M. Özgür Mutlu’yu öykü severler zaten tanıyor. Uzun uzun biyografisini ortaya dökmeye gerek olduğunu sanmıyorum.
Özgür bu kez bir romanla çıktı okurun karşısına, ilk romanı bu: Güzel Seferlerin Süvarisi. Öykü kitapları olan, yıllardır edebiyata emek veren biri Özgür. Fakat ilk roman tecrübesi bu. Dolayısıyla, yalan yok, romanı elime aldığımda bazı acemiliklerle karşılaşacağımı bir ihtimal olarak aklımda tutuyordum. Nedir, “Güzel Seferlerin Süvarisi”ni okudukça yanıldığımı anladım.
Özgür Datça’da yaşıyor, bendeniz –maalesef– Ankara’da. Aynı kentte olsaydık oturup konuşurduk, bu söyleşiye ihtiyaç olmazdı muhtemelen. Gerçekten de tamamen bu ihtiyacımı, çok severek okuduğum bir romanın yazarını dinleme ihtiyacımı karşılamak için birkaç soru hazırladım. Belki, bu vesileyle, başkalarına da ulaşır Kaptan Namlı’nın, Aras’ın, Faruk’un, Knidos Afroditi’nin ama en önemlisi de Hora’nın sesi…
Onur Çalı

Bazı sorularım klişe olabilir Özgür, şimdiden bağışla. Ama onları da sormak zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü sorular klişe olsa da yanıtlar biriciktir hep. Evet, tahmin edeceğin üzere ilk klişe sorum geliyor: Şimdiye kadar öykü yazdın. Yayımlanmış dört öykü kitabın var. Neden roman yazmak istedin? Yazarlar bu soruya genelde, “anlatacağım konu ancak romanla anlatılmaya müsaitti, ancak romanla anlatabilirdim meselemi” türünden yanıtlar verirler. Sende de böyle mi oldu? Yoksa bir yazar olarak roman yazmak, roman yazmayı tecrübe etmek istedin de, anlatacağın mesele sonra mı geldi?
Önemsiz bir sır vereyim Onur, bu benim yazdığım ilk roman değil. Ancak editörlerin gördüğü ve yayımlanan ilk romanım. Bundan önce yazdığım iki roman var ama onları herhangi bir yayınevine göndermedim. Bunlardan birini ileride bir gün gündeme alırım diye düşünüyorum. Sorduğun soruya dönersem, tabii ki bir roman yazmak ve onun yayımlandığını görmek istedim. Fakat bugüne kadar önceliğim roman olmamıştı diyebilirim, sırası gelecek elbet diye bekledim. Yine bir klişe olan öyküden romana sıçramak için çalışmadım ama iyi öyküler yazmaya odaklandım; en azından ne yapabileceğimi görmek, üzerine yorum yapılabilecek, fikir oluşturabilecek, konuşulabilecek (konuşan yok ya) nitelik ve nicelikte bir öykü toplamı oluşturmaya çalıştım. Geminin hikayesini öğrenip yazmak için heves edince ise bu anlatının roman türünde olması gerektiğine en başta karar verdim – çünkü ancak romanla anlatabilirdim ikinci klişe olarak. Knidos Afroditi’nin bulunuşuna kadar uzanan aklımdaki hikayeyle geminin geçmişine ait izleri birleştirdikçe, anlatının çatısı zihnimde belirdi, sonra da çatıyı oluşturan her bir bileşen üzerinde çalışmak ve bölümleri yazmak kaldı geriye. Eh, bu da yaklaşık yedi yılımı aldı. Tabii bu yedi yılın tamamını romana harcamadım, o arada iki öykü kitabım yayımlandı. Acele etmeden okudum, yazdım, biriktirdim. Yaşam gailesi içinde, mesai, çocuk büyütme derken zaten çoğumuzun okuyup yazmaya ayırabildiği zaman oldukça kısıtlı. Aslında aklıma gelmişken bu kadar uzun sürede bir metni yazıp toparlamak; yoğun, yorucu, tempolu bir çalışmaya göre çok daha zor bence. Bir kere uzun süre üzerindeki yükü, içinde birikeni atamıyorsun, hep bir yarım kalmışlık duygusuyla yaşıyorsun, her uzun aradan sonra hikâyeye ve yazdıklarına hâkim olabilmek için tekrar çaba harcıyorsun vs. Uzaklaştım sorudan, döneyim. Evet bir öykü de olabilirdi bu ama bambaşka bir kurguyla, bambaşka bir anlatı olurdu, ben böyle olmasını tercih ettim.
