen saatlerinde alabildi not defterini eline. Telefonundan yazıya itki olabilecek bir müzik seçti. Şimdi içinin tüm karanlığını defterin beyaz sayfasına akıtabilirdi. Kalemi eline aldı, sayfaya eğildi. Biri, yeter artık ışığı söndür, diğeri sesini kıs şunun dedi.

Olduğu yerde büzüldü. Kalemi bıraktı, defteri kapattı. Işık söndürüldü, müzik sustu.

Bu labirentten çıkmanın bir yolu olmalıydı. Önüne dikilen duvarları, yürüdüğü kaygan zemini düşündü. Kayması ya da kaybolması an meselesiydi. Bu kördüğümü kesecek tek şeyin kendi kılıcı olduğu geldi aklına. Büzüldüğü yerde kendine sarıldı.

Zihninde penceresi dışa dönük bir oda uydurdu kendine. Oda kapısının anahtarına avucunun sıcaklığı geçti. Küçük yazı masasını, tahta sandalyesini, not defterini, kalemlerini yerleştirdi odaya. Herkese ve her şeye sırtını döndü. Döner dönmez de sızılı bir vicdan muhasebesine girişti. Sonra tırnaklarından saç tellerine dek direndi. Kurtardı kendini o muhasebelerden.

***

Bir kapı kapandı, diğeri açıldı.

Yazıya oturmadan önce pencereye yaklaştı. Çıplak dağ eteklerini, sokağı, geceye hırlayan köpeği, şehre ince ince yağan karı izledi. Ay bu gece gammaz değildi. Sevindi.

Odayı adımladı. Ne yazacağını düşündü, aklına hiçbir şey gelmedi. Hâlbuki az önce hatırındaydı. Unuttu. Aklında kopuk, dağınık kelimeler, alnının gerisinde suya yazılan düşler. Masanın başına geçince hatırladı.

Oturdu. Harfler darmadağınıktı zihninde. Önce onları hali yoluna koydu. Kelimeleri bitiştirdi. Cümleleri yan yana getirdi. Paragrafları dizdi alt alta. İçi buzdan tuğlalarla örülüydü. Tuşlara bastıkça içinin soğuğu parmaklarına yürüdü. Ayaklarına, kulaklarına… Yazacaklarını üşütmedi ama. Avuçlarına aldı, göğsüne bastırdı, üzerlerine hohladı.

Boynunu ovuşturdu. Yarın tutulacak olması umuru değildi. Yazıyı tamamlamalıydı. Parmakları tuşların üzerine indi kalktı, indi kalktı… Bir zaman sonra parmaklarının hızına şaşırdı.

Bittiğine inandı. Kalktı masadan. Son kez pencereden baktı. Ayın sırtı hâlâ geceye dönüktü.

En azından hâlâ yazabiliyorum diye teselli etti kendini. Kirpikleri hazla titreşti.

Bir kapı kapandı, diğeri açıldı.

Uzun, upuzun bir yolculuk gibiydi.

Cabir Özyıldız