Gaye Keskin

Leo beyaz duvara bakıyor. Arka patilerini kırmış, ön patilerinin üzerinde yükselmiş. Ensesindeki siyah tüyler diken diken. Kuyruğu mermer zeminde bir sağa bir sola. Dik kulakları seğiriyor. Arkasındayım. Dönüp beni süzüyor. Gözbebekleri küçük. Korktuğunu sanmıyorum, meydan okur gibi de değil. Gözlerini kırpıp yeniden duvara dönüyor, ben de yüzümü aynı yere çeviriyorum. Hiçbir numarası olmayan boş duvara bakıp kalıyoruz.

Telefon çalıyor. Arayan annem. Bugün gelsin miymiş. Yardıma ihtiyacım var mıymış. Ben hallederim, dedim. Koli alıp almadığımı sordu. Aldım mı? Kapı girişine baktım, almışım. Her şeyi unutuyormuşum bu aralar, annem öyle dedi. Zorlanmamı anlıyormuş, bu da bir çeşit vedaymış, beni de en iyi o anlarmış. Ama artık eminmiş, hazırmışım. Haklısın dedim, telefonu kapattım. Haklı olduğundan pek emin değilim.

Telefonu salonda, Leo’yu holde bırakıp oda kapısının önüne gittim. Anahtarı yuvada döndürdüm. Bir, iki, üç. Sonra ters istikamet; bir, iki, üç. Leo miyavladı. Tekrar çevirdim anahtarı. Kapı kilidinden kurtuldu. Kolu indirsem açılacak. İndirmedim. Önce kolileri hazırlamalı. Gerisin geriye döndüm. Dış kapının önündeyim şimdi. İlk koliyi aldım, kanatlarını tek tek katlayıp bantladım. Sonra ikinciyi, sonra üçüncüyü. Yedi koli holde, üst üste. Leo yüksekliğinden korktu, duvarın önünden tüydü, koltuğun altına sıvıştı. Az evvel oturduğu yerde birkaç siyah tüy. Üzerlerine basıp odanın kapısına geri gittim. Elim kapı kulpunda. Kulpu indirecekken aklıma geldi. Çöpler için çöp torbası lazım. İstikamet mutfak. Ivır zıvır çekmecesini açıp sağını solunu yokladım. Elim naylonu hışırdattı, dişlerim kamaştı. İki çöp poşeti kalmış. Tırtıklı yerlerinden kopardım, üfleyip içlerini açtım.

Yine oda kapısının önündeyim, elim kulpta. Kulpu aşağı indirdim, kapıyı yavaş yavaş açtım. Rutubet ve küf kokusu çarptı yüzüme. Gün ışığı, perde ve tül arasındaki incecik aralıktan sızıp koluma vuruyor. İçimde bir ürperti. İçeri giren ilk adımım ürkek, ikinci biraz daha cesaretli. Odadayım. Koku daha yoğun şimdi. Genzime yayıldı. Bir iki kuru öksürük sonrası pencereyi açtım. Derin bir soluk alıp boğazımda birikenleri bıraktım. Biraz daha rahatım. Gözüm dolap kapaklarını taradı. Teker teker araladım. Kıyafetlerin her biri aynı yerinde duruyor. Kırmızı tişört son on dört yıldır olduğu gibi en üstte. Rüzgâr pencereden içeri giriyor. Peşi sıra da onun sesi. “O benim tişörtüm,” diyor göğsüme vurup, “çıkarsana oğlum! Genişletiyorsun her şeyimi. Bak bak, pantolonumu da giymiş, çıkar lan!” Kırmızı tişörtü üzerimden çıkarıp atıyorum dolaba. Kapıdan çıkacakken yakalıyor beni, pantolonun kemer köprülüğünden tutuyor. “Bunu da!” Dönüp tişörtünün yakasından çekiyorum, boğuşuyoruz. Az sonra görüyorum göğsündeki dövmenin ucunu. Şekli hemen anlamlandıramıyorum. Gerisini görmek için tişörtü biraz daha çekiştiriyorum, olmuyor. Birkaç saat sonra, soğuk metal dolabın kapağını açıp beyaz çarşafı aralayınca orada bir ejderha dövmesi göreceğimi henüz bilmiyorum. “Çıkar,” diyorum, çıkarmıyor. İtişip kakışıyoruz. Odanın dışındayım az sonra. Anahtarı yuvada üç kez döndürdüğünü duyuyorum. Kapıyı yumrukluyorum.

