Asaf Halet Çelebi’nin Kedi isimli şiirini ne zaman okusam hep aynı dizede dururum: “Benim en güzel çocukluğumu ahmak bir ayak ezdi.” Çocukluğundan yaralı olan herkesin aynı dizede durduğundan eminim. Close adlı filmi izlerken de bu dize zihnimde dönüp durdu. Close, Belçikalı genç ve yakışıklı –bu kısmı içimde tutamazdım– yönetmen Lukas Dhont’un 2018’de gösterime giren ve önemli ödüller alan Girl adlı filminden sonraki ikinci filmi. Çocukluktan ergenliğe bir geçiş filmi. Sancılı ve acılı bir geçiş. Yavaş yavaş, duygularını, gözyaşlarını istismar etmeden izleyiciyi de dahil ettiği bir acı.

Filmin açılış sekansında çocuklar metruk bir yapının içindedir. Hayali korkular ve tehlikeler uydurup birbirlerini korkutarak eğlenirler. Oynadıkları oyun gereği, güya tehlikeli olan yapıdan kaçarak bir çiçek tarlasında koştururlar. Rengarenk çiçekler, cennetten bir köşe ve mutlulukla koşan iki çocuk. Korku, tehlike onların sadece oyun icabı kurdukları düşlerinde vardır. Remi ve Leo. On üç yaşındalar. Birbirlerini çok sevdikleri her hallerinden belli. İnsanı hem imrendiren hem de ürküten bir mutlulukla geçer her anları. Çünkü biliyoruz ki verdiği her mutluluğun bedelini illa ki ödeten bir düzeni vardır hayatın.
Gelecekle ilgili hayaller kurarlar. Bir gün ayrı düşmek gibi bir ihtimal hiç gelmez akıllarına. Birbirlerinin evinde kalırlar, aynı yatakta uyurlar. Remi’nin uyuyamadığı bir gece Leo bir hikaye anlatır. Hikaye bittiğinde Remi mışıl mışıl uyumuştur. Yaklaşmakta olan kara bulutların kokusunu tam da burada almaya başlıyoruz, çünkü Remi’nin zihninin derinliğinde, sadece Leo’nun yatıştırabileceği bir korkusu vardır. Ertesi gün liseye başlarlar. Aynı sınıf, aynı sıra. Bir ara Leo başını Remi’nin omzuna koyar. Onlar için çok normal olan bu durum arka sıradakilerin hemen dikkatini çeker. Teneffüste, bir grup kız öğrenci, “Birlikte misiniz?” diye sorar. Kızlar da kendi aralarında çok samimiler ama nedense kendi samimiyetleri çok normal, iki erkeğin samimiyetleri şaşırtıcı gelir onlara. Tıpkı bütün topluma şaşırtıcı geldiği gibi. Kötü bir niyetle, yargılayıcı, yadırgayıcı bir tonla sormazlar belki ama Leo bu soruya çok ani, çok savunmasız yakalanır ve ısrarla inkar eder. Remi ise sessiz kalır. Leo inkar ettikçe Remi’nin canının yanışına tanık oluruz. Filmin en can alıcı noktasıdır bu.
Her yaşta zordur ama 13 yaşında daha zordur herhalde; hayatınızın merkezine koyduğunuz kişinin, düzene uymak uğruna sizi ve sevginizi harcaması, varlığınızı inkar etmesi, hatta kendi duygularını bile inkar etmesi. Göğüslemek çok zor gelir Leo’ya. Ve o da en kolay yolu seçer: inkar ve kaçış. Eve çok mutsuz döner. Ama esas yarayı Remi almıştır. Yarasına rağmen yakınlaşma çabalarını sürdürür ve tüm çabası Leo tarafından her seferinde engellenir. Remi için okulda yalnız ve mutsuz günler başlamıştır. Arkadaşlıkları okul dışında bir süre eskisi gibi devam eder. Ama sadece bir süre. Sevgileri evde de tükenmeye başlamıştır. Leo, içinde Remi’nin olmadığı yeni bir çevreye girer. Daha erkeksi bir çevredir bu. Misal, buz hokeyine başlar. Böylesine sert bir spora yönelmesi tesadüf değil, erkek dünyasına bilinçli bir dahil olma girişimidir. İçinde Remi’nin olduğu eski dünyasına dair her şeyi geride bırakır yavaş yavaş. Remi ise tek başınadır ve günden güne tükenir. Aslında Leo da çok mutsuzdur. Remi’nin eksikliğini hep hisseder ama geri adım da atmaz. Dünya iki erkek çocuğunun birbirine duyduğu aşkı hoş görebilecek bir yer olmaktan uzaktır. Dünyanın bu en modern köşesinde çocuklar kimliklerini gizleme ihtiyacı duyuyorsa, daha hoşgörüsüz toplumlarda queer çocukların nasıl bir cehennemi yaşadıklarını bir düşünelim.

