Gülay Gökçen

Darabas Köyü’nde Kasım ayının bu son günleri sıradan geçeceğe benziyordu. Zehra’nın, rüyasında kendini gördüğü gün de önemli bir gün gibi değildi. Dağdaki kurtlar köyün hayvanlarına henüz saldırmamış, yağmurlar fırtınayla birlik olup tarlalardaki ekinleri aslan yelesi gibi bir o tarafa bir bu tarafa yatıracak kadar yağmamıştı. Ölümle doğuma zaten kimsenin bir şey dediği yoktu. Tanrı, dağına göre kar verir diye diye yaşamayı mukaddes sayan köylüler, kendilerine yetecek kadar dertleri olduğuna inanırlardı. Ne bir eksik ne bir fazla.

Zehra, rüyasında kendini köylülerin “bereket taşlığı” dedikleri yerde, devasa bir kayanın bulunduğu o düzlükte gördü. Hemen yanı başındaki kuyudan çektiği suyu yalağa boşalttı. Çıplak bedeniyle bir mezara uzanır gibi yalağa boylu boyunca uzandı. Harareti geçmeyince kalktı, giyinmeden kuyunun içine baktı, içerden boğuk bir ses ona sesleniyordu. Kuyuya tam atlayacakken “Yandım anam!” diye ünlemesiyle uyanması bir oldu. Zehra’nın o gece gördüğü rüyadan sonra bu marazlı evde muskalar hazırladı cinli hocalar, yedi mezardan alınan toprakla bezenen. Okunmuş sular içirdiler ev ahalisine, kurşunlar döktüler. Kurşunlar göz göz pörtleyince nazar çıktı saydılar Zehra’dan. “Doğum zor geçti, ondan” dedi konu komşu, “Avaz avaz bağırdı da yoruldu zaar.” Doğumdan sonra yanaklarını al basınca sus pus oldu Zehra. Doğurmak güçtü elbet ama kolay olan ne vardı şu köylük yerde. Anası da Zehra’yı zor doğurmuş ya, “Bana çekmiş bu” diyesiye “bir avazda inşallah” naralarıyla yavrucak ha geldi ha gelecek derken “Gözün aydın Bünyamin oğlun oldu,” dedi ebe kadın. Bünyamin önce yıldızlı gök kubbenin altında gönendi durdu sonra bebeği kollarında tuttuğu gibi kaldırdı havaya. Sevincinden yere çalacaktı da canlı kanlı olduğunu hatırladı. Zehra’yı da canlı gördü pek sevindi ama Zehra eski Zehra değil. Elini tutmak istediğinde kor ateşten yanmış gibi çekmesiyle Bünyamin yanaşır mı daha yanına. İki gün sonra “Yoruldu dediydiniz daha dinlenmedi mi?” diye sordu anasına. “Kadının hasından alaydın yorulmazdı” dedi anası.

Köyün ahalisine ambardaki haşereler gibi yayılan haber, Neyyire kadının kulağına da geldi. Neyyire bir çerçicinin karısı. Kalın kafalı dediği kocasını eşek tepti uğursuzun bir günü. Mızrak gibi sivri kayaya denk gelince kalın demeden yarılan sanki mukavvadan yoğrulmuş kafatasından oluk oluk kanlar fışkırıp ölünce başka diyarlara gidemedi Neyyire. Darabaslıların arasına eğrelti otu gibi karıştı. Neyyire kadın sandıktan kaptığı gibi al yazmayı loğusa Zehra’ya yollandı. Taze inek fışkısına bulanmış ayak izleriyle dolu avluya girdiğinde Bünyamin kınalı koçun derisini yüzüyordu. Saçak altlarına yayılan melisa otunun kokusu evin pencerelerinden sızan büyü otlarının kokusunu bastıramıyordu. Neyyire kadın al yazmayı albasanın yüzüne örttü hemen. Bünyamin’le anasını çekti kenara, “Loğusa hiç yalnız kalır mı, şaşırdınız mı siz?” diye diye çemkirdi. “Gözden ırak, bir mavi boncuk da mı asmadınız boynuna? Soğan, sarımsak eksik etme başından kaynana olacak kadın, sana derim. Bir kama kap da gel, alkarısı yoklarsa Zehra’yı metalinden korksun. Ne durursun hele?” diye söylendi. “İyi hoş da iş güç ne olacak Neyyire kadın?” dedi kaynana. Neyyire birkaç okkalı söz edip biraz daha çıkıştı ana oğula sonra da yandan yandan uğrattı da arkasından, “Hööyyt, hele Bünyamin kadınsız mı kalsın, bebe anasız mı da böyle dersin. Elbet galebe çalacak, bekle bakalım kırk gün kırk gece,” dedi. Bünyamin’e kadın mı yok, diye içinden geçirip kilere koştu kaynana kadın. Arkasından “El kızı naziktir, hayt huyt demeye gelmez,” dedi Neyyire.

