18.Nisan.23

Dünyada o zaman her şey daha kolaydı. Güneş çıktı mı ısıtır, yağmur yağdı mı bitkileri, meyveleri besler büyütürdü.

Hayvanlarla insanlar birlikte yaşar, insanlar hayvanları yemez, hayvanlar da insanlara zarar vermezdi.

Herkes herkesi tanırdı. Barış ve huzur hakimdi.

Ta ki can sıkıntısı yaratılana dek.

İlk günah bundan sonra oldu.

19.Nisan.23

Duvarlarda sloganlar var. Hava bir soğuk bir sıcak. Umudumuz bir var bir yok. Bu Nisan nasıl geçecek bilmem.

***

Nasıl başlıyordu şiir: “Nisan en zalim aydır, gövertir”

Ve nasıl bitiyordu: “Barış. Barış. Barış.”

22.Nisan.23

Seveni vardır muhakkak, kızmasınlar: Charlotte Wells’in “Aftersun” filminin ilk kırk dakikasını dişimi sıkıp izledim ama gerisini getiremedim.

23.Nisan.23

23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi dualarla açılır.

Ve Sinop Mebusu Şerif Bey, en yaşlı üye sıfatıyla ilk konuşmayı yapar:

“Bu Meclis-i Âlinin Reis-i Sinni sıfatıyla ve tevkif-i ilahî ile milletimizin dahilî ve haricî istiklâl-i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni küşad eyliyorum.”

24.Nisan.23

Medz Yeğern.

25.Nisan.23

Lukas Dhont’un “Close” filmini izlemiş olanlar için:

Bizim iki kopil, birbirini gerçekten seven Leo ve Remi, eğitim öğretim yılının açılmasıyla okula başladıktan ve bir süre geçtikten sonra (okuldaki diğer veletler, bu ikisinin nasıl yakın olduğunu gördükten sonra) üç kız, Leo ve Remi’ye “birlikte olup olmadıklarını” sorarlar. Leo canhıraş, reddiye sularına dalarken Remi sessiz kalır. Ah o Remi’nin sessizliği, ah o sessizliği!

Filmin iyi bir hikaye anlatacağının ilk ipucudur o sahne.

Başka memleketlerde nasıldır bilmem, bizimkinde en çok ölü yazarların kıymeti bilinir. Cemal Süreya, “Günübirlik”ler kitabındaki “Ölüleri Seviyorlar” başlıklı kısımda özlüce koyar ortaya bunu. Süreya da, Puşkin’in sözünden çıkmıştır yola: “Yalnız ölüleri sevmeyi biliyorlar.”

Sözün anlamını açmaya, açıklamaya lüzum var mı? Başta boyalı edebiyat dergileri olmak üzere hepsinde, ağırlıkla ölmüş yazarlara dosya yapılır. Okur nezdinde de böyledir: Yaşayan yazanlar, nedense, itici ve uzak gelir onlara. Oysa okur ve yazar aynı çağda yaşıyorlar, aynı havayı soluyorlar, –iyi mi kötü mü bilmem– sevdiği yazarla tanışma şansı epey yüksek okurun. Burada belki bir ezber ve garanticilik durumu giriyor devreye: İyi bir yazar olduğu söylenen biri var karşısında okurun. Ölmüş olması da bir artı. Artısı şundan, değişecek bir durum yok artık: İyi bir yazar olduğu söylenen, hep iyi bir yazar olarak kalacak. Oysa “günümüz” yazarlarında durum her an değişebilir: Yazdıkları beğenilen bir yazarın bir sonraki kitabı berbat bir şey çıkabilir.

Durum galiba yazarların “yakınları” açısından da böyle. (Hemen gelir o söz: Kimse yaşadığı yerde peygamber olamaz.) Örnekler bol ama şahikası hep aklımda. Bir arkadaşım aktardı bana: Yazarın adının önemi yok. Yıllarca yazmış, çevirmiş, kitapları var. İşte bu yazar, arkadaşıma, yüreğinde ince bir sızıyla anlatmış: 40 yıllık eşi, kitaplarını hiç okumamış. (Okuduysa da belli etmemiş belli ki, ölü taklidi yapmış.)

Doğrusu bahse konu yazarın durumunu anladığımı sanıyorum. Fakat insan bir süre sonra kanıksıyor ve alışıyor. 15 yıldır dergilerde yazılarım, öykülerim yayımlanır, kitaplarım var, falan filan… Fakat bütün bunlar hiç olmamış gibi davranabilen yakınlarımın sayısı yabana atılır türden değil. Sizi nasıl inandırmalı bilmem, gerçekten de umursamıyorum artık. Fakat yalan yok, ilk yıllarda kafam takılırdı bu mevzuya. Elin oğlu sizi övüp durur ama yakınlarınızdan bir “tınnn” sesinden başkası gelmez.