Sınıfça geziye gittikleri gün, Remi’nin otobüste olmadığını fark eder Leo. İçine doğmuştur sanki olacaklar. Dönüş yolunda, öğretmene gelen telefondan –konuşulanları duymasa da– kötü bir şey olduğunu ve bunun da Remi’yle ilgili olduğunu sezmiştir.
Ah Remi, gidişin ne acıydı. Geride kocaman bir vicdan azabı bırakır Leo’ya. Baş etmekte zorlandığı bir vicdan azabı. Susar, içine kapanır, öfkeli, mutsuz bir çocuk olur. Bir yandan da devam etmeye çalışır. Bir gece, bir sınıf arkadaşının evinde kalır. Tıpkı Remi ile sürekli yaptıkları gibi. Ertesi gün soluğu Remi’nin evinde alır. Onun gidişinden sonra ilk defa yapmıştır bunu. Anlamlıdır, çünkü kimsenin ama hiç kimsenin Remi olamayacağını bir kez daha anlamıştır. Odasına gider, eşyalarını inceler, annesi hâlâ şaşkındır, odayı didik didik ettiğini ama hiçbir ize ve sebebe rastlamadığından bahseder. Oysa Leo sebebi çok iyi bilmektedir.
Filmde tam dört mevsimin geçişine tanık oluruz. Mutlulukla geçen bir mevsim ve acıya, vicdan azabına bulanan üç mevsim. Çocukların mutlu günlerinde rengarenk olan pastoral çevre, film ilerledikçe acının yoğunluğuna paralel olarak soluklaşır. Çocukların yüzlerinin sürekli yakın çekimle alındığı için aşina olduğumuz detayları da bu renk değişimine eşlik eder. Özellikle okul bahçesinde geçen sahnelerde kamera rastgele çekim yapıyormuş hissi uyandırır. Bu doğallık bana Cafer Penahi ve Abbas Kiyarüstemi’nin kamerasını çağrıştırdı. Zaten bu iki yönetmenin filmlerinin de odağında genellikle çocuklar vardır.
Leo’nun iyileşip iyileşmeyeceğini merak ederken doktor kırılan bileğindeki alçıyı açar. Ağrı hissedip hissetmediğini sorar. Aldığı cevap “hayır” olur. Hayır cevabını bütün ağrılarının geçtiğine yorarız ama o hastaneden çıkar çıkmaz soluğu Remi’nin evinde alır. Ev bomboştur, taşınmıştır annesi, babası. Leo, ilk sahnede Remi’yle koşturdukları çiçek tarlasındadır yine. Koşar ama bu sefer yalnız. Remi de mutluluk da yoktur artık, önünde eksik de olsa bir yol vardır ve o yola koyulur. Dönüp arkasına baktığında gözlerindeki hüzün dayanılmazdır. O anda dünyanın en eski, en büyük probleminin toksik erkeklik olduğunu düşündüm bir kez daha. Her çağda insanlığın başına farklı bir bela getirmeyi başaran ama buna rağmen her çağda kendini baş köşeye oturtmayı başaran toksik erkeklik.
Leo yürür. İlerde ne olacağını bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey var ki, “Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.”

Filmin bir diğer etkileyici yanı da iki çocuğun müthiş oyunculukları. Özellikle de Leo’yu canlandıran Eden Dambrine’in. Yaşadığı her duyguyu yemyeşil gözlerinin kenarında her daim duran tek gözyaşında görmek mümkün. Sadece çocukların değil annelerin de oyunculuklarına hayran kaldım. İkisi de çocuklarını yitirmiş –her ne kadar bir tanesi hayatta olsa da– ve çektikleri acıyı, çaresizliği iliklerimize kadar hissediyoruz.
Yönetmenin her iki filminde de kimlik arayışına yönelmesi ilginç. Yarası tam da orada demek ki. Bu filmi yapmayı eski okuluna yaptığı bir ziyaret sırasında karar vermiş. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şunu der:
“Bugün bile hâlâ ilkokul ve ortaokuldaki acı dolu yıllarımla barışamadım. Ben de bu duygular hakkında bir şeyler yazıp o dünyayı kendi bakış açımdan ifade etmek istedim. Kâğıda birkaç sözcük yazdım: arkadaşlık, samimiyet, korku, erkeksilik… ve Close bunlardan çıktı. Bir anlamda hem Léo hem de Rémi olduğumu hissediyorum; iki karakterde de benden bir parça var.”
İzlerken çektiği korkunç acıyı, vicdan azabını görmeme rağmen Leo’yla bir türlü empati kuramamam da benim yaramın tam olarak nerede olduğunu bir kez daha gösterdi bana.
Roza Alkan