
Anneannem ile babam aynı gün öldü, hangi yas evine gideceğimizi bilemedik.
Yerevan’da sırrını nar tanelerine uğuldamış, endamını özlemle anımsatıp Iğdır’ın Karasu sazlıklarında sözün devamını rüzgârın ellerine vakfetmiş, gün batımında telaşla kabaran heybetlerini bir anlık yanılgıyla aşağı sarkıtmış iki arkadaş; Nuh’dan bu yana gelen namlarına bir nam daha katıp karanlığa gömüldüklerinde dağ heybetinden olur, insan da kendiyle baş başa kalır. Korkuyla minnet arasındaki bağ erir. İnsan gaddar yanını konuşturur. Dağa küsmez ama dağın gölgesini unutur, büyüklük taslar. Günün ilk ışıklarına dek sürer bu. İşte bu iki kardeş dağ, Ararat’tır. Büyük Ararat bir yerden sonra insanın zalimliğini bilir, kardeşini sarmalayıp örter, Küçük Ararat insana görünmez olur. Yolunu bulmaya koyulan, dağı dönüp dönüp uzaklaştıkça Büyük Ararat’ın kollarını Küçük Ararat’tan çektiğini, parıl parıl parıldayan tepelerinde göğe yaslanıp dünyanın rengine kanıp da umursamaz heybetiyle bir bakışı daha sildirdiği anlaşılır böylece. İnsan yine ezilir büzülür, küçülür kalır. Bu Ararat’ın ahvalini sormak da ayıp, sırrına kulak kesilmek de akıl işi değil. Dağlarda yiten gözlerimi ben böyle buldum. Oyuklarda sızlayan ışığın tozlanıp yükselmesi gibi. Aralık’tan Iğdır’a gide gele öğrendim; dağa aşık atılmaz, dağa sorulmaz. O nice takvimin ağırlığına bulamış boyunu, yanındaki arkadaşından aldığı bakışla sürdürdüğünde anlamıştım: İnsan bir dağa bakınca yüzü düşermiş, bir dağa sığınmak lazım geldiyse o zaman bilirmiş yücelerin yücesini. Aşamadım bu boynu bükük gerdanında eritmediği karların sonsuzluğunu. Alevinde başka bir hınç, sessizliğinde başka bir öfke taşırmış. İnsan olan ancak anlarmış. Anlasam da bir şelalenin kendini her seferinde atıp atıp tükenmeyişinde bulduğunu sayıkladım. Noksanlığım, baktığım onca ağacın, dağın, suyun anlamında beni ele verir. O an, ben şereflilerin en şereflisi sayılırım, fakat çıplak doğada şeref ne ki? Noksanlığım çırılçıplak ettiğinde beni, en akla yatmaz hayat, münakaşa eden ruh toza karışır ve savrulup gider böylece. O perişan eden akşamda, kaysının dalı sallanıp bir aralık gösterdiğinde Ararat’ı, rüzgar kaysının dalını savurup pencereleri tıngırdattı. Elleri, ayakları duvara yaslanmış ağacın resmi oracıkta çizildi. Üstünden çok zaman geçmedi, babamın ölüm haberi geldi. Dinen rüzgar, yanında bir ulak göndermişti demek ki. Göz göze geldik Fatma’yla. Annem öldüğünde de aynen böyle olmuştu. Paslı bir bakış. Solgun bir yüz. Ağır bir yarada inleyen ağız gibi. Çığlığını duydum, oracıkta bir yaprağın dalından düşüp sessizliğe ant içercesine yılgın can çekişine benzettim kendimi. Yapraktım. Oradaydım.
