Leyla’nın baba iktidarıyla yönetilen yoksul bir evde verdiği bireylik mücadelesi bir yönüyle toplumsaldır. Diktatörlük rejiminin panzehri, bencil ve itaate dayalı tahakküm kuran “baba”yı reddetmekten korkmayan o aykırı ve cesur ruh olacaktır.

Kurmaca ve Gerçeğin Hakikatiyle Sınanan Bir Anlatı
Anlatısının özünü ataerkil hegemonya, kadın mücadelesi ve kapitalist tahakküm meselesinden kuran ve maalesef benzer bir tahakkümü düşünce özgürlüğü odağında yapım olarak da yaşayan ödüllü bir film Leyla’nın Kardeşleri. Kendi ülkesinde yasaklanan ve 75. Cannes Film Festivali’nde FIPRESCI ödülünü kazanan film, anlatısının kaderi ve en çok da Leyla karakterinin temsil ettikleriyle özdeşleşiyor. Bu özdeşleme aracılığıyla tahakkümün özü, başladığı yer olan “ev” kavramıyla hesaplaşıyor.
Filmin kendi ülkesinde yasaklanması, anlatıyı mesele bağlamında gerçeğin uzamına taşıyor. Filme uygulanan bu yasak, kurmaca ve gerçek arasındaki ilişkinin mesafesini hikâye özelinde yeniden düşündürüyor. Anlatının özgül evreni ve gösterim sonrası gelen yasağın anlamı aynı paydada buluşarak zihinlerde kurmaca ve gerçeğin bir arada düşünüldüğü yeni bir hikâyeye dönüşüyor. Kurmacanın gerçeklerle, gerçeklerin kurmacayla olan sarsılmaz ilişkisi ve işbirliği, gerici ve baskıcı İran rejiminin çürümüş yapısını aile içinde dönenen veçheleriyle gözler önüne seriyor.
Filmin kurmaca özünü aşarak güncel ve yaşamsal gerçeğe taşan hakikat, her iki evrende de kendine yer buluyor. Gerçeğin hakikatini mimetik olarak kullanan kurmaca, nihayetinde gerçekle helezon bir kesişmeyle yansıttığı, aynası olduğu öze bağlanıyor. Böylece kurmacaya ilham olan yaşamın hakikati ile kurmacanın özgün evreni biri sonuç diğeri yapısal olarak birbiriyle hem çarpışıyor hem de bütünleşiyor. Sağaltıcı olansa kendi ülkesinde/evinde anlaşılmayan, baskılanan, bireyliği, bağımsızlığı elinden alınan “görülmeyen/nesneleşen”in, evrensel olarak “görülen/özne” olmayı başarması. Söz konusu yasak ve hikâyenin temel meselelerinden biri olan ataerkinin ve sosyoekonomik buhranların birey özellikle de kadın üzerindeki baskısı, yarattığı çaresizlik, kurmaca ve gerçeğin paralellik içinde nasıl birbirini üreterek beslediğini, her iki hakikat arasındaki o trajik bağı açığa çıkarıyor.
Öldürücü Zenginlik
İran sinemasının özellikle yeni dönem filmlerinin başat özelliklerinden biri, politik olanla kurduğu eleştirel temas olsa gerek. Leyla’nın Kardeşleri’nde de mikro düzeyde bireysel meselelerin toplumsal ve politik olana doğru organik bir ilişkiyle derinleştiğini görüyoruz. Film bir yönüyle fonda ekonomik buhran, sınıfsal eşitsizlik, emek sömürüsü, yoksulluk ve bu yoksulluğun bireyi aşındıran, zorlayan baskısı bağlamında okunsa da esas mesele, “zenginliğin” zehirleyici iktidarıdır. Bir zümre ya da belli bir sınıfın yaşamı mutlak olarak sahiplenmesi, sınıfsal ve ekonomik yapıya dair piramidi alt ve üst, zenginler ve yoksullar olarak kurar. İran özelinde birçok toplumun sorunu zenginin daha da zengin, yoksulun ise giderek artan yoksulluğuyla tutkuya dönüşen zengin olmaya dair hayal ve inancıdır. Var olma ve varlığı inşa etme yolu olarak görülen metaya sahip olma arzusunun bireyi metaya dönüştürdüğü bir toplum yapılanmasında yitirilen ve yozlaşan değerler iklimiyle karşılaşırız. Orta sınıfın ortadan kalktığı bu eşitsiz düzende güçlenen kapitalizmin acımasızlığı, hikâyenin ana mekanlarından biri olan alışveriş merkezi olarak sembolleşir. Alışveriş merkezi, zenginliğin ve yoksulluğun iki ayrı ama birlikte var olan katmanını yansıtır. Avrupai, şatafatlı, renkli yüzüyle vitrinler, zenginlerin alanı ve yaşamın plastik maskesiyken, yoksullar o alışveriş merkezinin alt katında bulunan tuvalette zengini temizleyen kişileridir. Zengini paklayan bu kişilerin hayalleri de tuvalet sınırlarını aş(a)maz.
