Fatih Selvi

Sigara, ıslak çamaşır, beklemiş bulaşık ve küf kokan bir evin salonundaydık. Üzerinde ıvır zıvır bir sürü kâğıt ve kitaplar yığılı, katlanır eski bir masanın öbür tarafında aklına ne gelirse anlatıp duruyordu. Bir saatin sonunda artık dediklerini tam anlayamaz olmuştum. Hızını alamayıp sağa sola çarpıyordu cümleleri, hiç değişmemişti eski dostum. Yazması gerekirken konuşan insanlardandı. Fazla konuştuğundaysa kendine ihanet ettiğini sanırdı. Böyle olduğunu düşündüğü zaman canı sıkılıp sinirlenir, sinirlendikçe daha çok konuşurdu. Konuşması hızlanır, öfkesi taşkınlaşır, anlattıklarının içeriği belirsizleşirdi. Anlamın kuyruğunu kaçırdıkça, saçmanın kıyısına yaklaşırdı. Bunu fark ettiğindeyse onun için artık yürümek, dolaşmak ve ne bulursa onla alay etme vakti gelmiş demekti. “Haydi dışarı çıkalım,” dediğimde ikilemedi.

Diz çökmüş ayakkabılarımı giyerken keskin nişancı gözleriyle tepeme dikilmişti. Yılların yüzü-me kodladığı eklentilerle eksiltileri avlamaya çalışıyordu. Kırıldığı insanlar hariç her şeyi unutulabilme yeteneği olduğu için, anahtarını sordum, göz kırptı. Parça pulluk kıyafetlerinin içinde çağdaş bir derviş umursamazlığıyla merdivenleri inmeye koyuldu. Bizi dışarıda ıhlamur kokan bir nisan havası karşıladı. Kaldırımlarına çok yaşlı ağaçların gömülü olduğu eski bir sokakta yürüyorduk. Arabama ulaşıp istikameti İzmit’e kırdık. Yolda bitiremediği okulundan, takılıp kalmışlığından, tek başına yaşadığı bekâr evinde onu bir türlü alıp götürmeyen suyun kokuşmuşluğundan bahsetti.

Eski esprilerden hatırladıklarımızı birbirimize döküyor, gülüşlerimizi yokluyorduk. Eski güzel günlerden, kafası dumanlı ve gamsız gençliğimizden arta kalanları toz toprağın içinden çıkarmaya çabalıyorduk. Babasının beyaz Broadway’iyle yaptığımız turları, tüp kamyonuna sürtmemizi, gece Çenesuyu’ndaki Huzur Lokantası’na gidişlerimizi andık. İzmit’e varıp aracı Belsa’nın otoparkına koyduk. Ayaklarımız bizi kendiliğinden Yürüyüş Yolu’na götürdü. Aklıma Acısu Parkı’ndan Mehmetalipaşa’ya dek attığımız uzun menzilli voltalarımız geldi. Gelecekten emin muzaffer edalarla, gövdelerimize sıkıştırmakta zorlandığımız kendiliğimizin ağırlığıyla gezinirdik. Karşıdan gelen her güzel kız bir sevgili taslağıydı o zamanlar. Çirkin suratlarımızdan utanmamayı becermeye çalışıyorduk. Onun, kalbini kavramış kara büyüyü bozmak için yeniden sevmeye ihtiyacı vardı, benimse sevmeyi öğrenmeye. O kendine narsist bir kıvırcık buldu ve iyice dolandı büyüye. Bense sevimli bir çitlembik buldum kendime ama umduğumu bulamadım.

Fakültenin Sopalı’daki yeşil üçüz prefabriklerinin metal parmaklıklarla kafeslendiği köşede sigara içiyordum. Kantinin tarafından gelip teklifsizce sigara istedi, öyle tanıştık. Beni adeta mucit gibi keşfetmiş, sonradan anlattığına göre. Enerjik yapımdan sağlayacağı ilhamla heyecanlanmış resmen. Beni görür görmez içinde bir çıkrığın dönmeye başladığına inanmış. Sigara bahaneymiş, kendine yol yapıyormuş benimle arkadaş olmak için.