Yanlış bilmiyorsam, yaklaşık on yıldır Datça’da yaşıyorsun. Ve oraya Ankara’dan kalkıp gittin. Romanı okuyanlar, her iki kentin izlerine rastlayacaklar zaten. Büyük ve gri bir şehirde yaşayıp yazarken, zamanın daha yavaş aktığı bir kasabaya göçmek, senin edebiyat yaşamını nasıl etkiledi?
Datça’ya taşındığımdan bu yana üç öykü kitabı ve bir romanım yayımlanmış. Kitaplardaki öykülerin hepsi Datça’da yazılmamış olsa da on senenin yekûnuna bakınca Datça’nın üretkenliğimi olumlu etkilediği söylenebilir. Buraya taşınırken de hayalimde daha çok okuyup yazmak vardı. Ama bir iş bulup para kazanmaya başlayana kadar ne okudum ne yazabildim doğru dürüst; ekonomik şartlar, asgari gereksinimler her şeyin önüne geçiyor doğal olarak, romantik bir bakışın kâr etmediğini anlıyorsun. Bir düzen kurduktan sonraysa edebiyata daha çok zaman ayırabilmeye başladım. Böyle bir yerde yaşamanın en somut etkisi zaman üzerine elbette. Büyükşehirlerin hayhuyunda heba olan zamanı tutmak mümkün burada; nasıl kullandığın önemli tabii. Bir de sessizliğin ortaya çıkardığı bir kafa gürültüsü var. Oranın duyulur olan gürültüsünden süzülenleri sessizlikte yakalamak daha mümkün. Geçmişe ve bulunduğum ana daha salim kafayla bakmamı sağlıyor. Doğaya ve kırsala daha yakınım on senedir. Bamya bitkisini toprakta gördüm mesela, olacak şey değil aslında, asmanın uyanışını gün gün izledim, yenecek otları az buçuk anlamaya başladım, rüzgarın yönlerini öğrendim, şehirde göremeyeceğimiz, detayına hakim olamayacağımız daha pek çok şey. Bunlar elbette beni hem yaşamı algılayış hem de edebiyat anlamında etkilemiştir. Bir de Ankara’dayken çocukluğumdaki güveni özlüyordum sanırım, en basitinden bakkalla, manavla selamlaşmak, Onur sen pek sevmiyorsun ama berberle sohbet etmek, biraz aidiyet hissetmek, oralı hissetmek, çok taşralı, zaman zaman boğucu bir duygu biliyorum ama, buraya geldikten sonra bu tanıdıklık bana iyi geldi. Bu mahalleliliğin çok farklı baskıcı, müdahaleci, yıpratıcı tezahürleri de var tabii ki, bunlar ayrı bir tartışma konusu. İklim, çevre, insanlar hepsi yaşama bakışı, algıyı etkiliyor; Sibirya’daki Dostoyevski’yle Kolombiya’daki Marquez’in bakışı, dünyayı aktarışı bir değil yani, ama nerede yaşarsak yaşayalım ülkenin ve dünyanın herhangi bir noktasında yaşanan haksızlıklara, acılara, sömürüye, insanlığa dair iyi ve kötü bir duruma yüzümüz, bakışımız dönük her zaman.

Gelelim Sismik-1 gemisinin, namı diğer Hora’nın, Ägir’in ya da Herkül’ün serüvenine… Sen bu gemiye bir karakter olarak yer veriyorsun romanında. Aslında her şey, tüm kurgu onun etrafında örülüyor. Denizcilik, gemiler, bu gibi şeyler üzerine ilgin hep var mıydı? Bu konularda çok okuduğun, çok şey bildiğin belli oluyor, romanı okuyanlar bunu görecektir. Başkarakterin olan bu gemi hakkında biz okurlara neler söylemek istersin?
