Tanınmış yazarların eserlerini nasıl kaleme aldıkları, okuyucuların her zaman ilgisini çeken bir konu olagelmiştir. Mark Twain’in yatakta, Agatha Christie’nin küvette, Virginia Woolf’un ayakta yazması gibi ritüeller, yazarların eserleri kadar ilgi çekicidirler. Bu ilginin erken dönem örneklerinden biri olarak, Yeni Mecmua’nın 4 Nisan 1941 tarihli 101. sayısında, konunun bizdeki örneklerini ele alacak “Nasıl Yazarlar?” başlıklı bir yazı dizisi başlar. Naci Sadullah’ın hazırladığı bu dizi ile ilgili hem önceki sayılardaki tanıtım ilanlarında hem de başlangıç yazısında nasıl yazdıkları merak edilen bu yazarların kimler olacağının bir listesi verilir. Nizamettin Nazif, Ömer Rıza, Mahmut Yesari, M. Turhan Tan, Peyami Safa, Hüseyin Cahit, Nazım Hikmet, Nurullah Ataç, Selami İzzet, Va-Nu, Necip Fazıl, Refik Halid, Ercüment Ekrem, Sabiha Zekeriya ve Burhan Felek bir çırpıda sayılan isimlerdir.
Naci Sadullah, Nizamettin Nazif ile başlayan dizinin girişinde, vefat etmiş yazarlarla ilgili kısa bilgileri, tevatür de olabileceğini bilerek “-miş” eki ile aktarır. Yine de Ahmet Mithat’ın yaz mevsiminde yazarken iki ayağını da içinde buzlu su bulunan bir kovaya soktuğunu, Şair Eşref’in, çoğu şiirini masa başına geçmeden sigara paketleri arkasına yazdığını, Tevfik Fikret’in gece yarısı ile şafak vakti arasında coştuğunu, Ahmet Rasim’in beyaz kâğıttan nefret ettiğini, hattâ hakkında “Sarı müsvedde kağıtları mevcut bulunmasaydı, Ahmet Rasim adında bir muharrir yetişmezdi” dendiğini ardı ardına sıralar.

Naci Sadullah, derginin 15 Mayıs 1941 tarihli sayısındaki yazısını Nazım Hikmet’e ayırır. Cesur bir eylemdir bu çünkü Nazım Hikmet, yazının yayımlandığı yılda hem Harp Okulu Komutanlığı’nın hem de Donanma Komutanlığı’nın askeri mahkemelerinin verdiği ceza kararları doğrultusunda Bursa Cezaevi’nde yatmaktadır.
Yazıya bir meslektaşının, Ömer Rıza Doğrul’un bilgi birikimine karşın uğraşmak zorunda kaldığı alelade bir tercüme işi karşında duyduğu isyanı dile getiren “Ömer Rıza’ya kılıçla soğan doğratıyorlar” sözü ile başlar ve bu sözü Nazım Hikmet için “Kör bir ekmek bıçağı ile çelik yontmaktadır” olarak uyarlar. Yanlış anlaşılma korkusu ile de Nazım Hikmet’in kudretinin eserlerinden çok üstün olduğunu ekleyip, şairin piyes ve şiirlerini koskoca bir bahçeden toplanan birkaç demet çiçeğe benzetir. Uyarladığı sözün esas manasını ise Nazım Hikmet’in eserlerini yazarken kullandığı malzemeye tevdi eder. Şöyle ki:
“Onun elinde hiçbir gün, yarısından fazlası tükenmemiş bir kurşun kalem göremedim. Ve onun önünde hiçbir gün, yeni bir defter, temiz bir bloknot veya lekesiz yırtıksız bir kâğıt tabakası yoktu. Hatta, Nazım Hikmet, o yarısından fazlası tükenmiş kurşun kalemle, lekeli veya yırtıklı kağıtları bile, daima bir başkasından tedarik etmiştir. Çünkü memleketin en verimli kalemine sahip bulunan ve kağıtları nefis lezzetli sanat yemişleri ile dolduran Nazım Hikmet, meslek hayatının hemen hiçbir gününde, bir kurşun kalemi veya birkaç sahife boş kâğıdı mülk edinmemiştir. İtiraf edeyim ki mülkiyet düşmanlığının bir insanda bu derece ifrata varabilmesine, ben daima pes demişimdir!
Şimdi onun herhangi bir matbaaya girdiği zamanki mutat edası gözlerimin önündedir.