İlk başlarda kopuğa benzeyen bu sıska çocuğu gözüm tutmadı. Derslere pek girmiyor, genelde kantinin dışındaki bacakları betonlanmış masalarda takılıyordu. Sınıfta en arkalara geçiyor, sağa sola laf atıyor, hocaları taklit ediyor, milleti güldürüyordu. İroni bombardımanlarından sağ çıkmak kolay iş değildi. İnsanları ve kendini o kadar çok önemsiyordu ki, kendi hayatını da bizi de hiç iplemiyormuş gibi görünüyordu. Onu dinlemek eşsizdi ama. Anlattıkları şaka mı gerçek mi çaktırmadan, bulmacalı, şifreli oyunlar oynardı etrafıyla. Hemen hemen her şeyle alay ederdi. Teneffüslerde gülmekten yarılanlardan oluşan çemberlerin ortasında hep o olurdu. Zamanla bu uçuk kaçık çocukla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez oldu. Güldük, ağladık, ilk genç-lik fırtınalarına beraber daldık, birbirimizi yaralarımıza sardık. Biz bir zamanlar sıkı dostlardık.

Karnımızı Kebapçılar Çarşısı’nda ikişer Adana kebabıyla doyurup yeniden Yürüyüş Yolu’na çıktık. Tatlıcı Güven’e gitmeyi önerdiğimde gözleri ışıldadı:

“Güven Tatlıcısı ha, iyi fikirmiş. Öğrenim Kredisi günlerinin saray sofrası. Boğazdan şerbetin yakıcı inişi, mideden beynin çekirdeğine doğru yükselen bir haz eğrisi. Bana bak dostum. Bak ya, hemen de baktı. N’oldu dostum senin gurur dolu serhaddine. Ensene şaplak atmayı sevdiğimi bilirsin, yaş haddinden emekli edebildin mi enseni avucumdan? Ha ha ha. Yok be, kodaman olmuşsun oğlum sen. Müşterin falan çıkar bir yerlerden, cıvımanın lüzumu yok şimdilik.”

Eski üstün pozisyonunu arıyordu. Yıllar önce sahnelenip tedavülden kalkmış gösterisini tekrar oynamaya çalışan veteran bir tiyatrocuyu andırıyordu. Önceden kolayca kurduğu psikolojik tahakkümün sular altında kalmış yolaklarını bulmaya çalışıyordu. Yıkıntılar arasında hınçla yol ararken ayağı yosunlara takılıp duran bir eski kayıp şehir dalgıcıydı o.

İki tatlıcı kardeş de yoktu minnacık dükkânda. Kardeşlerden ufağının oğlu kasayla ilgileniyordu. Bir zamanlar fırlamanın teki olan bu oğul, kerli ferli, saçları ağarmış bir adam olmuştu. Eskiden dükkâna nadiren uğrar, getir götür işleri yapar, of puf eder, bir zaman sonra da kasayı tırtıklayıp çeker giderdi. Öğrenciyken buraya çok sık geldiğimizi söyledik, tepki vermedi. O sıcakta atkıyla dolaşması dikkatimi çekti. Boynu tutulmuş, iyi geliyormuş. Babasını, amcasını sorduk, ikisi de yaşıyormuş ama dükkânla ilgileri kalmamış. Tatlıları hızlıca mideye indirip kaçtık. Az yukarısında Acısu Parkı vardı: Eski aylak yıllarımızın ana karargâhı.

“Acısu’ya gidelim serseri, Mirsat’la Mustafa’yı ararız, gelirler, eşli batak atarız,” dedim. Yarım bir gülüşle bana baktı, gözlerinde kırık bir anlam belirdi.