Denizcilik ve gemilere ilgim bu hikayeyle başladı diyebilirim. Manisa’da doğdum, Ankara’da on dört yıl yaşadım, kara insanıyım yani, Datça’yla birlikte denizle birebir ve sürekli bir ilişkimiz oldu ancak. Birkaç feribot ve tekne gezisi, bir iki balıkçılık deneyimi dışında deniz üzerinde olmadım. Bir gece geçirmişliğim yok, aksi gibi sandalda bile deniz tutabiliyor beni. Kaptan Namlı’nın Afrodit’e değil ama Knidoslu Afrodit heykeline duyduğu aşk gibi ben de denizin, gemilerin imgelerine bakıyorum hayranlıkla. Hikaye aklıma yine MTA’nın Datça limanına demirlemiş bir araştırma gemisini gördüğümde gelmişti. Jeoloji mühendisliği okuduğum yıllardan aklımda kalan bir gemiydi Sismik-1 gemisi, adını bildiğim tek gemiydi, ama geçmişini, yaşam öyküsünü bilmiyordum. Tasarladığım hikayede onu kullanmak istedim, araştırmaya başladıkça ise geminin 1940’lardan günümüze uzanan etkileyici, uzun hikayesini öğrendim. Böylece kafamdaki hikaye ile geminin yaşamını paralel yürütüp bir noktada bağlamaya, daha doğrusu bir örgü haline getirmeye karar verdim. Geminin II. Dünya Savaşı ve Cebelitarık yıllarını içeren ilk zamanları ile bilgi birkaç cümlecikten ibaretti. Günümüze doğru daha çok bilgiye ulaştım, MTA’nın kaynaklarında, özellikle MTA’da görev yapan Sinan Kavukçu’nun kıyı ötesi araştırmalarına dair makalesinden derli toplu bilgiler edindim. Cumhuriyet ve Milliyet gazete arşivlerinde çok zaman geçirdim, geminin izini gün gün sürmeye, hakkında çıkan tüm haberleri derleyip yolculuğuna dair fikir edinmeye çalıştım. Cemil Kavukçu okuduğum usta öykücü, ama onun Sismik’te yıllarca çalıştığını ve Sismik’i anlattığı anıları ve öyküleri olduğunu da sonradan fark ettim, o güne kadar algıda seçicilik olsa gerek, dikkatimi çekmemiş bir detaydı. Gemiler ve deniz hayatı üzerine okuyup araştırmaya başladım. Oktay Sönmez, Refik Akdoğan, Selim Özen, Sadun Boro, Bernard Moitessier, Joshua Slocum, Joseph Conrad, Jack London, Halikarnas Balıkçışı, Zeyyat Selimoğlu, H. Melville, Homeros gibi daha pek çok denizci ve yazarları, tez ve makaleleri okudum, deniz mecmualarını takip ettim. Sadece bu değil, kitabın bölümlerinde söz ettiğim tarihsel süreçlerle ilgili olarak da araştırma ve okumalar yaptım, II. Dünya Savaşı ve Hitler Almanyası, Yunanistan’la yaşanan kıta sahanlığı sorunu, Marmara depremi sonrası fay araştırmaları vb. Yunan ve İskandinav mitolojisi, antik dönem heykelleri, tersaneler, gemi sökümcülüğü, deniz fenerleri vb. bir sürü alana sürükledi beni bu okumalar ve belirmeye başlayan hikaye. Tabii daha önce de belirttim birkaç yerde: Benim amacım Sismik-1’in tarihini yazmak değildi, buna kalkışacak ne teknik bilgim ne de kaynağım var ki bu zaten bambaşka bir çalışma olurdu. Güzel Seferlerin Süvarisi kurmaca bir metin ve Sismik-1 bu hikayenin ana kahramanlardan biri, onun tarihinin ana hatlarına sadık kalmaya çalışarak aslında yepyeni bir hikaye yazdım. Özellikle ilk karanlık dönemlerine ait bölümleri yazarken adından ve bulunduğu yerlerden ilham aldım. Örnek vermek gerekirse Kuzey Buz Denizi’nde Danzig tersanesinde inşa edilen gemiye İskandinav mitolojisindeki, Yunan mitolojisindeki Poseidon’a karşılık gelen Ägir adının verilmesinin bir anlamı olmalıydı, yoksa da bu anlamı ben kurmaya çalıştım. Cebelitarık’ta adının Herkül’e dönüşmesinin, Akdeniz ve Atlas Okyanusu’nu birleştiren, Avrupa ve Afrika’yı ayıran boğazın, yani Eski Dünya’nın eski kapısının Antik dönemde Herkül Sütunları olarak anılmasıyla bir ilgisi olmalıydı ve belki Cebelitarık’ın yani Tarık’ın Dağı’nın adının gemileri yakan komutan Tarık bin Ziyad’tan gelmesiyle, yoksa da ben ilişkilendirdim. Böylece kayıp Knidos Afroditi’ne kadar getirdim gemiyi.