Zehra, baharda kırlarda biten bir karahindiba gibi açılmış saçılmış ki güzelliğini görenin gönlüne bir hoşluk bırakır. Toprak damın üstünde hop oynayıp hop kalktığı, uğrak yerlerde cinlere ip atlattığı günler geride kalalı şuncacık zaman. Memeleri ceviz büyüklüğüne eriştiğinden beri işe koşulmaktan dermanı kalmamış bacaklarını kerevete uzatıp dinlendirdiği bir lahza peşinde, yorgun. Geceleri göğsünde bir ağırlık ki nefes kesen. Zehra köylü bir taze kadın değil bir uhrevi yaratık olmuş da melek mi peri mi onu kimse bilmez. Al yanaklarıyla bir ateş topu sanki. Kaç gündür lal olmuş diline hükmedip de bir “ah” çıkmadı ağzından. Küçük bir mabede benzeyen şu bakla sofayı uzun siyah saçlarla sarılmış görüyor yanakları al olup da gözleri çakmak çakmak yandığında. Yılan gibi uzayan saçları boynuna dolanıyor da gıkı çıkmıyor. Koca memelerini omzuna kaldırmış bir heyula yaklaşıp kahkaha savuruyor üzerine de aman vermiyor kaç gündür. Kapıları sürgüleseler de kilitler sökmüyor bu cine. Canı istedi mi bacalardan giriyor, üstüne çörekleniyor Zehra’nın. Köyün öbür yakasının bakiresi rahat durur mu, Bünyamin’i, kolundan tuttuğu gibi kenara çekip bir ara, “Zehra sana kadın olmaz bu saatten sonra” dedi hasedinden. “Senden de insan olmaz ya” dedi Bünyamin. Bebesini emzirecek bir sütana aramaya başlasa mı bilemedi. Zehra’nın cıngıl memelerine süt yürümedi. Gözüne ışık, diline bir güzel söz de. Önce Zehra’nın yanına vardı. Buğulu gözlerle kerevete bakan Zehra’yı pışpışladıysa da zaten oldum olası iki kelimeyi bir araya getiremeyen Zehra’nın gitgide kötüleşen bu haline akıl sır erdiremedi.

Sarmaşıklarla sarılmış kasvetli boş evler gibi dolaşık Zehra. Sarmaşık ayağına oradan bacaklarına, edep yerlerine, memelerinden boynuna ulaştı, sarım sarım sarmaladı. Bir sıkımlık canı kalmış Zehra’nın kollarını kaldırıp bir fiske vuracak dermanı yok. Tespih boncuğu gibi dizili köyün koca karılarının ah vah sesleriyle el açan, dua eden kolları sıra sıra. Tanrının inayetiyle donanmış bir yalvaç gelse bütün kerametini uluorta sergilese dahi ne çare. Zehra yatağında sayıkladı durdu, hiç olmadık bir çocukluk anısını hatırladı, çelik çomak oynadıkları zaman muhtarın azman oğlunun altında kalışını. Bir sertlik orasında. “Böğrüme genişlik ver Allahım” diye diye dönenip durdu odanın içinde.

