Padişahım,
Bu size dördüncü ve son mektubum. 2020 yılından beri mektup yazıyorum size, buraya tıklayarak okuyabilirsiniz hepsini ama biliyorum ki beyhude. Ne kitap ne de yazı okumazsınız siz. Belki önünüze koydukları pek mühim bazı raporları okursunuz. Hoş, ona da gerek yok, hizmetkârlarınız okuyor, özet geçiyorlardır size.
Siz olsa olsa gençliğinizde şiir okumuşsunuzdur. Onu da ezberlemek için. Yani kullanmak için. Zaten sizin için var olan (para ve tanrı gibi) ya da aslında var olmayan (para ve tanrı gibi) şeylerin ancak ve ancak işinize geldiği gibi kullanabiliyorsanız bir değeri bulunur.
Sizinle aramızdaki en büyük farklardan biri bu işte: Siz şiiri işinize yarayacaksa, meydanlarda bir propaganda aracı olarak kullanabilecekseniz okursunuz. Bizse hayatımızı biraz olsun şiir gibi yaşayabilmek için, günlük hayhuyun içinde şiire biraz daha yer açabilmek için okuruz.
***
Meşhur hikâyedir, bilirsiniz: Makedonya Kralı II. Filip, oğlu İskender’in ne büyük bir adam olacağını ilk ne zaman anlamış biliyor musunuz?
Bir gün oturmuş, at terbiyecilerini izlerken.
Bir deli at varmış ki kimse kimesne zapt edemiyormuş. Üzerine güç bela bineni üstünden atıyor, adamların kolu bacağı kırılıyor, zavallılar acı içinde kıvranıyormuş.
Henüz Büyük namını almamış olan İskender, “durun hele” demiş, atın yönünü çevirmiş, üzerine atlamış. At bırakın onu üstünden atmayı, kuzu gibi olmuş.
Çünkü İskender, atın gölgesinden ürktüğünü çakozlamış ve atı güneşe doğru sürmüş. Güneşe doğru gidince gölgesi kaybolan at, sakinlemiş. İşte Makedonya Kralı II. Filip, oğulcuğu İskender’in büyük adam olacağını böyle anlamış. Falan filan.
Bu hikâye bana oldum olası matrak gelir. Uyduruk olduğu aşikârdır çünkü. Ve fakat anlarım ki gereklidir. Binlerce insanı katleden, dünyayı fethe çıkan böyle büyük zalimlerin başlarına hikâyelerden örülmüş bir hale kondurmak elzemdir çünkü. Bu hikâye haleleridir onları “büyük adam” yapan, işgal ettikleri (siz fetih dersiniz) topraklar değil!
Başlamışken, İskender’in kendini tanrı sanmaya başladığı hikâyeyi de anlatayım size.
Büyük İskender, Persleri dize getirdikten sonra Anadolu’ya gelir, yolu zamanın önemli kentlerinden Efes’e de düşer elbette. Artemis tapınağını yeniden inşa etme hazırlığında olan Efeslilere bir teklif sunar. Yanmış yıkılmış Artemis tapınağının (burada kundakçı Herostratos’tan da bahis açmak gerekir ama o da eksik kalsın!) inşaat masraflarını kendi cebinden karşılamak ister. Fakat bir şartı vardır: Yaptığı bu kıyağa mahsuben, tapınağın üzerine kendi adının yazılmasını, tapınağın kendi hayratı olduğunun sütunlara kazınmasını ister.
Efes halkı bu teklife pek sıcak bakmaz ama inşaatın masrafını karşılayacak; mimarların, mühendislerin, amelelerin maaşını ödeyecek bir kaşalot bulmuşken fırsatı kaçırmak da istemezler. Ve büsbüyük İskender’e şöyle derler: “Nasıl olur da bir tanrı, başka bir tanrıya tapınak yaptırabilir?”
Keriz oğlu keriz İskender de, Pers hükümdarlarının evvelce Efes halkına yük ettiği vergiyi kaldırır ve bu vergilerin tapınağın inşaatına harcanmasını buyurur.
Bütün büyük adamlar biraz böyledir Padişahım, pohpohlanmaya bayılırlar. Ve kendilerini biraz da tanrı gibi görürler.
Eminim, aynı devirde yaşasanız Büyük İskender’i çok severdiniz, iyi arkadaş olurdunuz. Biz ise, işte aramızdaki ayrımlardan biri daha, İskender’e “gölge etme, başka ihsan istemez” diyen Sinoplu Diyojen’in, zalimleri üstünden atan atların ve küçük İskender’in arkadaşlarıyız. (Size küçük bir sır vereyim: Memlekette Necip Fazıl’dan başka şairler de var Padişahım; Derman İskender Över, namı diğer küçük İskender de onlardan biridir.)

Bu size son mektubum Padişahım. Konuşacak bir şeyimiz kalmamıştı zaten epeydir. Ama ben biraz inatçı biriyimdir. Kuyruğu hep dik tutmak isterim çünkü ölünce nasıl olsa ne kuyruk kalacak ne inat! (Hâsılı inat etmenin duyguyla, coşkuyla, inançla alakası yoktur; mantıklı olandır, akılcı olandır inat etmek!)
Bir kulunuz olarak söylüyorum ve pek çok kulunuzun ahvalinin benimki gibi olduğunu biliyorum: Sayenizde hayattan soğuduk. Neşemiz, heyecanımız kalmadı pek. Okumakmış, yazmakmış, bunlar lüks oldu Padişahım. Geleceğimizi kapkara görüyoruz. Ay sonunu nasıl getireceğimizi düşünmekten kurdeşen döküyoruz.
Size her mektubumda ya bir kitaptan ya bir resimden söz açmış idim. Ve fakat bu sefer içimden gelmiyor. Memleketin hali bizde takat bırakmadı padişahım. Belli ki biz yoksullar için her şey daha da zorlaşacak önümüzdeki günlerde.
Yine de inadımız baki tabii! İşte o yüzden yaşıyoruz hâlâ. Bendenizin inadı biraz Arnavut damarımdan geliyordur belki ama asıl şundan: Ben insanlığı yekpare bir bütün olarak görürüm padişahım. Benim için dinin, dilin, etnik kökenin hiçbir ehemmiyeti yok. Sınırsız, sınıfsız, silahsız külahsız, sömürüsüz bir dünyanın hayalini kuruyorum ben. İşte bu hayal, benim inadımdır!
Bu size son mektubum Padişahım. Konuşacak bir şeyimiz kalmadı artık. Çünkü sarayda yaşayana ya biat edilir ya da ona isyan edilir. Diyalog imkânı maalesef ki yoktur.
Ne bu dünyada ne de (varsa) ötekinde karşılaşmayız umarım!
Ozan Çororo
Sevgili Ozan Çororo,
Bravo diyorum. Kaleminize sağlık, okuyup yazmaya çalışan bir grup güzel insanın hislerine tercüman olmuşsunuz, sağolun.