Geminin hikayesini ilerleten Kaptanın Seyir Defteri bölümleri. Seyir defterlerinden ilki Knidos’ta, bir şenlikte başlıyor. Neden böyle bir tercihin oldu?
Evet, geminin hikayesini Antik çağdan, Knidos’ta düzenlenen Dionysos şenliklerinden başlatarak aslında gemiyi, nüvesini su üstünde yüzen ilk gemilerden alan ölümsüz mitik bir karakter olarak tasarladım. Aslında ilk seyir defteri Tenezzüh Seferi başlığında bir şiirle giriş yapıyor. Bu ilk bir günlük gezinti İthaka adasından başlıyor. Homeros’un Odysseus’un şişkin karınlı gemilerinin yola çıktığı nokta. Buradan başlayan hikaye kayıp ama insanlık tarihi boyunca zihinlerden silineceğe benzemeyen ölümsüz bir imge olan Knidos Afroditi heykeline bağlanıyor.
Böylece aslında ezelden ebede bir ölümsüzlük masalına dönüşüyor yaşamı. Hem gemi hem Kaptan Namlı ölümsüz gibi. Bir yandan da Kaptan Namlı’nın kaleminden okuyoruz aslında bu hikayeyi.
Evet öyle, aslında Namlı’nın defteri tabii, geminin başından geçenleri onun cümleleriyle okuyoruz, onun hayalgücünün izleyicisiyiz, böyle olunca Aras gibi okuyunca acaba Kaptan da ölümsüz mü gerçekten diye düşünüyoruz, en baştan beri geminin kaptanı hep o muydu diye şüpheye düşüyoruz. Bazı anlarda ise gemi ve kaptanı bütünleşiyor zaten, birbirleri yerine konuşuyorlar. Farklı şekillerde yorumlanabilir. Geminin uzun yaşamı akla ilk ölümsüzlüğü getiriyor ister istemez ve şu yorumu da yapabiliriz ki mitlerin, şimdiki dinlerin, sanat eserlerini ortaya koyan yaratıcı gücün temelinde ölüm, ölüm korkusu ve buna bir çare arayışı yani ölümsüzlük isteği, ölümü kendine konduramama var. Yaratılış mitlerinin hepsinde sonsuzdan gelip sonlu bir hayata nasıl mahkûm olduğumuzun hikayesini okuyoruz. Bu süreçte İsmail Gezgin hocanın Homo Narrans, Sanatın Mitolojisi, Gılgamış, Fallus’un Arkeolojisi gibi çok önemli kitapları da bana ilham verdi diyebilirim. Özetle ölümsüzlüğün, güzelliğin ve aşkın peşinde bir rota bu.
Bir de Knidos Afroditi meselesi var romanda. Kaptan Namlı’nın ya da onun nezdinde pek çok kişinin rüyalarına giriyor. Bir güzellik düşü bu, estetik aşkı bir yandan. Öte yandan, gayet tensel bir arzuya da işaret ediyor. Knidos Afroditi nedir, ne menem bir şeydir ki yüzyıllardır unutulmuyor, konuşuluyor ve zamanları aşıp gelip kendine Güzel Seferlerin Süvarisi romanında yer buluyor?