Yazarlık gerçekten de boş havuza taş atmak gibidir. Eğer derinse havuz, boğuk da olsa cılız da olsa bir ses gelir sonunda.

Bazen –bazen değil çoğun– o yankı yazarın ölümünden sonra duyuluyormuş. Ne gam!

26.Nisan.23

Şahsi Ankara ansiklopedisine devamla…

Ankaralık (11): Bayram Aracı

“Hangi çağda yaşamak isterdiniz?” diye sorsalar: Eğer Pergamon Krallığı devrinde ya da 1960’lar Paris’inde yaşamayacaksam, 1930’ların Ankara’sında yaşamak isterdim.

Yağcıoğlu Fehmi Efe’nin konağında, Hamamönündeki başka büzüktaşların evlerinde çalıp çalıp söyler içerdik. Hasıraltı meyhanesini mesken tutardık. Babacan meyhaneci bizi evladı gibi severdi, icabında, paramız çıkışmadığında, “hadi hadi, bu seferlik benden olsun” derdi. Genç Osman (Osman Gençtürk), Ziya Yağar, Bayram Aracı ile yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Onlar benden büyükçe olurdu ama büyüklük taslamazlardı…

Bu tuhaf hayallere kapılmamın nedeni, Bayram Aracı’nın “Allı Yazma” albümüdür.

Atım araptır benim
Yüküm şaraptır benim
Bu yıl böyle giderse
Halim haraptır benim

Atım Arap diye diye Hamamönü’nden atlarımıza kurulup Dikmen’e vururduk, Seyranbağları’nda seyre dalar, cümbüş yapar, oradan Kavaklıdere bağlarına çıkardık. İkmal ettiğimiz şarap yükümüzü takviye ederdik.

Ege düğünlerinde bile Ankara havaları çaldığına göre bilmeyen yoktur ama o bildiğiniz türküleri bir de Bayram Aracı’dan dinlemeden, dinlemiş saymayın kendinizi.

Bayram Bilge Tokel’e kulak verelim: “Bazen kısa, bazan uzun introlarla başladığı oyun havalarını, sağ elin parmaklarını sazın göğsüne birbiri ardına bir ritm içinde vurarak süslemesi Aracı’dan önce de yaygın mıydı tam bilemiyoruz ama, onunla birlikte büyük yaygınlık kazandığı söylenebilir.”

Durun durun hele: Arif Sağ, Neşet Ertaş, Orhan Gencebay gibi büyük bağlama ustalarının da Bayram Aracı’dan çok ve de derinden etkilendiğini fıslamadan geçmeyelim.

Ankaralık (12): “Korkma la biziz, halk!”

On yıl önce, 2013 Haziran’ının ilk günlerinde yolunu Atatürk Bulvarı’ndaki Ziraat Bankasının hemen önüne düşüren Ankaralılar bu yeryazısını görmüşlerdir zaten. Yazı bir süre sonra silindi elbette ama “Ankara la’sı”nın bu en güzel örnek cümlesi hâlâ kalbimizde duruyor.

27.Nisan.23

Bir “Zeytin Şiirleri Antolojisi” yapacak olsam, Fuat Eren’in “Belki Stockholm’de Bir Banka Soymalıyım” kitabında yer alan “Zeytinin Yolculuğu” şiirini muhakkak alırdım o seçkiye.

Ama alıntımız şairin bir başka şiirinden, “Maske”den:

“peki siz, güzel misiniz
güçlü dağlar kurduğumuz düşlerde
kimsenin bilmediği bir kelime bulun lütfen
ovalardan önce, vadilerden önce, sözden de
bizi kendimizden koruyacak”

28.Nisan.23

Hava bozuk, kapkara… Yetmezmiş gibi yağmur yağmakta.

Fakat Turgut Uyar gibi, bir şey bulup coşabiliyorum halen.

İşte bugün de Yaşar Kemal’in sözleri, elbette Livaneli’nin müziğiyle:

“Açıldı geliyor şafağın ucu
Şu doğdu doğacak güne merhaba”

Ya da daha yaygın haliyle: “Karanlığın sonu bir ulu şafak!”

Az kaldı.

2.Mayıs.23

1 Mayıs mitingine gelen denemecinin sloganı: 

De-ne-ye de‐ne-ye kazanacağız!

Aslında içinden geçen şudur:

De-ne-ye de‐ne-ye yanılacağız!

Onur Çalı