Halil Yörükoğlu, İletişim Yayınları etiketiyle çıkan Keşke Yüzüme Baksanız isimli ikinci öykü kitabında, geçip giderken yüzüne bakmadığımız insanları, yanı başımızda duran ama kayıtsız kaldığımız hayatları, kulak tıkadığımız dertleri, tıpkı kitabın adı gibi incecik bir sitemle anlatıyor.

On yedi öyküden oluşan Keşke Yüzüme Baksanız, ilk kitabı Kaçış Rampası’nda olduğu gibi yazarın gözlem yeteneğinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Öyküleri okurken bir kadını, bir erkeği, bir çocuğu, bir dostu ve bir düşmanı anlatan karakterlerle bazen yan yana yürüyoruz, bazen de karşılarına geçip onları izliyoruz. İstesek de istemesek de artık yüzlerine bakıyoruz ve baktığımız her yüzde kendimizden bir yansıma, bir mimik, bir cümle ve bir iz görüyoruz.
Yazarın kendi öykü evreninde okuru yormayan, karakterlerin dertlerini bağırmadan anlattığı bir üslup var; okura telaşsız, sakin bir sesle sesleniyor. Karakterlerin iç çatışmaları, üzüntüleri, mutlulukları, öfkeleri, pişmanlıkları yani aslında insana dair tüm duygular, uzun ve ağdalı bir dil yerine özenli kelime seçimleri ve duyularla hissettiriliyor.
“Kısa kollu gömlek” dışındaki öykülerde birinci tekil şahıs anlatımı kullanıldığı için okuyucunun karakterle empati yapması kolaylıkla sağlanıyor. Yazar, karakterlerini bir an içerisine yerleştirip orada fotoğraflıyor sonrasında da o anda var olan dertlerini, keşkelerini, yaralarını, iç çatışmalarını ve yalnızlıklarını fotoğrafın arka planından görmemizi sağlıyor. Karakterlerin iç monologlarıyla önce hayatlarındaki dönüm noktalarına sonra da onlarda bıraktığı izlere ulaşıyoruz. Karakterler kendi iç hesaplaşmalarını yaparken okuyucu onlara başka türlü bir şimdiki zaman hayali kurabiliyor. Elbette, bu hayal öykülerin finalinde bazen köz olup avucumuzu yakarak bazen de taze bir nohut yeşilinde başımızı döndürerek yok oluyor. Finali yine yazar yazıyor, karakterler yaşıyor, biz sadece okuyoruz.
“Her şey yeniden yaratılıyor ve biz de her şeye yeniden isimler koyuyorduk. Ona, konuşmayı yeni öğrenen bir çocuk merakıyla yaklaşıyordum… Ne derse, kalbime kaydediyordum.” (s.12)
Aslında herkesin, hepimizin hikâyesi diyebileceğimiz öyküler, yazarın kurgu becerisiyle bir yerlerde birinin hikâyesine dönüşebiliyor. Bunun sebebi hikâyeyi sadece öykü karakterine ait hale getiren nesnelerin ustalıkla kullanılmış olması. Kitabın “Burçak da beni sevmiyor” isimli ilk öyküsü “bahar ikindisi ferahlığında,” ama yarım kalmış bir aşkı anlatıyor. Evet, hepimizin bir zamanda ve bir yerde yarım kalmış bir aşk hikâyesi mutlaka vardır ama “mavi güvercin” tanıklığındaki aşk sadece Burçak ve otuz üç yaşındaki anlatıcı karaktere aittir. “Güvercinin mavisi olur mu?” demeyin, insan âşık olunca oluyormuş.
“Peki, ben size bir soru sorabilir miyim beyefendi? Siz neden benim yüzüme bakmıyorsunuz? Annem de bakmıyor, Cevat Abi zaten bakmıyor. Babam bakar mıydı onu unuttum, hem onun baktığı yüzüm de değişmiştir. O da bakmamış sayılır.” (s.22)
“Annem hâlâ kırk yedi kilo” isimli öykü, yazarın kadın sesini oldukça başarılı kullandığı öykülerden biri. Yazar, anne-kız iletişimsizliğini veya psikolojik baskı odaklı iletişimini, dış görünüşün hayatın her alanında kadınları görünmeyen, yüzüne bakılmaya değer bulunmayan objelere dönüştürmesini ve bunun bir insanda yarattığı yıkıcı etkiyi kadın karakterin görüşme esnasındaki iç monologlarıyla okuyucuya aktarıyor. Böylece “Keşke Yüzüme Baksanız” cümlesindeki incecik sitem bir kez daha anlam kazanıyor.