Güzellik ve estetik üzerine sayısız bakış ve anlayış var. Knidos Afroditi de dönemin güzellik ve estetik anlayışı bakımından önemli eserlerinden, göstergelerinden biri. Heykeltıraş Praksiteles hem tavır hem de teknik olarak heykele o dönem farklı bir içerik ve biçim getiriyor. O zamanın tanrılarını daha insani özellikleriyle ama toplumsal olarak kabul gören tanrısal güzellikleriyle tasarlıyor. Evet, her dönemde ve her coğrafyada kabul gören, dahası dikte edilen bir güzellik anlayışı var. Neyin güzel neyin çirkin olduğuna dair kalıpların içine dökülüyoruz. Ama çağlar boyunca insanlığın en soyut ama değerli arayışlarından biri güzellik ve aşk gibi geliyor bana. Benim için Knidos Afroditi’nin en çekici yanlarından biri de kayıp oluşu. Yaşadığımız coğrafyada yaratılmış, Knidos’un simgelerinden birine dönüşmüş bu heykeli sikkelerden, antik dönem kayıtlarından biliyoruz ancak, uzun zamandır yaşayan kimse görmemiş, e bu haliyle güzellik ve aşk arayışının sonsuzluğuna dair bir vurguya da dönüşüyor. Kaptan Namlı’nın heykelin karşısında uzun uzun oturup sonunda arkasını dönüp gitmesi ve Sismik’le yarımadayı terk etmesi de bu arayışın bitimsizliğine işaret ediyor. Varılacak yere varmak yerine yolda olmak, bulmak yerine arayış içinde olmak, bir tercih meselesi, biraz divan edebiyatındaki sürekli âşık olma, aşka âşık olma durumunu da hatırlatıyor. Bu arada gerçekten Knidos Afroditi’nin akıbetini çok merak ediyorum ve bir gün Knidos’taki kazılarda bulunabileceği ihtimali heyecan veriyor. Hem bulunsun hem bulunmasın istiyorum, hem bir gün benim ya da bir başkasının ayağına takılsın istiyorum topraktan çıkmış bir köşesi hem de hayal dünyasında kalsın hep.
Hora’yı (nedense en çok bu adını sevdim ben geminin) hariç tutalım şimdilik… Romanda dört ana karakter var: Kaptan Namlı, Aras, Sevgi ve Faruk. Kitabın her bölümünde bu dört karakterin anlattıklarını okuyoruz biz. Her birinin üslubu farklı, anlatım biçimi farklı. Bunu çok iyi başarmışsın. Ve bu önemli. Önemli çünkü bazı romancılar bu konuda çuvallıyor. Cinsiyet, yaş, eğitim durumu gibi karakterin söylemini belirleyecek unsurları görmezden gelip hepsini aynı şekilde konuşturuyorlar. Sen bu tuzağa düşmemişsin. Sözgelimi Sevgi’nin yazdıklarını okurken erkeklik eleştirisiyle karşılaşıyoruz, Faruk’un bölümleri satranç mantığı ve söylemi üzerine kurulu. Bu beni çok etkiledi. Bunu nasıl başardın?
Gerçekçi karakterler ortaya koymak gerekiyor. Bir anlatıda aynı dili konuşan farklı karakterlerle, hatta bir öykü kitabının birbiriyle alakası olmayan farklı öykülerinde hep aynı tipin konuşmasıyla karşılaşmak beni de bir okuyucu olarak rahatsız ediyor. Biz insanları saçlarının rengiyle, boylarının uzunluğu kısalığıyla tanımayız ki; neyi nasıl anlattıklarıyla, kullandıkları kendilerine özgü kelimelerle, üsluplarıyla, içlerinden dışa yansıyan tavır ve duruşlarıyla, ilgi alanlarıyla, düşüncelerini dile getirme tercihleriyle tanırız, böylece severiz ya da sevmeyiz. Okur için roman kahramanları ya da öykü tipleri de öyle. Uzun betimlemeler, karakter tahlilleri bazen yetersiz kalır da söyledikleri bir söz, bir duruş, bir dönüş akılda kalır, onun karakterini gözler önüne serer. Bu nedenle sadece diyaloglarda değil, düşünce akışlarında da her karakterin bir şeyleri düşünüp yorumlama biçiminin kendine özgü olması gerekir. Buna hem öyküde hem romanda özellikle dikkat etmeye çalışıyorum. Karakterlerin farklılıklarını ortaya koyabilmenin en doğal yolu sanırım diyaloglar ki klişe dizi film repliği kokmayan diyalog yazmak çok zor. Güzel Seferlerin Süvarisi diyaloğa çok yaslanan bir roman değil, bu açıdan zayıf bulunabilir, doğru, bu açığı romandaki her bir karakterin anlatımlarında bilinç akışlarını karakterlerin zihnine girip, kendilerine özgü anlatım tarzlarını arayarak kapatmaya çalıştım. Evet yaratılan her karakterde yazarından bir parça vardır ama mümkün olduğu kadar dışarıdan bakabilmek, ondan sıyrılabilmek, karşısına geçip durabilmek, bunu yaparken de kendi zihin sınırlarımızdan sıyrılıp onun zihnine girebilmek önemli.