Ben cam kenarında, ablam yanımda, amcam direksiyonda akşam saatlerinde Iğdır’a yol alırken amcamın telefonu uzun uzun çaldı. Ne yapacağını bilmiyordu sonuçta. Abisini kaybetmişti, geçmişi zehirlenmişti. Boğazında düğümlenen bir yaşam vardı. Nasıl konuşabilirdi ki. Bir daha çalınca bu sefer öne doğru eğilip ben açtım telefonu, “Seyfi, annem vefat etti,” dedi. Bu dayımın sesiydi; kırgın, muğlak, bayat, üst üste sigara içmiş bir sesti. Telefonu kapatıp yerine bıraktım. Ablama döndüm, hiç oralı olmadı. Amcam bana hiçbir şey söylemedi. Bu sessizliği dağıtırsam vereceğim haberle, yeni bir derin sessizlik yaratırım korkusuyla Karakoyunlu’ya kadar sustum. Benimle birlikte dünya sustu. Bahçede kavak, şeftali, elma, kayısı, söğüt, dut ağaçları; tarlada kavunlar, karpuzlar, pamuklar, domatesler, gülbeseler, mısırlar da sustu. İnsanın elinin değmediği her şey yeminler etmiş bir suskunluğa bürünüyordu. Sonunda tutamadım kendimi, “Dayımdı az önce arayan, anneannem de ölmüş,” dedim. Gürültüye karışırdık bundan sonra sandım. Gürültü bizdik, on beş kişilik minibüste, sıkışmış üç kişilik dev sessizlikle tıkış tıkıştık.
Ne demiştim, anneannem ile babam aynı gün ölünce hangi yas evine gideceğimizi bilemedik. Amcam çözümü bulmuştu. Beni Tuzluca’ya gidecek minibüs yazıhanesinin sokağında indirmiş, “En azından sen git, yalnız bırakmak olmaz, çok emekleri var üzerimizde, biz de burayı hallederiz. Yarın gelirsin,” dedi. Bakışımla söylediğimi dilimle söyleyemedim. Tuzluca’ya git, oradan in, Sinek Yaylası’na yol al, olacak iş değil.
Bitmemişti babamla hesabım. Taşıyorsam ondan bir uzuv, üstüme giyinmişsem ondan kalan ruhu, ölçmüşsem kendimde onu, bitmez tükenmez yalnızlığa koşmuşsam, içerimde gezinmiş, baba denen yaratıktan sıyrılmamışımdır. Babamı sevmiyordum, çünkü babam gibi olmak istemedim yıllarca. Cuma günleri şehir merkezine indiğimizde, yaz aylarının kavurucu sıcağında dağlardan inen rüzgar belediye binasının önündeki karaağaçlarına esinti verdiğinde, hacı leylekler çığlık çığlığa kaldığında, karnımda bir guruldama başlar, açlık hissi enseme soğuk bir ter attırır, ellerim titrerdi. Babam, solgun yüzümdeki açlığı gördüğünde yönünü İranlılar Lokantası’na çevirirdi. Ben et dönerin hayalini kurarken babam iki tane bozbaşı masaya yatırmıştı bile. O nohutların arasında dev bir yaratığın kemiğini anımsatan kuzu inciği, yeşilimsi suyu görür görmez midem bulanır, iştahım kesilir yemek yiyemez olurdum. Çatalı salataya daldırır, taş fırın ekmeğini lavaşları dişlerimin arasında çiğner, babamın benim yemeğimi de alıp bitirmesini beklerdim. O günler tekrar ettikçe babamdan daha çok nefret ettim, uzaklaştım, bakamadım ne yarasına ne sevincine. “Neyi seversin?” demeyen bir babanın gölgesinde yaşamanın hırsına kapıldım, ona benzemedim. Seneler önce ona yüklediğim anlam bir dağ gibi yıkıldı, altında kaldım. Herkes ilk anın sevgisi kadar var, gerisi verdiğimiz anlamlarmış ve ne çok anlam yıkıntıları içinde kalmışız. Belki de, “Döner yemek istiyorum,” deme cesaretinde bulunmadığımdan suçlu olan da bendim.
Rampa çıktık, dönemeçlerde korkuya kapıldık, dağların ikbaline vurulduk, tilki gördük, boyumuzdan uzun otlarla rastlaştık sonunda köye vardık. Dayımlar bir köşeye sinmiş kalabalıkta sigara içiyorlar, teyzemler beni görür görmez ağlamaya başladılar. Bakışlar, ıslak ve kan çanağı. Değilse bir iç geçirme, değilse günün yorgunluğu, değilse kalabalık sebep, diriler evlere dağıldığında kahkahalar tutuşmaya başlar. İyi huyları, alınganlıkları sıralanır böylece. Ölmüş olanın kötülüğüne varılmaz nedense.