“Babama söyleyeceğim seni, göğsündeki dövmeyi de söyleyeceğim, okulu bıraktığını da geceleri izbe barlarda şarkı söylediğini de her birini söyleyeceğim!”

“Siktir git, bu benim hayatım!”

“Boşa kürek çekiyorsun, geleceğini sikip atıyorsun.”

“Babamın sözleriyle konuşma,” diyor, “hayallerime dokunmayın.”

“Babama söyle,” diyorum, “şimdi tüm bunları babama söyle.”

Telefon çaldı. Arayan yine annem. Emin misin diye soruyor bu kez. Neye emin miyim diyorum. Geleyim mi, diye yineliyor. Kafam çok dalgınmış. Yardımı iyi olurmuş. Yok dedim, çatı katında yer açıp açmadığını sordum. Tüm eşyalar sığar mı, dedim kendi etrafımda dönerken. Yatak, dolap, çalışma masası, kıyafetler, kitaplar… Kamyonet lazım, dedim. Nasıl kamyonet lazım, diye yineledi. Daha tutmamış mıyım. Emin değilmişim. Emin olsam tutarmışım. Az beklese miymişim. On dört yıl, dedim, kâfi bir süre. Bilemezsin, dedi. Peki, dedim, hak verdiğimi sandı. Hak verip vermediğimden emin değilim. Bir bahane bulup kapadım telefonu. Pantolonumun arka cebine sıkıştırdım. Önce kitaplardan mı başlasam yoksa dolabı mı boşaltsam. Rüzgâr tülü uçuşturdu. Pencereye yürüdüm. Tülü ve perdeyi kornişten çıkarıp çamaşır makinesine attım. Yıkansınlar. Geri dönerken boş kolilerden en üsttekini aldım. Birlikte odanın kapısındayız şimdi. Koli ve ben. Onu içeri itekledim, ardından ben girdim. Rutubet kokusu eve iyice dağılmış, içeriye yeni açan açelyaların kokusu da girmiş. Her şey birbirine karışmış. Yatağın üzerine oturdum, sert. Üzerinde on dört yıldır kimse uyumamış kadar sert. Canım kahve çekti. Mutfağa yürüdüm. Çift çekilmiş çekirdek tozlarını kahve makinesinin haznesine doldurdum. Makine öttü, bardağı musluğun altına ittim. İncecik kahve bardağa doldu. Rutubet, küf, açelya kokusuna şimdi kahve kokusu da karıştı. Bir yudum içtim. Sıcaklığı damağımı yaktı.

Holde yürüyorum. Az sonra dolabın önündeyim yine. Boş kolinin içine bakıyorum. Sanki sonsuz bir çukur. Sanki evi temelinden söküp içine tıkacağım. Bak bak bitmiyor. Bir yudum daha içeceğim kahvemden. Sonra bu çukura ilk neyi atacağıma karar vereceğim. Rüzgâr itaatsiz. Beni beklemedi. İçeriye dalıp oda kapısını duvara çarptırdı. Anahtar yuvadan kurtulup yere düştü. Parkede çınlayan metal. Kulağımda babamın sesi. “Aç kapıyı, aç da çık dışarı. Kafanın dikine gitmek neymiş göstereceğim sana! Her yaptığının hesabını soracağım.” “Bırak,” diyor annem, sesi cılız. Çırpınmasının boşuna olduğunu bilerek çırpınıyor. “Bırak, ne isterse yapsın çocuk, herkes senin yolundan gidemez, karışma.” “Siktirsin,” diyor babam, “benim ekmeğimi yiyip bana mı diklenecek.” Bir omuz vuruyor kapıya, bir omuz daha. Anahtar yuvadan kurtuluyor, yere düşüyor. Kapı boş odanın ortasına iniyor. Kahveyi dikledim. Damağım, boğazım, yutağım iyice yandı. Bardağı çalışma masasının tozlu yüzeyine koydum. Etrafına biraz buhar bıraktı. Önce kitaplar. Onlardan başlamalıyım.

Burnumun direğinde bir sızı.