Bir klişe soru daha… Öykünün, sanırım biraz atölyelerin de etkisiyle, romandan daha zor olduğu söylenir. Öykü için bir yazarın ince işçiliği denir. Ben de yıllar içinde, bazı söyleşilerde bu yollu laflar ettim ama şimdilerde anlıyorum ki yanılmışım. Hem öykü hem roman yazmayı tecrübe etmiş biri olarak, sen bu konuda neler söylemek istersin?
Öyküde bir dil işçiliği olduğu doğru ama bu tespit romandaki dilin önemsenmemesi gerektiği anlamına gelmiyor. İkisinin de hamuru dil sonuçta. Öykünün zorluğu fazlalık kaldırmaması, damıtılmış olması denir, evet öyle ve kolay bir şey değil; bunun tersi romanın fazlalık kaldırdığı, damıtılmış olması gerekmediği mi? Sanmıyorum. Evet romanda daha geniş bir oyun alanı var, parantezler açma imkanı var ama bu, boş gevezelik yapma hakkı tanımamalı yazara. Romanın hormonlusu da aynı şekilde tat vermiyor. Bence her iki tür için de en önemli unsur denge. Yaratılan atmosferin, karakterlerin, metnin zamanının, hikayenin doku uyumu ya da tutarlılığı dengeyi yaratıyor; bu tutarlılığı sağlayan ilk unsur da dil zaten. Metnin bileşenlerini tutarlı hale getiren ve bir dengede tutan dil ancak inandırıcılığı sağlıyor. Bu her iki tür için de üstesinden gelinmesi gereken bir zorluk bana kalırsa ve ince işçilik gerektiriyor.
Güzel Seferlerin Süvarisi tuhaf bir biçimde umut verdi bana, bir özgürlük hissi duydum romanı okurken. Bir okur olarak beni çok etkileyen bir şey bu. Sen romanı yazarken nasıl bir süreçten geçtin? Tahmin ederim ki zorlu ve uzun bir yol kat etmişsindir yazarken.
Umutlu ve mutlu bir son olmasını bu roman için istedim. Sismik-1’in neredeyse bir asra yakındır ayakta olması da, bir kayıp heykelin hâlâ akıllarda olması da umuttur çünkü. Son yıllarda garip bir ruh haline büründüm Onur. Özellikle mutlu sonla bitmeyen filmleri izlemeyi tercih etmedim uzun süre, izleyemedim yani. Vıcık vıcık duygu sömürüsü ve melodramdan söz etmiyorum. Hani bazen gazetede bir haber görürüz ve hiçbir öykücü böyle bir öykü yazamazdı, hayatın kendi kurgusu edebi kurgulara nal toplatıyor deriz. Evet sanatçı yeni bir gerçeklik yaratıyor, gerçekliğin göze çarpmayan bir yanını gözler önüne serebiliyor, çelişkileri, karşıtlıkları görünür kılıyor ama yetmiyor. İçinde bulunduğumuz çağ ve ülkenin çürümüş düzeni üzerimize öyle bir çullanıyor ki sanırım bazen mutlu sonları özlüyorum. Zaten hayatımızın bir parçası haline gelmiş, bunca acı, felaket, haksızlık, rezillik yaşarken bir daha bunları anlatmanın ne lüzumu var diye düşünüyorum bazen. Çöpten ekmek toplayan