“Doğru öyle iki adam daha vardı bu dünyada, değil mi? Mezuniyetlerinden yıllar sonra beni düğünlerine davet ettiler, biliyor musun? Mirsat geleceğimden emindi. Mustafa çok kararsız kalmıştı sanırım, davet etsem mi, etmesem mi diye. Sağ olsun, düğünden bir gün önce aradı. İkisine de gitmedim. Sonra ne onlar aradı ne de ben.”

Parkın havuzunda üstü izmaritlerle kaplı bulanık bir su vardı. Kocaeli’de uzun yıllardır yaşamasına rağmen öğrenciliğinden beri buraya gelmemiş olmasına şaşırdım.

“Vaay, Acısu’ya bak sen. Emekli parkına dönmüş resmen. Geç hele izbeye, söyle çayları. Şurası iyi. Ağaçlar bile kocamış be. Çaycı Rafet abiyi hatırlıyor musun? Ne diyorduk? Heh, Mirsat’la Mustafa. Şark kurnazıydı o iki Anadolu kaplanı. Mustafa’nın gülünce titreyen tükürüklü alt dudağını, Mirsat’ın dört parmak kalınlığındaki etli üst dudağına birleştir, araya yerleştirdiğin kırmızı Winston’ı yak ve batağa otur. Herkes birbirine laf sokmaya başlasın. Koz ver, dokuz, miyop yeşil gözlerin kısılması, boynun kâğıtlara doğru uzaması… Benim elim her defasında patlayınca kişnercesine kahkahalar, kahkahalar… Filtresine kadar küçülmüş iğrenç bir sigara tadı veren, iç çekmeli, salyalı, sündürülmüş kahkahalar. Zamanın orta yerinde bir duraksama anı bulmuşçasına eğlenirdik be. Hep gençlik yanılsamaları işte. Mustafa’nın bir kuş konsa badi parmağına, Mirsat şarkıya eşlik etse bet sesiyle. Metallica albümlerinden atsa kasetçalara. Gitarıyla Nothing Else Matters çalmaya çalışsa huşuyla. Evde yemek yapma dalaşının sonra çorbacıda ezogelin sefasına gitsek. Sonrasında ikilinin gizemli bir kavgayla evleri ayırması, taşradan otlu peynir kokulu yeni arkadaşlar. Yıllar ilerledikçe başlayan ince kariyer hesapları. Hünerli hamlelerle tarladan çekilip atılan ayrık otları: lüzumsuz arkadaşlar: boş kavanozlar, kötü alışkanlıklar. Zamanı gelince usul usul uzamalar kendi köşelerine. Arkadaşlıkları hak etmişlik olarak görürdü o ikisi. Mekânı çeşitlendiren sosyal donatılardık biz sadece. O mavi sünger ke-narlı ikinci el çekyatların bir eşi de bizdik. Eskidik ve muadillerimizle değiştirildik. Bu iki büyükbaş okulu bitirip şehirden ayrılırken, bir hoşça kal bile demedi. Hafızalarını imha ederek beslenecekleri yeni meralar bulmaya gittiler artlarına bile bakmadan.”

“Hoşça kal” demeden gidenlerden birinin de ben olduğumu fark ettim. İçimi tuhaf bir utanç yaladı, geçti. O hâlâ anlatıyordu:

“Çaya devam mı? İki çay daha kardeşim buraya. Zamanın en acımasız olduğu anları hatırlamayız dostum. Çünkü sisler arkasına itilen, yükselen suların altında kalan her neyse, işte o asıl kurbandır. Yani unutulmuş, yok sayılmış olan her şey. Bu unutkanlığın üstüne bir de ayrı yerlerde yaşanan yılların yükü biner. Rotalar değişir, yeni renkler ve kişiler keşfedilir. Geride kalanlarsa artık eski bir fotoğraf albümünde ölülere ait bölüme yerleştirilir.”

