Onur Çalı, denemeleriyle edebiyat dünyasının vaziyeti karşısında rahatı kaçan; üslup, çeviri, hikâye gibi yazarın dert edinmesi gereken başlıklar üzerine çokça kafa yoran bir denemeci olarak zihnimde kendi silüetini çiziyor.

İşte size sıkıcı bir bilgi: Kargocunun bana Sonra Hayat’ı getirdiği gün, hava hiç de güzel değildi.
Haddinden fazla sıradan bir günün sabahında elime ulaşan bu kargoyu yazının sponsoru gibi düşünebilirsiniz. Elbette bu yazıdaki meselem ne kargocu adam ne de o günkü hava durumu. Kitabı elime alıp okumaya başladıktan, bitirip dolabıma kaldırdığım âna kadar zihnimden geçenler, denemelerin içinden bana yönelen soru işaretleri ve Onur Çalı’nın kalemiyle ilgili düşüncelerim, dipnotlarım: asıl meselelerim bunlar. Sizi de yeni denemeci arkadaşımın (kendisinin bu arkadaşlıktan haberi olmasa da) dinamik üslubuyla beraber anlattıklarını dinlemeye, tabiri caizse yoldan sapmaya çağırıyorum. Edebiyat dünyasının ana akım, nereye gittiği belirsiz o balçıklı yolundan, has edebiyatın sisli sapağına.
Bir deneme kitabını –ya da bir yazarın denemeciliğini diyelim– severek okumam, ondan keyif almam için ihtiyaç mahiyetinde kriterler sıralıyorum aklımda. Bu kriterlerin komutanı bende üslup oldu uzun zaman önce. Anlatılanın önemini azaltmıyor üslup; fakat tahtını devretmiyor da. Çalı’nın kitabında da “Üslup: Bizim Güzel Özrümüz” başlıklı bir deneme var. Bir parantez olarak başlığı kıskandığımı itiraf ediyorum, hatta diğer başlıkları da. Bu denemede Çalı düşüncelerimi pekiştiren cümleler kuruyor. Hatta daha ileri gidip şunları da söylüyor:
“Üslup sahibi olmak, bir yazarın erişebileceği en yüksek mertebedir. Üslup sahibi yazarın kitapları çok satmaz, çok satsa da bunda onun kabahati yoktur.” (s. 109)
Bu bağlamda incelediğimde Sonra Hayat üslup sınavını geçmiş bir kitap olarak yer ediniyor bende. Metinlerde bir “kekeleme hâli” yok, sıkıcı bir direkt anlatım da kullanılmıyor. Son cümleler yalnızca vurucu olsun endişesiyle yazılmış aforizmalar değil, ritmin tamamlayıcı unsuru olarak güzelce yerleştirilmiş. Okuyana eziyet olan karmaşık cümlelerden uzak, muhabbet hissini dozunda veren bir tarz söz konusu. Elbette üslubunu rahatça kurabilmesinde büyük savlar taşımayan metinler yazmasının etkisi var; ama bu onun işini bütünüyle kolaylaştıran bir etmen değil. Misal başka bir yazar bu sav’sızlığın rehavetiyle fazla samimi bir üslup benimseyebilirdi. Ama Çalı burada metnin içindeki yerini iyi tayin ediyor.
İyi de bu kitap safî üslup mu? Şimdi bu sayfaların arasında ufak bir gezintiye çıkalım. Nazım Hikmet, İlhan Durusel, Philip Roth, Coetzee, Kamuran Şipal, Eskimolar, adını unuttuğum filmler… Bunlar kitapta karşılaşacaklarınızın ufak bir kısmı yalnızca. Bu isimleri düşününce denemelerin sadece magazinsel bir atmosfer yarattığını zannetmeyin lütfen. Bir “edebiyat insanı” olarak Çalı bu yazarların anılarından, söylediklerinden, yazdıklarından geçip / onları da dâhil ederek / yanımıza geliyor. Ne yoğun argümanlarla okura saldıran, onu yaka paça kendine çekmeye çalışan bir çatık kaşlılık ne de onu fazlaca serbest, aklı havada bırakan acayiplik söz konusu denemelerinde. “Hem güldürüyor hem düşündürüyor” klişesi gibi değil, güldürmeye ve düşündürmeye sırtını tamamen yaslama rehavetine kapılmadan kuş tüyü gibi hafif metinler teslim ediyor okura.
Hakkını teslim ettiğimiz kitabın kusurlarına gelelim, okurken bana göz kırpan o pürüzlü kısımlara.
“Yaşar Kemal’in Kurt Vonnegut eşliğindeki Manhattan gezisinin tam tarihini bilmiyorum ve fakat kitap 1991 yılında yayımlanmış. Neredeyse otuz yıl sonra yine aynı yerdeyiz: Türkiye’de gazeteciler, düşünürler, siyasetçiler, yazarlar, öğrenciler ve akademisyenler “düşünce suçu” nedeniyle hâlen hapishanedeler. Ah, Koort, çok zor, çok zor.” (s. 40)
Bu alıntı, “Ölümden Beter Yazgılar: Vonnegut, Böll ve Yaşar Kemal” başlıklı denemenin son paragrafı. Son cümlesini yazının ritmine çok uygun bir şekilde kulak tırmalamadan yazıyor yine. Burada söylediklerine katılmakla birlikte direksiyonu aniden çevirmesinin, virajı yavaşça almamasının verdiği bir rahatsızlık var. Bu rahatsızlık bir anda karşımıza çıkacak o “mesaj”a hazır edilmediğimizden belki de. Başka bir denemenin sonunda da bu rahatsızlığı hissettiğim oldu. Bunun, tabiri caizse bağlama kısımlarındaki yumuşak geçişin metnin ritmini sekteye uğratmaması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette Çalı’nın denemesinde çıkmaz sokak değil bu, gerekli gördüğüm bir dip(not)-eleştiri. Bitiş paragrafı, yazı için kritik, çığırtkan bir yarış bitti düdüğü duymak istemesek de o son nota şart.
İşte o son nota beni çağırıyor şimdi. İçerisinde ufakça adımladığımız kitabın uzağına yerleşip bir çerçeve çizelim. Onur Çalı ne yapıyor burada? El-cevap:
Çalı, denemeleriyle edebiyat dünyasının vaziyeti karşısında rahatı kaçan; üslup, çeviri, hikâye gibi yazarın dert edinmesi gereken başlıklar üzerine çokça kafa yoran bir denemeci olarak zihnimde kendi silüetini çiziyor. Birinci sınıf bir okur olduğunu, sadece yazarlarla ilgili verdiği malumatlarla ya da atıflarıyla değil; kör göze parmak olmayan fakat kendinden de emin yorumlarıyla kanıtlıyor. Denemeleriyle çok keyifli bir yol döşüyor. Kitap, okurun kereviz yemeye, eh pardon, bu yolu adımlamaya hazır olacağı güne kadar rafların arasında bekliyor zamanının gelmesini.
Kargocu, yol boyu taşıdığı küçük koliden kurtulup evine dönüyor.
Peki sonra ne oluyor?
Sonra – başlıyor kitap!
İrem Şimşek