Baba Yarasıyla Yüzleşmek: Kronos’un Karnından Firar
Her karakterin ekonomik çekişme, geleneksel, kapitalist tahakkümün farklı sancılarını yaşayan kurbanlar olarak betimlendiği hikâye; toplumun birbiriyle çatışma halinde olan farklı temsilleriyle katmanlaşır. İtibarın parayla olduğu düzende “baba”, ben merkezci bir tahakkümle soyunun saygını, reisi olma hayalini gerçekleştirmek uğruna varını yoğunu hatta çocuklarının geleceğini ortaya koyar. Aile içindeki antidemokratik ve bencil çürümenin önemli sebeplerinden biri ve otokratik bir otorite figürü olan “baba”, kendi iktidarı uğruna çocuklarını yutan mitolojik figür Kronos’u hatırlatır. Leyla, Kronos’un iktidarına boyun eğmeyerek yutulduğu karından baş çıkaran, tanrılar ve kader düzenine isyan eden o hadsiz ruhun temsilidir. Bir başka deyişle balinanın karnından aydınlığa doğru eşik atlayan, özgürleşmeye çalışan, dönüşüme hazır ve daima erk olarak tasvir edilen o mitolojik kahramandır. Kardeşlerinin aksine baba yarasıyla yüzleşmekten geri durmayan ve otoriteyle mücadeleden yılsa da vazgeçmeyendir Leyla. Babasının yüzüne aşk ettiği bir tokatla ataerkiye dur diyen Leyla, elbette erkek kardeşleri ve koca iktidarı altında var olmayı seçmiş bir madun olan annesinin gözünde hain olur. Bir kez daha anlaşılmamanın yalnızlığına terk edilir.
Çürümüş Eskiyi Yıkmak Yeniyi Kurmak
Kapitalist ve ataerkil hegemonyanın var olan siyasi rejimi güçlendiren yapısı ve İran’daki antidemokratik çürümüş yapı, eskinin yerini yeniye bırakması gerektiğinin aciliyetine işaret eder. Reform ancak eskinin yıkımı ya da eskiyle yapılacak olan radikal bir hesaplaşmayla kurulabilecektir. Bir kadın olarak aile ve kamusal alanda gelenek ve yasalarla ötekileştirilen Leyla karakterinin verdiği bireysel mücadele, İran ve İran gibi baskıcı toplumların değişimi noktasında önemli, kurtarıcı bir sestir. İran toplumundaki kadın temsili üzerinden değişimin kadın hakları ve mücadelesiyle paralel düşünülmesi gerektiği, ailesinin kurtarıcılığını üstlenen Leyla’nın var olma hikâyesiyle somutlanır.
Aile ve geleneksel tahakkümün yani “baba” konumundaki statükonun evlatlıktan, soydan reddettiği, kapıyı gösterdiği o oyunbozan, asi ruh, dönüşümü ve değişimi ateşleyecek bilinç ve potansiyelin ta kendisidir. Leyla’nın kendilik hakikatine tutkun, rasyonel düşünce ve sağduyuya sahip bir ruhla temsil ettiği kadınlık deneyimi ile bu kadınlığın kendini gerçekleştirmede karşılaştığı güçlükler toplumsal ve politik olana dair sorunları da resmeder. Leyla’nın baba iktidarıyla yönetilen yoksul bir evde verdiği bireylik mücadelesi bir yönüyle toplumsaldır. Diktatörlük rejiminin panzehri, bencil ve itaate dayalı tahakküm kuran “baba”yı reddetmekten korkmayan o aykırı ve cesur ruh olacaktır.

