Hagop Gobelyan’ın “Kızgın Buhardaki Koza” adlı romanı Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı. Romandan tadımlık bir bölüm sunuyoruz.

Vedalaştılar. Saat epey ilerlemişti. Mıgırdiç heybesini sırtına vurup, alelacele Ortaköy’e yöneldi. Şirket-i Hayriye vapurları Çanakkale Harbi başladığından beri ortalıkta görünmüyorlardı. Büyük çoğunluğuna asker ve yaralı taşımak, hastane olarak kullanılmak için el konmuştu. Bir kısmı da cepheye malzeme taşımakla görevlendirilmişti. Birkaçı da İngiliz ve Fransız denizaltıları tarafından batırılmıştı.
Vapur beklemenin beyhude bir çaba olacağını düşünen Mıgırdiç, karanlık basmadan, çoğunluğu Çankırılı olan sandalcılardan biriyle pazarlık yapıp Üsküdar’a geçmek istiyordu. Düzenli vapur seferleri başladıktan sonra işleri bozulan sandalcılar, yavaş yavaş tekrar ortaya çıkmışlardı, ama eli silah tutan, sağlıklı gençlerin hepsini askere alıp cepheye gönderdiklerinden, çoğu yaşlı veya sakattı.
Sandallar sıra sıra dizilmiş, baştankara edilmişti. Ama etrafta sandalcı yoktu. Yalnız, uzakta, bir grup yaşlıca adam toplanmış, heyecanlı bir tavla maçı seyrediyordu. Mıgırdiç’in o tarafa baktığını gören adamlardan biri, aksayarak yanına geldi.
“Hayırdır efendi? Kayık mı lazım?”
“Üsküdar’a geçecektim” dedi Mıgırdiç lafı uzatmadan. “Kaça gidersin?”
“Vallahi, bu aralar işler kesat. Üstelik de vapurların işlememesine rağmen. Biz kendi aramızda anlaştık, elli kuruşa götürüyoruz, o da Kuzguncuk’a kadar…”
Mıgırdiç bir an donakaldı. Duyduklarına inanmakta zorluk çekti.
“Yahu ne yaptın? Bayağıdır vapura binmiyorum ama en son bindiğimde birinci mevki bile kırk para idi. İkinci mevki de otuz para! Sen servet istiyorsun. Olacak şey mi?”
“Fazla geldiyse, bak, şurada, çayhanede bir ana oğul oturuyor. Onlar da yol parasını paylaşacak birini arıyorlardı. Bir konuş istersen. Aşağısı kurtarmaz. Bu halimle kolay mı sanıyorsun buradan oraya gitmek?”
Sandalcı öfkeyle sol paçasını dizine kadar çekti. Baldırının bulunması gereken yerde kalın, cilalanmış bir tahta parçası vardı, ayakkabının içine sokulmuş başka bir tahta parçasına menteşeleyle tutturulmuştu. Sözüne devam etti:
“Akıntıyla karşıya geçmek kolay. Ama sonra kayığı buraya geri getirmesi var! Üstelik oradan buraya bu saatte müşteri bulmam mümkün değil, boş geleceğim. Bu para çok değil! Haydi, acele edin, konuşun, anlaşın da, hava büsbütün kararmaya yüz tutmadan yola çıkalım!”
Mıgırdiç, soluğu ana oğulun yanında aldı. Bu saattlerde bir kadının sokaklarda olması pek alışılagelmiş bir durum değildi. Muhtemelen gayrımüslimdi. Kadının giyim kuşamından, Rum olabileceğine kanaat getirdi. Saygıda kusur etmemek için başındaki külahı eline alıp sordu:
“Hanım, siz de karşıya geçecekmişsiniz. Sandalcı söyledi. Birlikte geçmemizin mahsuru var mı?”
Kırklarında olan kadın, hemen yanı başında ayakta duran on yaşlarındaki oğlana sarılıp cevap verdi:
“Oğlumla ben de Kuzguncuk’a geçeceğiz. Ama sandalcı muazzam para istiyor. Delirmişler!”
“Ben biraz daha pazarlık edeceğim. Benim de çok param yok!”
O sırada, Madam’ın verdiği zarfı hatırladı. Eline alır almaz bakmayı görgüsüzlük addedip sonra da unutmuştu.
Kiliseden çıktıktan sonra yolda bir ara aklına gelmiş, ama Haydarpaşa’ya varana kadar bakmamaya karar vermişti.
Kadından müsaade isteyip tenha bir yerde zarfın içine baktı. Gıcır gıcır bir beş liralık banknot vardı içinde. Mıgırdiç, köşkte neredeyse karın tokluğuna çalıştığı ve kazandığını da memlekete gönderdiği için çok az para koyabilmişti bir kenara. Yıllardır biriktirebildiği ortalama bir devlet memurunun bir aylık maaşı kadardı. O yüzden zarftan çıkan para karşısında küçük bir şok geçirdi. Hesabını yaptıktan sonra kadını ve oğlunu da alıp sandalcının yanına gitti.
“Reis! Gel anlaşalım… Bak ben garibanım. Belli ki bu hanımın da eli darda. Gel, yap bir iyilik, yirmi beş kuruşa geçir bizi karşıya…”
Sandalcı, olmaz anlamında başını iki yana salladı. Ama sonra, başka bir çare düşünür gibi gözlerini yere indirdi:
“Bak, şöyle yapalım. Sen anlar mısın kürek çekmekten? Karşıya kadar sen çekersen dönüşte akıntıya karşı kürek çekmek için gücümü iktisat etmiş olurum.”