Köyün öbür kadınları da sökün ettiler, pörtlemiş gözlerle baktılar Zehra’ya, halini görüyorlarsa da hakikatiyle görecek göz yok hiçbirinde. Bir ağızdan anlattılar neler olduğunu, “Oy Neyyire kadın sen bilmezsin bu Zehracık bu tılsımlı bebeciği zor doğurduğu gibi eşini de zor defetti rahminden. Eşe bir taş bağladık da sallandırdık aşşağı, iki günde gücün ayrıldı meret kalasıca eş.” Beşinci günde domur domur olmuş iki dik baş meme Zehra’da. Yaklaştırmıyor yanına bebeği. Uzun uzun bakıyor yavruya. İçinden kopan parça değil de sanki bir yaratık gözünde. Analık edemezse başkaları eder yavruya diyen anasına uyup bir sütana baktı Bünyamin köyde, aradı durdu biçare.

Ev de ev değil ya bir toprak in. El kapısı baba evinden hallice. Evin beyaz badanalı duvarları bahara çıkana dek tezek sobasından yayılan isle kararır durur. Beşinci günün gecesinde toprak nemiyle insan teri hem hal olmuş bu evde herkes mışıl mışıl uyurken Zehra uyanmış da yavru ceylan gibi sekmekte. Hop oturup hop kalkarken analığını hatırlamış bir an, almış bebeği eline yelini şişmiş iki memeden birine dayamış ağzını, yavru bir kuş gibi fır döner yavrucağın kafası, sütü emciklesin diye. Bünyamin gördü de sevincinden anasını çağırdı. Kaynana kadın geldi, dedi ki Bünyamin, “Aman ilişme ana, ses etme de garip alışsın bebesine.” Sonra ne olduysa attı elinden bebeği Zehra. Fırlattı bir yakan top gibi hiddetle. Zor tuttu yavruyu Bünyamin. Kaynana kadın bir ilenç narası attı ki koca köy duydu.

Geleceği dünden belli olan, Zehra’nın o uğursuz rüyayı gördüğü gecenin yedinci sabahında güneş ışığı yatağın kenarında duran kamanın çeliğinden yansıyıp Zehra’nın gözleriyle buluştu. Amonyak kokan soluğu, üstünde yanmış tezeğin isine bulanan çiçekli entarisi, iki yanında belikleriyle Zehra yatağında hızlıca davrandı. Issız köyün tek gürültüsü, göç eden yaban kazlarının gökyüzünden gelen acı bağrışlarıydı. Yaygarayı duyunca köyün delisi Hamza gibi avluya çıkıp göğe kaldırsaydı başını, çığrışan yaban kuşlarına bakıp da oyalansaydı, delişmen hallerinden kurtulurdu belki. Kamaşan gözlerini zor ayırdı kamadan. Yatağın diğer ucunda mızırdanan bebesine baktı. Sonra yerde uykusunun en ağırını uyumakta olan Bünyamin’e. Bir anlık rehavette neler olur diyen Neyyire kadının dediğine kimse kulak asmamıştı. Darabas köyünde yine sıradan bir gün gibi başladı her şey. Kendi renklerine bezenmiş bahçeler yerli yerinde, sokaklar boş, meydanlar ıssız. Karşıki dağlar bakanın bir daha bakmak isteyeceği kadar heybetli. Eteklerindeki tarlalarda kara yeşil ekinler dimdik. Kuzular ağıllarında meleşiyor. Kurtlar henüz aç kalmadılar, bugün de köyün hayvanlarına ilişmeyecekler. Her ev kendi derdine sarılacak gün içinde, kimi dizlerini dövüp ağıtlar yakacak, kimi kaderin kollarına bırakacak kendini. Bünyamin’in duvarları beyaz badanalı evinde o gün kimseninkine benzemeyen bir dert olacak ki düşman başına, yastıklara bulaşan, kıpkırmızı.

Gülay Gökçen