Sarı kıvırcık saçları, arkaya itilmiş fötr şapkasının önünden, sevimli bir yele gibi taşmıştır. Uğradığı çeşitli dost ihanetlerine rağmen, insanlara daima inanarak bakan mavi çocuk gözlerini, odada bulunanlar üzerinde süratle gezdirir, sonra ortaya hitap eder:
-Üstatlar, biraz kalem kağıdınız var mı?
Ve kendisine uzatılan kağıtlarla kalemlerin en kötülerini seçip aldıktan sonra, başına geçebilecek boş bir masa arar. İşte ben de zaten, Nazım Hikmet’i böyle yarım kalemle tam eser yarattığı için “kör ekmek bıçağıyla çelik yontan” bir sanatkara benzetiyorum ya!”
Böyle övücü sözler kaleme alan Naci Sadullah’ın, Nazım Hikmet ile ilgili ilk duyguları aslında hiç de hoş değildir. Süreyya Sineması’nın kurucusu olan Süreyya İlmen Paşa, Naci Sadullah’ın uzak bir akrabasıdır. Sinemanın ilk müdürü olan Hikmet Bey ise Nazım Hikmet’in babası. 1932’de bir köpek tarafından ısırılan ve tedavisi sırasında rahatsızlanan Hikmet Bey’i ziyarete gelen Süreyya Paşa’nın, sinemanın hesapları ile ilgili sorular sorması, üstüne birkaç gün sonra da Hikmet Bey’in vefat etmesi, Paşa’yı Nazım Hikmet’in hedef tahtasına oturtur. 1933’te yazdığı “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” şiirinde:
“Ölmüş sizin serasker
peder.
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
O eller..
Babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu…
Fakat yine siz haklısınız:
o gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.
İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.
Size bir tokat
borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.
İkimiz karşı karşıyayız.”
Dizeleri ile Süreyya Paşa’ya saldırdığı için öfkelenen ve bunu kendisine dert edinen Naci Sadullah, Nazım Hikmet’i dövmek amacı ile Resimli Ay’a gitmiş ama şairle tanışıp, konuyu anlayınca kendisine hak vermiştir.
Yazıya dönecek olursak, bu açıklamadan sonra Naci Sadullah, Nazım Hikmet’in ilk nüshalarını beraber çıkardıkları Yarım Ay mecmuası için vereceği şiiri, derginin çıkmasına az bir zaman kala, nasıl on dakika içinde kaleme aldığını anlatır. Vadettiği günde dergiye gelen Nazım Hikmet’in kâğıt kalem istemesi karşısında, şiirin basılacak nüshaya yetişmeyeceğinden endişe duyan Naci Sadullah, on dakika sonra şiiri masasında görünce şaşırır. Bunun nasıl olduğunu ise yıllar sonra şairi ziyarete gittiğinde karşılaştığı manzaradan anlar. Aktarıyorum:
“Nazım Hikmet, Erenköy’de büyük bahçeli bir köşkte oturuyordu. Bir yaz günü onu ziyarete gittiğim zaman karşılaştığım manzara, bende hayretle karışık bir endişe uyandırmıştı.
Çünkü bahçenin çamlar arasındaki uzun yolunda bir aşağı bir yukarı gidip gelirken, elleri ile garip garip işaretler yapan, anlaşılmaz sözler söyleyerek kendi kendine adeta homurdanan Nazım Hikmet o halleri ile hiç de aklı başında bir insana benzemiyordu. Hele karısının on beş yirmi adım arkasından ve adeta ayaklarının ucuna basa basa onu takip edişi, benim duyduğum haklı endişeyi biraz daha derinleştirmişti.
(…)
Ben endişeli bir dalgınlıkla bunları düşünürken omuzuma bir el dokundu. Sıçrayarak geri dönünce, Nazım’ın baldızı ile karşılaştım. Onun mütebessim yüzünde, karşısında bulunduğum acıklı manzara ile kabili telif sayamadığım bir sükûnet vardı. Telaş ve sabırsızlıkla sordum:
-Ne var? Ne oldu Nazım’a?
Dostumun sevimli baldızı, benim ihtimal biraz da sararmış bulunan yüzüme gülerek baktı ve:
-Ne olacak ayol, dedi, oğlan şiir yazıyor.”
Naci Sadullah, o gün kendisine on dakikada verilen şiirin nasıl yazıldığının sırrını böylece anlar. Nazım Hikmet şiiri kâğıda aktarmadan önce zihninde kuruyor, tabiri caizse müsveddeye çekiyordu. Sadullah’a göre şiirlerindeki sürükleyici marş ahenginin sebebi de bu yürüyüş haliydi.