Toplumcu gerçekçi bir yapıyla kurulan ve İran toplumuna kadın ve özgürlük, birey, aile, kapitalizm, toplumsal sınıf odağında bakan film, kişisel olanın politik olduğu söyleminin haklılığını kadın temsili üzerinden gösterir. Aile, birey ve toplumsal olanın birbiriyle bağıntılı olduğu gerçeğini ortaya koyarak, çürümenin başladığı yeri, yani aileyi mercek altına alır. Domestik bir dram olarak karşımıza çıkan hikâyede, domestik olması beklenen Leyla, tam tersine dışa dönük, bilinçli, çözümcü, güçlü logos yanıyla eve ve ev içi düzene sığamaz. Normatif beklentiyi ve dayatılan toplumsal cinsiyet rollerini yıkar. Leyla’nın aksine erkek kardeşleri çaresizliğe ve baba iktidarına boyun eğmiş, sorunlar karşısında pasif kalmış, güçsüzlükleriyle dış dünya ve gerçeklerinden kopuk birer teslimiyet ve kurban figürleridir. Leyla, analitik düşünme yönüyle, erkek kardeşler ise duygusal yaklaşımlarıyla normlarla kurulan toplumsal cinsiyet rollerini ve eril ve dişil doğasına dair ikiliği ters yüz eder. Eskiyle yani baba ve temsil ettikleriyle bir savaşa tutuşan Leyla, yeniliğin ve değişime olan ihtiyacın ele avuca sığmaz potansiyeli ile yapayalnızdır. Ailenin tek düzenli geliri olan Leyla, deyim yerindeyse ailenin ekonomik olarak reisliğini üstlenmiş olsa da buna rağmen yok sayılandır. Aydınlık yönü, rasyonel düşünme biçimi ve olgunluğuyla aileyi özellikle de kardeşlerini karanlıktan kurtarma çabası Leyla’nın zaman zaman tökezlemesine, herkesten farklı bir acı duymasına neden olur. Bu acı bilgeliğin, farkındalığın, yüzünü aydınlığa dönmüş bilincin acısıdır. İmkânsıza uğraşan ve omurgasını dik tutmaya çalışan Leyla’nın bel ağrıları çekiyor olması verdiği mücadelenin yaralayıcı, sakatlayıcı tarafıdır. Bir metafor olarak “bel ağrısı” karanlığı sırtında taşımaktan yorulan bireyin aydın tarafının yarasıdır. Ailenin yaşadığı yoksulluğu, çatışmaları, bencillikleri, yanlışları ailenin içinden biri olarak ama dışardan bir göz gibi görmenin getirdiği yalnızlık ve çaresizlik Leyla’yı ağlatsa da o, evin geleceğe ve dış gerçekliğe açılan tek kapısıdır. Baba için bir dönüm noktası olan ve aşiret reisi ilan edileceği düğün gecesi öncesinde Leyla elinde bir fotoğraf makinesi ile bir aile fotoğrafı çeker. Bu kadrajda Leyla’nın olmayışı, onun yerine objektifin arkasında yer alması oldukça manidardır. Leyla, seyirciye göre adeta nesnel bir kamera açısıyla dış bir perspektif olarak hikâyede konumlanmıştır. Gördüğümüz bu fotoğraf ötekinin gözünden yansıtılan mevcut iktidar ve yandaşlarının yani toplumun fotoğrafıdır. Leyla, aile ve evdeki aksiyonlara dışardan bakan, fotoğrafla belgeleyen o gerçekçi tarihsel dış gözdür. Özne olarak Leyla ve onun öznelliğini yadsıyan, nesnelleştiren yasalar ve gelenekler ayrı kutuplarda konumlanır. Benmerkezci baba iktidarına itaat eden kurban anne ve erkek kardeşlerin karşısında Leyla, balinanın karnından çıkmaya uğraşan, yeniliği, dönüşümü temsil eden, eşiği aşmaya tutkulu, kahramanın sonsuz yolculuğu’nda betimlenen o mitik figürdür. Duygu ve seziyi dişil, aklı ise eril olarak tanımlayan geleneksel düşünceyi ters yüz eden bu yolculuk, totaliter rejimleri yıkmanın, verili öğretileri değiştirmekten geçtiğini işaret eder. Eşiği geçmek için balinanın karnından yeniden doğmak gereklidir.