“Kitapların olduğu kolilere de kırılabilir yazmışsındır sen. Belki beraber aldığımız kitaplardan bir-iki tanesi aynı koliye denk gelmiştir. Aynı kitaplar, aynı gün yaşanan bir sürü şeyden, o gün içilen kahveden, yürünen sokaktan bize bir şey anlatıyordur. Tam yorulduğumuz an istediğimiz gibi bir yer bulmanın keyifli haliyle birbirimize bakarak sayfalarını karıştırdığımız kitaplar, kahve içtiğimiz, tatlı yediğimiz, saatleri unuttuğumuz o günden çıkıp gelmiş de yanımdan geçivermiştir.” (s.79)
Yazar, “Kocamustafapaşa” isimli öyküsünde Sait Faik’in “Havuz Başı” öyküsüne selam gönderiyor. Ana karakterin karşılaştığı bir çiftle yaptığı konuşma aralarında âşık olduğu kadına dair anılarını, özlemini, umudunu ve birlikte geçirdikleri zamanın bıraktığı izleri hatırlayışı tatlı bir anlatımla yazılmış.
“Asla günlük yazmıyorum. Asla İbrahimler ile arkadaş olmuyorum. Mutfağa giren karıncaları suyla boğarak öldürüyorum.” (s.87)
“İbrahim” adlı öykü “İsmim Ali, otuz üç yaşındayım” diye başlıyor. Çocuklukta işlenen bir suçun karakterin hayatında bıraktığı iz, ne yaparsa yapsın geçmeyecek bir vicdan azabına dönüşüyor. Çocukluğun geçip giden bir şey olmadığını; geçmişte, şu anda ve gelecekte hep var olacağını anlatan ve bittiğinde köz olup yakan etkileyici öykülerden biri.
“Bir türlü kaybolmayan sevgilim bana, uçamayan kuşlar yapıyor. Yeni ev ilanlarına bakıyorum. Günler geçiyor, insan aşksız da yaşıyor.” (s.105)
Kadın sesiyle yazılmış öykülerden biri olan “Sevgilimin Youtube Premium üyeliği var” isimli öyküde, kadınların beklentileri, duyguları ve aslında çabaları yazarın güçlü gözlem yeteneğiyle başarılı bir şekilde okura sunuluyor. Yağmur damlaları altında eriyen kâğıttan kuşlar, kadınların bir noktadan sonra uçmak için kendi kanatlarını kullanabileceklerini ve bu kararı verene kadar hangi ruh hallerinden geçtiklerini anlatıyor.
“Gözlerimin önünden, güvercinler uçup gittiler.” (s.107)
“Kan kokuyor” ana karakterin çocukluğunda şahit olduğu olay sonrası yaşadığı travmaları ve babasızlığın bıraktığı yaraları hafızanın insan hayatındaki etkisiyle anlatan güçlü bir öykü. Bazı kokular, bazı sesler, bazı yüzler bir an içerisinde sıkışıp kalıyor. Çocukluğunuz da o anın içinde yaşamaya devam ediyor.
“Geçip gittiğimi zannettiğim zamana geçip gidemediğim sertlikte yeniden çakıldım.” (s.121)
“Taze nohut” kitabın son öyküsü. Bu sefer, baktığımız halde yüzlerin ardındakini göremediğimiz insanların bıraktığı izler anlatılıyor. Ana karakter bir Pazar alanında gördüğü taze nohutla geçmişte kaldığını sandığı yıkıcı bir ana dönüyor. Bağırmak isterken sesimizin çıkmadığı, koşmak isterken kıpırdayamadığımız o anın yıllar sonra, hiç beklemediğimiz bir zamanda bizi alıp yere nasıl yıkabileceğini anlatan bir kadın öyküsü. Ana karakter bir kadın ama öykü tüm kadınların…
“On dört yaşındayım”, “Limon kolonyası”, “Döngü”, “Erkek çocuk cabbar olur”, “Acıktık, poğaça yedik”, “Kısa kollu gömlek”, “Her şey”, “Sadık Mehmet Kaya”, “Yolculuk” ve “Seni seviyorum” adlı öykülerde yalnızlık, modern yaşamın insanı tüketen döngüsü, kadın erkek ilişkileri ve aile içi çatışmalar, farklı cinsiyet ve yaşlardaki karakterler üzerinden akıcı bir dille, sakin ve gerçekçi bir şekilde anlatılıyor. Karakterlerin çoğunun isminin olmaması, onları öykü kişisi olmaktan çıkarıp biz yapıyor. Annesi ve babasına kızan ya da özleyen, âşık olduğu kadını bekleyen ya da unutamayan, geçmişiyle mücadele ederken kazanan ya da asla kazanamayacak olan yine biz oluyoruz. En yakınları tarafından bile anlaşılamamış, mutlu olamamış ve olmaktan vazgeçmiş, öfkesi en çok kendine olan, gittikçe kendi içine kapanmış yalnızlar ordusu gibiyiz.
Bu yüzden, öykülerin finalinde dönüp yüzüne baktığımız kişi aslında biz, kendimiz oluyoruz.
Nuray Elçin