Bosna Savaşı’nın yüz binden fazla insanın ölümüne, iki milyondan fazla insanın göç etmesine ve sayılamayacak kadar çok insanın mağduriyetine sebep olduğu bilinen bir gerçektir. İşlenen savaş suçları öyle bir boyuttadır ki, “etnik temizlik” ülküsüyle büyük bir çoğunluğu Boşnak olan binlerce kadın örgütlü bir şekilde cinsel saldırıya dahi uğramıştır. Bu saldırılardan doğan yüzlerce çocuk, gerek bireysel gerek toplumsal anlamda yaşadıkları sıkıntılarla, savaşın sadece 1992-1995 yılları arasında gerçekleşmediğini bizlere varlıklarıyla gösterirler.[1]

Bosna Savaşı üzerine çok şey yazıldı çekildi. Bunların belki de en etkili olanlarından biri, Semezdin Mehmedinoviç’in kaleme aldığı “Saraybosna Blues” adlı kitap. “Saraybosna Blues” savaş sürecinde, herkes gibi Mehmedinoviç’in de ölümün gölgesinde yaşadığı günlerde yazılır. Hatta bir yerde, “Sadece kendi gözlerimle gördüğüm şeyleri yazdığımdan ne sansüre ne de otosansüre maruz kaldım,” der. Başka bir yerde de, “Savaş çok kolayca telaffuz ettiğim bir kelimeydi: şimdiyse gerçek anlamının ağırlığıyla dolu,” diye ekler.
İyi bir şair kaç insanın hayatına bedeldir?
Bosna Savaşı’na dair okuduğumuz araştırmalar, izlediğimiz haber ve belgeseller bir yana, Mehmedinoviç, savaşın bir Pazar günü ve bir futbol maçından sonra başladığından bahseder. Rütbeli askerlerin, gözünü kan bürümüş faşistlerin eylem ve söylemlerinden ziyade bir futbol maçına dikkat çeker: Mehmedinoviç ve arkadaşları her hafta maç yapmak için toplanırlar. Bir gün yine toplandıklarında bir arkadaşlarının gelmediğini görürler. Çok takılmazlar. Her zamanki gibi maçı bitirip içmeye giderler. Sohbet uzar da uzar. Mehmedinoviç son tramvaya yetişmek için koşmak zorunda kalır. Ancak tramvay yolun yarısında eli silahlı, kafalarına çorap geçirmiş Sırp gençler tarafından durdurulur. İçlerinden biri de maça gelmeyen arkadaşları Şlyuka’dır. Mehmedinoviç onu tanır, seslenir, ama Şlyuka ona cevap vermez.
Birkaç gün sonra haberlerde Radovan Karaciç’i görür. Kim midir Karaciç? Sırp Cumhuriyet’inin 1992’deki ilk cumhurbaşkanıdır. Savaştan sonra, 1996’da kaçıp 2008’e kadar izini kaybettirmiş ve daha sonra yakalanıp müebbet hapis cezasına çarptırılmış bir savaş suçlusudur.

Ancak Mehmedinoviç’e göre, Karaciç o güne kadar sadece bir şairdir. Zaman zaman edebiyat ortamlarında beraber oturup kalkmışlıkları bile vardır. Hatta çocuğuna onun bir şiir kitabını dahi almıştır. Mehmedinoviç onun televizyonda haykırdığı faşist cümleleri duyunca –çaresizlikten olsa gerek– kalkıp evdeki şiir kitabını parçalar. Çok geçmeden ortalık cehenneme döner. Şehrin pek çok yerine konuşlanan Sırp keskin nişancılar, karşılarına çıkan sivilleri bile öldürdüğünden, insanlar yiyecek temini için bir yer altı tünelinden zorlukla gidip gelirler. Mehmedinoviç bu tünelden geçerken güçten düşüp çamura kapaklanınca Karaciç’le olan bazı sohbetlerini hatırlar. Karaciç’in her bir dizesi, her bir lafı, tünelden bakınca ona bambaşka görünür.
Savaşın sadece “cahil erkekler” tarafından yürütülmediğinin bir başka örneğini de edebiyat profesörü olan Vosiylav Maksimoviç’te görürüz. Maksimoviç’in bir Bosnalının kopuk kafasıyla futbol oynadığını yazar Mehmedinoviç. Başka? Sırp bir romancı olan Miroslav Toholy de var. Toholy, Mehmedinoviç’in arkadaşların biridir, bir gün çocuğunun saçlarını dahi okşar, ona şefkat gösterir. Ancak sonra kendini techire adayarak kitlesel ölümlere bir omuz da o verir. Mehmedinoviç bitirirken şöyle der: “On yaşımdaki oğlumun saçlarını okşuyorum yavaşça ve ak teller buluyorum.”
Diğer bir deyişle Mehmedinoviç, ırkçılık yaparak toplumu ayrıştıran insanların “iyi yazar, iyi şair” sosuyla meşrulaştırılamayacaklarını bize dolaylı olarak anlatır. Umarım buradan aldığımız ders bizleri Türkiye’deki yazar-çizer takımı hakkında da düşünmeye iter. Ya da şöyle sormak daha isabetli olur: İyi bir şair kaç insanın hayatına bedeldir?