Çizgi romanlarına, mangalarına, fantazya kitaplarına dokundum. Bir zamanlar okudukları. Stephen King romanlarından birine uzandım. Kitabı iki elimin arasında tuttum. Sayfaları sağdan sola geçirdim. Sonra başka bir kitaba aynısını yaptım. Ne arıyorum, hiç bilmiyorum. Bir not, bir iz, altı çizilmiş bir cümle. Şimdi elimde başka bir kitap. Kapağı rutubetten kabarmış. Avuçlarıma aldım, sağdan sola çevirdim. İçinden birkaç banknot düştü. Eskisinden. Yeni Türk lirası olandan. Diğer kitapların arasında da para var mı sorusu, bunlarla ne yapacaktıyla çarpıştı kafamda. Aklım bulandı. Leo’nun miyavlamasını duydum, sonra tırnaklarını bir şeye sürtme sesini. Peşi sıra da koliler düştü yere.

Elim telefonda. Esra’yı aradım. Bu kadar para, dedim, sence ne alacaktı? Toparlandım sayılır, dedi Esra, ıvır zıvırım kaldı, sabaha da arabaya yüklenip gelirim. Duymazdan geldim. O da mı az önce öyle yapmıştı, yoksa gerçekten de duymamış mıydı, emin değilim. Neden kitapların arasında biriktirmiş ki, yeni bir dövme için mi ya da bir enstrüman? Efendim canım, dedi Esra. Telaşlı. Telefonu omzu ile kulağı arasına sıkıştırdığı belli. Boğuluyor sesi. Yoksa geceden mi gelsem, ne dersin. Oralı değilim. Bir telin iki ucunda iki ayrı konuyu kovalıyoruz onunla. Kimse bir diğerine yaklaşamıyor. Bankalar yeni paraya çevirir mi bunları, dedim, hâlâ oluyor mu öyle. Esra duraksadı. Telefonu sanki eline aldı. Sesi şimdi daha net. Pandemiden hemen önce bitti o, dedi, artık hiçbir şey yapamazlar. Aynı hizaya geldik. Aynı meselenin köşelerindeyiz şimdi. Öyle mi, dedim, belki bir enstrüman alırdım, odasına koymak için. Odasına koymak mı, diye çıkıştı, hangi odasına? Haklı. Son üç yıldır bugünü bekliyor. Nefes alıp verdim hızlı hızlı. Ne diyeceğimi kestiremiyorum. Bazen bazı şeylere dokunamamak daha iyidir, dedi, olduğu gibi bırakmak, değiştirmeye çalışmamak. Boğazımda bir yumru. Artık ne diyeceğimi kestiriyorum ama ağzımdan çıkarmam biraz zaman alacak. Pencereye yürüdüm. Öyle mi dersin Esra? Pencereden aşağıya baktım. Tam yedi kat. Kemiklerin parça parça olmasına, ejderha dövmesinin kana bulanmasına yeter. Derin bir nefes. Açelya kokusu genzime doldu. Pencereyi kapattım. Kâğıt paraları kitapların arasına geri koydum. Kolilerin hepsini odaya taşıdım, anahtarı yuvaya taktım, üç kez döndürdüm. Aklımda gevelenenleri serbest bıraktım. Belki benim de artık dönüştürülmem imkansızdır Esra. Belki beni zamana kazandırmak iyi bir fikir değildir. Belki beni olduğum gibi bırakmak benim için daha iyidir. Esra’nın hıçkırdığını duydum. Sesinde hayal kırıklığı. Eşyalarımı topladım, dedi, artık tamam demiştin. Üzgünüm, dedim, hazır değilmişim. Telefonu kapattım.

Havada sadece açelya kokusu.

Leo yine boş duvarı izliyor. Yanına oturdum.

“Ne görüyorsun orada, benim göremediğim neyi görüyorsun? Bir kuş, bir böcek, bir gölge?”

Bana baktı. Kulaklarının içindeki tüyler oynaştı. Gözbebekleri şimdi kocaman. Göz gözeyiz. Meydan okuyor. Bıyıkları inip kalkıyor. Omuzlarım düştü. Yenilen ben oluyorum. Bakışlarımı ondan kaçırdım.

“Özür dilerim,” dedim, “çok özür dilerim. Hayallerine müdahale etmemeliydim. Sana karışmamalıydım. Çok özür dilerim.”

Leo şimdi yeniden yüzünü duvara döndü. İkimiz de aynı boşluğu izliyoruz. Onun ne gördüğünü bilmiyorum ama ben göğsünde ejderha dövmesi olan bir çocuğun şarkı söyleyip gitar çaldığını görüyorum.

Gaye Keskin