kadının yanından arabamızla geçip giderken, bu kadının öyküsü hangimize lazım, kadına mı bize mi? Zaten içindeyiz ve onun öyküsünü yazmanın onun karnını doyurmayacağını, sosyal ve ekonomik adaletsizliği şıp diye bitirmeyeceğini de biliyorsun üstelik. Biraz da umuda, mutlu sonlara ihtiyacımız yok mu? Bu elbette körleşme değil benim açımdan, bugüne dek öykülerimde toplumsal ve insana dair pek çok sorunsalı konu edindim, bundan sonra da edineceğim ama demek istediğim umuda ve mutlu sonların olabilirliğine inanmaya da ihtiyacımız var. Biraz daha romana yöneltirsem bakışımı, sıcak ve soğuk savaşlar dahi atlamış ve bugüne bir şekilde ulaşmış bir geminin batmasını ya da sökülmesini düşünemezdim, kaldığı limandan tekrar hareket etmesi, yolculuğun, arayışın sürmesi güzelliklere ve aşka dair umudun diri tutulması gerektiği anlamına geliyordu benim için. Dalgaların üstünde Deveboynu Feneri’ni dönünce verdiği son selam ümitvarlara verdiği selam benim için.
Romanda bir deprem görüyoruz. Yakın zamanda da yaşadık, belli ki daha da yaşayacağız böyle felaketleri, maalesef öyle görünüyor. Sen deprem sonucu anakaradan kopan, yalıtılmış bir yarımada hayalini, “böyle bir şey yaşansa neler olurdu?” sorusunun cevabını verircesine anlatıyorsun. Ve çok sevdiğini bildiğim, romanları hakkında harika yazılar yazdığın Saramago’ya da bir selam çakıyorsun böylece. Sevgi’nin dediği gibi, bir kar küresi misali, korunaklı ama tutsak gibi de bir yandan… Yaşanabilir mi böyle bir yerde? Daha doğrusu nasıl bir yaşam hakim olur anakaradan kendini kurtarmış böylesi bir adada?
Bu sorunun cevabı olarak sadece yine Parşömen’de yayınlanan Saramago’nun Bilinmeyen Adası ve Saramago’nun Taş Salı başlıklı yazılarımın okunmasını isterdim. Güzel Seferlerin Süvarisi ile ilgili ipuçlarını, romanın bazı noktalarındaki arka planı ve fikri temelleri o yazılarda bulmak mümkün.
Saramago ele aldığı konular ve yazım biçimi bakımından beni gerçekten etkileyen bir yazar. Ondan her anlamda ilham alıyorum. Yitik Adanın Öyküsü romanında Saramago senin söz ettiğin ve benim de romanda işaret ettiğim gibi Portekiz’i Avrupa’dan koparıp okyanusta bir yolculuğa çıkarıyor. Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde ise bir ada aramaya çıkan ve sonunda kendisi adaya dönüşen bir teknenin hikayesini anlatıyor. Yukarıda bahsettiğim yazılarda detaylarını anlattığım bir durum da Datça yarımadası için geçerli, burayı da MÖ 500’lü yıllarda Knidoslular Pers istilasından korumak için bir kanalla anakaradan ayırmak istemişler.