Ertesi gün. İki çadır arka arkaya kurulmuş, birinde kadınlar diğerinde erkekler kalıyor. Kuş yanlışlıkla çadıra girse eller Fatiha’ya kalkar, öyle bir hal var burada, “Merhumenin ruhuna el-Fatiha…” mırr mırrr… Seçim yaklaştıkça ölü evinde siyasiler de eksik olmuyor. Partilerin yolunun yas çadırlarından geçtiğini bilmiyordum. Onlar orada kaladursun, ben minibüsteki düşüncelerime bir daha vardım. Çok sonra düşündüm, çok sonralar vardığım fikre sarıldım. Çok sonra aklıma yatan düşünce içimde döndü dolaştı ayaklandı. Sır verdi bana. Şikayet ettiğim ses bana cevap, bana akıl, bana hazine ve bana hazin bir son hazırladı. Kıtlık çağımda inandım neyim var neyim yoksa. Kıtlık çağıma and içip de sesimin yankısında dolaştım. Haset ettim, hasret duyduğum günün intikamına, sonunda bir düğünde müzik çaldığında, zurnaya nefes yüklenildiğinde, davula vurulduğunda neden halaya durmadığımı idrak etmeye başlamıştım. Otuz yaşın getirdiklerinden biri de buydu. Keza, bir yas evinde herkes ağlayıp ağıt yakarken ellerini dizlerine vururken ve ben de ağlamak isterken neden ağlamadığımı bunca yıl geçtikten sonra keşfetmek, boşaltılan bir hazine misali. Çocukluğumuzda, misafir eve geldiğinde annem ile babam, “Şurada oturacaksın, misafirler gidene kadar ayağa kalkmayacaksınız,” ardından gelen baba sesi, “kemiklerini kırarım,” demesinin üstünden yirmi yıl geçmişti; o ikazın hayatımızdaki neşenin, üzüntünün musluğunu kapattığını ancak şu anda, minibüs camında gözlerimin önünde pır pır dönüp hiçbir şeyi netlikle göstermeyen nesnelerin, dağların, ağaçların, otların, derelerin gelip geçtiği o belirsiz anda, anlamak kısa bir şok geçirtiyordu. Minibüs camında başlayan kavrayış, burada sürüyordu. İnsan, her yaşında çocukluğun izini buluyordu. Bana kalan buydu. Ağlamak istiyordum ağlayamıyordum. Bağırmak istiyordum, bağıramıyordum. Oynamak atmak istiyordum, oynayamıyordum. Şimdi yüzümdeki ifadesizliği bir duvara yapıştırsalar, duvar bile benden daha nakışlı, çizgili, renkli ifadeye kavuşur.
Yas evini onlar da ikiye böldü, küçük teyzemle dayımı bizim eve gönderdiler. Yine aynı dolambaçları indik, Iğdır’a geldiğimizde onlara, “Siz gidin benim biraz işlerim var, hemen geleceğim,” dedim. Ama gitmeyecektim. Ölüm zamanlarında hiçbir söz, hiçbir cümle işe yaramaz. Teselli bir omzun kenarında boşluğa bakmak, duvarları gözlerinle çizmek, yerdeki halı desenlerini aklına nakşetmektir. Gürnar’ın soğuk, renksiz kapalı cezaevlerini anımsatan daracık sokakların her bir yanına dağılmış binaların arasındaki evinin kapısına adım attığımda, dünya bir kere daha solmuştu. Bir kırlangıç, ürküntü içinde o boşluktan bu boşluğa vuruyordu kendini. Ben göğün, çıplak tepelerin, salkım salkım duvarlara bükülmüş meyve ağaçlarının, yamaçlardan vadilere sokulan ormanların insanıyım. Bu soğuk betonların arasında ne işim vardı? Kapıyı çaldım. Açar açmaz gözyaşlarını boynuma bıraktı, kokusu gövdemde kuş ürküttü, direnemedim. Avcumda memeleri gidip geldi, parmaklarımda sonra kalçaları. Öylece duvar dibinde yükseldi ve bitti her şey. Sessizlik kamçı kamçı büyüdü aramızda. Durduk öylece. Sabahı bekledim, yola düştüm. Yas evine, aynı tekrara koştum.