“Evet reis! Çekmişliğim vardır.”
“O zaman size otuz kuruş olur. Ama sözümden çıkmayacaksın. Yanlış çekip de akıntıya kaptırırsan bizi, kendimizi Leandros’ta buluruz bak!”
“Anlaştık!”
Mıgırdiç dönüp kadına baktı. Kadın da, sanki bir şey söyleyecekmiş de utanıyormuş gibi Mıgırdiç’e baktı.
“Tamam mıdır madam? On beş kuruş sen, on beş de ben?”
Kadından ses çıkmıyordu. Mıgırdiç, kadının bir derdi olduğunu anladı. Biraz uzağa gidip kadını yanına çağırdı.
“Gel madam, ne diyeceksen de. Havanın kararmasına az kaldı, reis vazgeçecek gitmekten…”
Kadın, oğluna sandalcının yanında beklemesini tembihleyip Mıgırdiç’in yanına gitti. Kısık bir sesle:
“Efendi, sen iyi birine benziyorsun…” dedi.
Mıgırdiç, kadının sadede gelmesini istediğini belli etmek için hızlı hızlı kafasını salladı. Kadın, devam etti:
“Bak efendi, ben Kuzguncukluyum. Yahudiyim. Kocam Rum. Kaçarak evlendik. Ama beş senedir neredeyse her gece eve sarhoş geldi. Küfürün, dayağın bini bir para! Dayanacak gücümüz kalmadı. Kaçtık evden. Kuzguncuk’a, annemin yanına gidiyorum. Yanımda da şu yüzüğümden başka hiçbir şey yok! Lakin… Üsküdar’a varınca, İtimat Nalburiye’yi sor, herkes gösterir. Dayım olur sahibi. ‘Beni Sara gönderdi’ dersin. Sana bir yazı yazarım, olanları anlatırım, sana hem parayı hem de neye ihtiyacın varsa verir. Gitmek istemezsen de canın sağ olsun! Yüzük çok daha fazla eder.”
Mıgırdiç anlatılanları sindirmeye çalışır gibi derin bir iç çektikten sonra:
“Tamam madam” dedi. “İnsan insana muhtaçtır. Ben de çok uzak bir yere gidiyorum. Taa İzmit’in bir köyüne… Yanımda biraz param var. Aslında para da istemezdim ama… orada beni bekleyen beş nüfus var. Her kuruşa muhtacım. Fakat, yüzüğü alıp gidecek bir adam da değilim. Neyse, lafı uzatmayalım, haydi, acele edelim, çıkalım yola. Allah büyüktür!”
Kayıkçının yanına gittiler. Yolcularının anlaştığını gören kayıkçı, başıyla sandala binmelerini işaret etti. Sonra da ekledi:
“Aslında hanımlarla beyleri aynı anda bindirmeyiz, ama siz gayrımüslimsiniz madem, birbirinizden de rahatsız değilseniz bana hiç dert değil!”
Yolcular bindikten sonra, reis de sandalı kıyıdan iyice uzaklaştırmak için itip Mıgırdiç’in karşısına geçti, oturdu. Kadınla oğlu baş tarafta, birbirlerine sokulmuş vaziyette, denizin üzerine inmekte olan akşam serinliğinden korunmaya çalışıyorlardı.
Güneş, Avrupa yakasındaki tepelerin ardında kaybolmaya başladığında karaya ayak bastılar. Sandalcı alelacele parasını alıp uzaklaştı.
Mıgırdiç’in küreğe alışık olmayan avuçları su toplamıştı. Ellerini denizde yıkayıp bir miktar rahatlatmaya çalıştı. Kayığın yanaştığı küçük rıhtımdan yukarı çıktığında, kadının oğlunu gördü karşısında. Altın bir yüzük ve bir not vardı elinde. Mıgırdiç’e uzatıyordu.
Yüzüğü alıp almamakta tereddüt etti. Cömertliğin ve eliaçıklığın sırası değildi. Her kuruş ailesini bulmak ve getirmek için kritikti. Diğer taraftan her ne kadar varmak istedikleri semtte de olsalar, bu ana oğulun elinde avucunda bir şey kalmamış oluyordu.
Mıgırdiç notu aldı, bir göz attı. Latin harfleriyle Ladino dilinde yazılmış olduğundan hiçbir şey anlamadı. Sonra yüzüğü oğlanın avucuna koyup parmaklarını üzerine kapattı, sıkı tutmasını, kaybetmemesini tembih ederken çocuğun avucu kendi avuçlarının arasındaydı. Sara’ya dönüp seslendi:
“Madam! Not yeter bana. Dayın bana inanırsa verir, inanmazsa vermez. Bakacağız! Kalın sağlıcakla!”
Notu alelacele cebine koyup, veda selamı verir gibi bir elini göğsüne götürüp diğer eliyle de oğlanın omzunu sıvazladı. Ana oğuldan ayrıldıktan sonra, kâh denizle buluşup kâh yalıların arkasına giren Üsküdar yolunda yorgun ama hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Bu topraklarda yaşayan -dini, ırkı ne olursa olsun- insanlar, insancıklar neler yaşamış, neler çekmişler! yazanın kaleminden güller damlasın… Sıcacık ve insan olmanın gururunu yaşatıyor. Sevgiyle kalın.