“Ev” ve ev içi yasalar ve bu yasaların kutsallığıyla örülen ilişkiler bütünü olarak sergilenen ailede; Leyla, düşünsel ve bilge yönüne rağmen karar ve eylemden men edilendir. Ancak aklın eylemselliğe ihtiyacı vardır. Leyla, erkek kardeşlerini değiştirerek dolaylı olarak eylemsel olacaktır.
Kardeşi Ali Rıza ile balkonda yaptığı terapatik sohbette Leyla bu kez kardeşinin iç dünyasında bazı kapılar açarak, Ali Rıza’nın hayatında önemli bir engel olan korkaklığıyla yüzleşmesini sağlar. Leyla’nın gelenek ve yasalar önünde hiçbir şeye yetkisi ve hakkı yoktur. Sahip olduğu akıl, zekâ ve görülerle kardeşlerinin dünyasında kapalı olan kapıları zorlamaktan başka çaresi yoktur.
Esas olarak evin de hikâyenin de biricik öznesi Leyla’dır. Bu hikâye Leyla’nın kadın olarak kapitalizm sömürüsü altında diktatörlükle yönetilen bir ülkede, geleneğe bağlı bir ailede var olmaya çalışan kadınlık ve bireylik mücadelesidir. “Leyla” ya da “Leyla ve Kardeşleri” yerine “Leyla’nın Kardeşleri” nitelemesi hikâyenin içeriğini ironik bir şekilde savunan çarpıcı bir tercihtir. Böylece içerikte ve hikâyede başat bir figür ve ana karakter olan öznenin, filmin isminde ikincilleşmesi anlatının tematik gerçekliğini güçlendirir.
Kadınlık ve erkekliğin toplumsal inşasını sert bir biçimde anlatan diğer bir ayrıntı ise erkek çocuğun doğumunu yücelten, kız çocuğunu ise önemsemeyen ataerkinin acımasızlığı ve pozitif ayrımcılığıdır. Zenginliğin, itibarın ve gücün gerekliliğinden biri de erkek evlat “sahibi” olmaktır. Erkek çocuk, güç ve onurun sembolüyken kız çocuğu ise utancın sebebidir. “Baba”nın kız toruna karşı gösterdiği ilgisizlik ve dışlama, erkek toruna duyduğu kutsal sevgi, olumlama ve onaylama filmin final sahnesindeki doğum günüyle eleştirilir.
Doğum günü partisi, bir kız çocuğunun doğumuna kutlama, “baba”nın ölümüne ise incelikli bir ağıt niteliği taşır. Sevinç ve acı, aydınlık ve karanlık, umut ve umutsuzluk, eski ve yeni, geçmiş ve gelecek, ölüm ve doğum bütün diyalektiğiyle bir aradadır. İkiliklerden karamsar bir umut atmosferi yaratan final sahnesi, hikâyenin yeni bir başlangıca el uzatmakta olduğunu gösterir. Babanın sahip olduğu kadim dokunulmazlık nihayetinde ölümden ve yeni neslin geleceğe sahip gücünden güçlü değildir. “Baba”nın ölümü eskinin devrilmesini, beyazlar içindeki kız çocuklarının saf neşeleri ise kadınların özgürleştiği, aydınlık bir geleceğe olan umudu ve inancı imler.
Aydınlık geleceğin kurucuları; akıl, hak, mücadele ve varoluşlarıyla mutlak ve mutlaka kadınlardır.
Serpil Canalan