Annem, şu tahta çardağın altında örtüyü dizlerine dek çekmiş, kavanoza konserveleri diziyor. Babam köpeklere ekmek atıyor, su harkını açıyor, sonra bostanı suluyor. Annem, yerinden kalkıp ambara gidiyor. Elinde bir torbayla dönüyor. Cevizleri ve kayısı çekirdeklerini ayırıyor. Fatma, elinde çay tepsisiyle geliyor. Yanında hurma ve dut kurusu. Çaya katılmış gül kurusu, karanfil ve tarçın kokusunu içime çekiyorum. Babam hiçbir seslenmeye ihtiyaç duymadan çardağın altındaki tabureye oturuyor. Annem yerinde durmuyor, hortumu alıyor eline çiçekleri suluyor, tavuklara yem veriyor. Süpürgeyi taşlara geçirip temizliyor. Şimdi ise onların yaşadığı yerde, başkaları onlar için gelmiş. Duaya duruyor elleri. Beş yıl önce şimdiydi, şimdi ise beş yıl önceydi. Ölümün kuş kanatlanışı evimize gene oturmuştu. Ölüm kuş kadar. Ölüm, hatırlamaya bir koşu çıkaran, geride kalanları orada bırakan yıkıntılar bahçesi. Ölüm bir tek bahçede varmış. Bahçe ağzında hiç gitmeyen anne varmış. Ev anneymiş, anne evmiş, bahçe bahçeymiş. Ölüm bahçeler içinde de ölümmüş. Sandım ki evler ayaktayken yıkıntılar içinde olmayacakmışız. Yıkıntı yüzümde, uzaklara bakan gözlerimde. Yıkıntı, yarısı çekilmemiş perdenin ardında, duvarda sıra sıra dizili çerçeveli fotoğraflarda. Kimsenin bilmediği ama herkesin bildiği eski yıkılmış bir isimde, üzerler seni bir bağ harmanında, suyu çıkmış üzümle. Baka baka kimsesizliğime utanamadım annemi hatırlamayacak kadar.
Kalma belası, gitme belasından güçlü gelince, durdum ben de Ararat’ın seyrine. O seyir iki yıl sürdü. Fatma evlendi. Ben atandım. Gürnar, o gece seviştiğimiz için beni terk etti. “Ortada bir acı varken sevişmemiz yanlıştı,” demişti. “İnsan bu kadar ruhsuz olamaz,” diye de eklemişti. Ben ise, “İnsan tam olarak böyle bir şey,” diye yanıtlamıştım. Unuttuğumu sandığım ev, unuttuğumu sandığım ağaç, unuttuğumu sandığım anne, unuttuğumu sandığım baba, unuttuğumu sandığım hayata tüneyen doğa ev yapmıştı. Ev öldü, ben de ağaçları seyrettim, dizili kavak ağaçlarını. Göğe kavuşma umuduyla yükselen ama kavuşmayan, boynu her büküldüğünde yanındaki arkadaşını döven ağaçları seyrettim.
Bölünmüş bir yaz akşamında ölüler evlerine dağılmadığında, kavaklar birbirinin sırtına bindi, çıplak dağı uzun uzadıya çizdiler. Ben, onları ve iki kardeşi Ararat’ı seyrettim.
Mustafa Orman
İnsanın en sert, tahtaları en şişmiş penceresi kendi içidir.Mustafa Orman o pencereyi ne de güzel açmış.Kullandığı Ararat metaforu nasıl da iki ölümün ortasına oturmuş.İki ölümün ve ölünün yankısı olanca dirilikle gözler önüne serilmiş.
İnsanın gerçeğini bilmeyen hikaye sanar.
Edebi dil yine çok güçlü. Mustafa Orman, dağların ovaların arasında dilin çiçekleriyle süslemiş hikâyeyi. Geçmişin geleceğe etkisini incelikle işlemiş. Arafta gibi başlayan ama hemen sonra araftan kurtulan anlatıcıyı ustalıkla anlatmış. Tebrik ediyorum.