“Kimden daha çok nefret etsem bilemiyorum”
Mehmedinoviç savaşın her ne kadar büyük yıkımlar ve acılar yarattığını anlatsa da, pek çok yerde karşımıza tuhaf bir “normalleşme”, tuhaf bir yabancılaşma da çıkar. Örneğin Çetniklerden bir kadının şehre roketatar fırlattıktan sonra mayosuyla yatıp güneşlenmeye başladığından bahseder. Her gün onlarca ceset geldiği için sürekli yeni mezar açan Bosnalıların, roket saldırılarından kurtulmak için mezarlara sığınmalarından bahseder.
Ölüm kalım savaşına rağmen ısrarla makyajını yapıp, güzel güzel giyinerek, şehrin görece tehlikesiz sokaklarında –tek bir kafe açık olmamasına rağmen– gezen kadınları ve kendine olan saygısını korumak için –keskin nişancılara rağmen– son sigarasını dışarıda içmekte direten arkadaşı Bokun’u anlatır.
Ancak iyi bir haber görebilme umuduyla, iki tek sigaraya karşılık –alınan değil– okunan gazetelerde, zar zor çeken radyolarda, haber bültenlerinde “görece sakin bir gün” yaşandığından bahsedilir. Onca şeye rağmen sakin…
Mehmedinoviç daha sonra, gerek savaşın dehşetinden gerekse de felaketlerin günden güne normalleşmeye başlamasından ötürü, insanlara, dünyadaki milletlere dair yaratılan illüzyonların kalbinde ve beyninde yok olduğundan bahseder ve şöyle der: “İsa’yı çarmıha germeyecek tek bir millet bile yok!”
Kış kıyamette toprağın altındakilerin, toprağın üstündekilerden daha çok ısındığı ve neredeyse zevk için insan öldürüldüğü günlerde Mehmedinoviç kafayı bir de gazetecilere takar. Bugüne kadar, uluslararası savaş muhabirlerinin canlarını dişlerine takarak, binbir kahramanlıkla görevlerini yaptıklarını, Bosna’daki zulmü dünyaya duyurduklarını okuduk. Sadece Bosna’da da değil, dünyanın pek çok yerinde askerlerin, siyasilerin örtbas etmeye çalıştıkları savaş suçlarını da bu gazeteciler sayesinde öğrendik.
Ancak Mehmedinoviç –içinde bulunduğu psikolojiden mi yoksa karşılaştığı vakalardan mı bilinmez– bu konuda hayli net ve katı bir tavır takınır ve şöyle yazar:
“Tepeden gelecek sınaypır mermisinden kaçınmak için bir kavşaktan koşarken fotoğrafçılarla karşılaşıyorum: Ağır kamuflaj altında, işlerini yapıyorlar. Bir mermi beni devirirse benim bütün hayatımdan daha çok para edecek bir kare yakalayacaklar. Kimden daha çok nefret etsem bilemiyorum: Keskin nişancılardan mı, yoksa eli Nikonlu bu maymunlardan mı?” (Saraybosna Blues, s. 80)
Savaş herkesi değiştirir
“Saraybosna Blues” kısa bir kitap. Künyesinde “anlatı” yazıyor, ama sadece bir anlatı da sayılmaz. Bir yanıyla günlük, hatırat şeklinde değerlendirilmeye müsait. Zira Mehmedinoviç, savaş sırasında başından geçenleri kaleme almış. Kitap bir yanıyla da, içinde çokça şiir barındırmasıyla bir derleme olarak değerlendirilebilir. Ancak neresinden bakarsak bakalım, gerek yazılar, gerek bir öykü olarak değerlendirilmeye müsait anılar ve şiirler de aynı kapıya çıkar: İster mazlum ister zalim olsun, savaş herkesi dönüşü olmayacak şekilde etkiler; farklı biri haline getirir.
Bunun en etkili örneklerinden biri de su kuyruğu olayında görünür: Bir gün, içme suyu için kuyruk olmuş insanlar arasında bir genç ısrarla öne geçmek istediğini söyler. Herkesten izin aldıktan sonra hızla suyu doldurup evine doğru koşarken sokağın köşesinde üzerine bir bomba düşer. Duman dağılınca genç adam ve bidondan geriye yerde sadece bir avuç kan pıhtısı kalır… Bu şartlarda genç adam “değişmiştir.” Onu izleyen su kuyruğundakiler de değişmiştir. Hatta ona bomba atıp hedefi vurduğu için sevinen asker de geri dönülmez biçimde değişmiştir…
“Saraybosna Blues”un, bu yönüyle son derece sert ve son derece etkili bir kitap olduğu açık. Kitap, Ketebe Yayınları etiketine sahip. Çevirmeni ise Kadir r. Daniş.
Okan Çil
[1] Şimdilerde “Savaşın Unutulmuş Çocukları” adlı bir dernekte örgütlenen bu çocuklarla ilgili yapılan DW haberi için tıklayınız.