Ütopyalar eskiden tüm dış tehlikelerden uzak adalarda kuruluyordu, sonra uzaya ve ölçülmez zamansal uzaklıktaki geleceğe kaydılar, şimdilerde ise yeni ütopyalar pek kurulmuyor. Bir ütopyada yaşamak mümkün mü, nasıl bir hayat olabilirdi, bilmiyoruz ama bu düşlemeye, denemeye, aramaya cüret etmeye engel değil. Ütopyasızlık bizi çölleştiriyor, dünyayı zihnimizin dar odasına sıkıştırıp içinden çıkılamaz bir zindana çeviriyor. 1500’lerden yani Latin Yelken kullanan karavelalar icat edilmeden önce denizciler Fas’taki Cabo Não burnundan öteye geçmezlermiş, bu burna da boşuna bu adı vermemişler: Ötesiyok Burnu. Bu yüzden gidemedikleri denizlere Mare Incognitum demişler, bilinmeyen deniz. Sonra sonra adaların hepsi keşfedilmiş. Saramago da bu sorunsaldan hareketle tüm adaların keşfedildiği bilinmesine rağmen bir ada aramaya çıkarıyor kahramanını ve tekneyi bir adaya dönüştürüyor sonunda, aramaya devam edin, gerekiyorsa kendi adanızı yaratın, ada olun diyor yani. Güzel Seferlerin Süvarisi’nde Sismik-1’in arızalanmasıyla ve ardından yaşanan gelişmeler sonucu yarımadada zorunlu olarak kalan konuklar işte bu anakaradan kopmayı, yalıtılmışlığı, tutsaklığın içindeki özgürlük hissini deneyimliyorlar ve kendilerine göre sonuçlar çıkarıyorlar ya da sonuçsuz kalsalar da pek çok soru soruyorlar kendilerine. Ben de bu soruları soruyorum hâlâ ama Saramago’nun şu cümlesini aklımdan çıkarmadan: bilinen adalar kralınsa, bilinmeyen adalar bizimdir. Güzel Seferlerin Süvarisi’nin gemisini Can Yücel’in Seferî adlı şiirinde bahsettiği (Öyle rüzgar esiyor ki bu Datça’da / Deniz üstünde volkanik bir teknedesin sanki…) yarımadada demirlemesi de tesadüf olmasa gerek.
Son soru: Zihninde, masanda neler var? Yeni bir roman yazmayı düşünüyor musun? Hem kendi edebiyatına hem de memlekette üretilen edebiyata ilişkin beklentin, umudun, eleştirilerin neler?
Yeni bir roman var. Sismik-1 ile ilgili araştırma yaparken yazmaya başladığım ve taslağını bitirdiğim bir roman, ilk olarak onu ele almak istiyorum, bazı teknik sorunlar var kafamı karıştıran ama fazla detay vermeyeyim. Yazmaya heveslendiğim, beni heyecanlandıran öyküler var not aldığım, parça parça yazdığım; bu öykülere de zaman ayıracağım, umarım bir dosya oluşturacağım. Memlekette üretilen edebiyata ilişkin beklenti, umut ve eleştirileri kapsamlı şekilde ifade etmem burada zor. Edebiyat camiasının pek çok sorunu var, yayınevleri ve kültür sanat emekçileri, yazarlar, çevirmenler, dergiler, piyasa ilişkileri vs. hepsiyle ilgili ayrı ayrı başlıklar açılabilir. Kültür ve sanatın ülkedeki genel durumu, üretilen eserlerin nitelikleri, kalitesi ayrı bir fasıl. Çok genel bir çerçeve çizmek gerekirse, ülkenin içinden geçtiği kötücül iklimden olumsuz etkilenmeyen bir alan yok. Kitap yasaklayan, festival, fuar yasaklayan, fikir özgürlüğüne katlanamayan bir anlayışa maruz kalıyoruz. Ahlaki ve ekonomik çöküşün altında kalan örgütsüz, ne yapacağını bilemeyen, sıkışmış, depresif bir toplum var; edebiyat da öyle. Kültür sanat üretiminin her bileşeni bu iklimden etkileniyor, çoğu kez açık ya da üstü örtülü, dolaylı saldırıların karşısında direnmeye çalışıyor; buna karşın hâlâ yazan, okuyan, paylaşan insanların var olması umut verici. Edebi üretime içkin olarak da birkaç cümle kurmam gerekirse, karşılaştığım metinlerin birçoğunun iç dökmeye dayalı, konu çeşitliliği bakımından kısır, hikâyenin çoğu kez göz ardı edildiği, zeka parıltısından ve heyecandan uzak olduğunu söyleyebilirim. Beklentim ise sanatçıların özgürce ürettiği, üretimleri ile geçinecek ve bu üretimi sürdürebilecek ekonomik imkanları elde edebildikleri, zengin bir eleştirel ortamın nitelikli sanat eserlerini beslediği, sanata ve felsefeye değer veren bir ülke – anakaradan kopup okyanusta gezintiye çıkmak gerekir mi illa? Bu da benim son sorum olsun.