Naci Sadullah’ın anlayamadığı tek şey, çalışan bir şairin yalnız bırakılması gerekirken eşinin neden sessizce hep onu takip etmesiydi. Bu merakını önce Nazım Hikmet giderir:
“-Eğer maazallah, ben çalışırken, karım peşimi bıraksa, mutlaka kafam gözüm yarılır. Çünkü yürürken fazla dalgınlaştığım zamanlar, tehlikeli karambollere maruz kalacağım muhakkaktır.”
Ardından Nazım Hikmet’in eşi de söze karışır:
“-Mübarek adam, o anlarında öyle dalgındır ki çarptığı ağaçları insan zannederek şapkasını çıkardığı ve ‘pardon’ diyerek selamladığı bile vakidir. Bu itibarla, çalıştığı anlarda, adeta bir çoban gibi güderim ben onu.”
Naci Sadullah yazısını “Unutulan Adam” müellifi Nazım Hikmet’in bu gayreti ile nasıl unutulmaz olduğunu anlatarak sona erdirir.
Yazıda Nazım Hikmet’in eşi olarak geçen ve ismi zikredilmeyen kişi Piraye Hanım’dır. İlk eşi olan Vedat Örfi’den boşandıktan sonra Nazım Hikmet’le evlenme kararı aldıklarında, kalabalık olan ailelerinin bir arada yaşayabilmesi için kiraladıkları Mithat Paşa köşkü, Naci Sadullah’ın geldiği ve Nazım’ı endişeyle izlediği köşktür ki Memet Fuat’ın Gölgede Kalan Yıllar isimli kitabında bu dönemle ilgili ayrıntılar mevcuttur.
Yazı dizisinin serencamına gelince; Nazım Hikmet yazısının yayımlanmasından sonraki sayıda Naci Sadullah’ın yazı dizisinin devam edeceğine dair küçük bir ilan yayımlanır. İlanda yine yazar isimleri sıralanarak Selami İzzet, Va-Nu, Necip Fazıl Kısakürek, Sabiha Zekeriya, Peyami Safa, Hüseyin Cahit ve Nurullah Ataç’ı okuyacağımız yazılmış olmasına rağmen bir sonraki sayıda yayımlanan Selami İzzet yazısı ile dizi sona erer ve hiçbir açıklama yapılmaz. Bunda aynı dergide yazıları çıkan Peyami Safa’nın bir dahli var mıdır bilinmez ama yazının neşredildiği tarih ve Nazım Hikmet’in durumu düşünülürse Naci Sadullah’ın cesareti ve vefası daha iyi anlaşılır.
Hak ettiği değere halen kavuşmadığını düşündüğüm Naci Sadullah hakkında kısa bir bilgi ile yazıyı sonlandırayım. Uşaklıgil ailesine mensup olan Naci Sadullah, 1928 yılında başladığı gazetecilik hayatında defalarca kovuşturmalara uğrar. Kimi zaman Narteks, Eski Dost, Zahide Samsam, Selim Tevfik, Hatice Handan, Naciye Sadun gibi müstear isimlerle de dönemin süreli yayınlarında yazılar yazar. 1952’de Doktor Rıza Nur hakkında yazdığı bir yazı nedeniyle altı ay ve 1967 yılında Kirpi dergisinde yayımlanan “Dostum Nazım Hikmet” yazısı nedeni ile komünizmi övme suçundan bir buçuk yıl hapse mahkûm olur. Yalan Dolan Dünyası, Günah Gönüllüleri, Namuslu Günahkârlar, Eş, Artık Görüyorum gibi roman ve çevirilerinin yeni baskıları maalesef bulunmamaktadır. Daha da önemlisi mesleğe başladığı Son Posta başta olmak üzere Yedigün, Hergün, Yeni Mecmua, Cumhuriyet, İzmir, Havadis, Yeni Asır, Demokrat İzmir, Ulus, Akbaba, Kirpi gibi dönemin dergi ve gazetelerinde çıkan yazıları ve röportajları halen kitaplaşmamış olup, dergilerde ve gazetelerde keşfedilmeyi beklemektedir. Umarım en kısa zamanda bu çalışmalar yapılarak Naci Sadullah’ın edebiyat ve basın tarihindeki değeri ve önemi yeniden hatırlanır.
Burak Kumpasoğlu