Yeni bir şeyler söylemeyi denedim. Çalıştığım şirketten bahsettim, aldığım arabanın taksitlerinden, çocuklarımın ne sevimli ne zeki şeyler olduğundan, İstanbul’un su sorunundan; trafiğinin şerrinden, annemlere bile bayramdan bayrama gittiğimden, bir zamanlar karatavuk dediği Bilal’le komşu olduğumuzdan; onun aslında iyi çocuk olduğundan. Ne söylersem söyleyeyim yüzünde bir türlü dağılmayan gri bulutlar fink atıyordu. Gayretini görüyordum, beni arıyordu, boşlukları doldurmayı, sessizlikleri dağıtmayı istiyorduk, yüzünün eskisi gibi aydınlanmasını umuyordum. Mezarlıktaki iki ölü gibi karşılıklı bir şeyler anlatıyor gibiydik. Bir hevesle başlayıp uzun zaman önce bir kenara bıraktığımız kitapta kalınan yeri arıyor, bir türlü bulamıyorduk.

Akşam olmuştu. Yürüye yürüye Bilal’in eski öğrenci evinin bulunduğu sokağa vardık, ev arkadaşı çokbilmiş İsmail’in çopur yüzünden, gazete üstüne kurulan çaylı, sigaralı, gofretli sofralarımızdan bahsettik. Yüzüklerin Efendisi ve Ölümcül Deney serisini bitirmeye çalıştığımız yerçekimsiz gecelerimizden dem vurduk. Fakat eski bir plağın tatsız cızırtısından başkasını işitmeyi başaramıyordum artık. Mezarlığa pikniğe gelmiş bir ahmağa benziyordum.

Geri dönüp yürüyüş yolunun başına vardık. Duraktaki yeşil minibüslerin önünde bölük çavuşu gibi dikilmiş değnekçi, “Kaşkaal!” diye bağırırken bir anda durdu. Orada benden ayrılacağını, Acısu’da kendi başına son bir çay içeceğini söyledi.

“Beş yıl sonra neredeyse bütün hücrelerini yenileyip geldin dostum karşıma. Bak, kafa-larımız şeffaf bir duvara çarpıp çarpıp arkaya düşüyor. Zorluyoruz, olmuyor. Yok, itiraz etme yavru, değişiyoruz. Çaresizce değişiyoruz, çarelerimizle değişiyoruz, güle ağlaya, ister istemez, dura kalka değişiyoruz. Neden elimizde sadece tortular kalıyor, paslı çiviler, buruşmuş yüzler ve eski uyduruk hikâyeler kalıyor, bence biliyoruz.” deyip bir süre sustu. Bir nokta arayışındaydı.

“O bir daha rahatsız edilemeyecek sessizliğe çoktan teslim olmuşuz dostum. Neyin yaşayıp yaşamayacağına biz zavallı insanlar karar veremiyoruz. Acımadan öldürdüklerimizi de baş okşayarak diriltemiyoruz. Ben kaçayım artık, hoşça kal eski dostum.” diyerek kolunu boynuma attı ve kulağımı acıtacak kadar sıktı. Ellerini ceplerine sokarak uzaklaştı.

Temiz bir İzmit akşamıydı. Onu son görüşüm olduğunu hissediyordum. Ters istikamete doğru yürüdüm. Fevziye Camii’nin avlusunda pamuk şekerci gördüm, çocuklara birer tane alıp Belsa’ya yöneldim. Güvercinler kurumla kuğuruyordu beton zeminde. Yürüyüş Yolu’ndan çıkıp Alemdar Caddesi’ne saptım. Vitrinlerin önünde bir an kadar duraksadım. Siyah bedenlerini oraya buraya çekiştirip duran insanların arasında kendime baktım. Pamuk şekerlerinin lezzetli kokusunu içime çekerek yoluma devam ettim.

Fatih Selvi