Ayhan Geçgin Kenarda adlı romanında, kendi evinde bile evde hissedemeyen, hatırladıklarını, yaşayamadıklarını, beklentilerini her yere beraberinde sürükleyen karakterlerin hikayesini üçüncü tekil şahıs kullanarak aktarıyor. Karakterlerin iç dünyalarında düşünceler, hayaller, beklentiler akarken dış dünyada zaman gerçeklere çarpa çarpa ilerliyor. İç ve dış dünyanın farkının bu denli büyük oluşu bütün romana hâkim atmosfer halini alıyor ve bir süre sonra okuyucu bu atmosferin içinde doğallıkla nefes almaya, yaşamaya başlıyor. Tıpkı ortama ilk girildiğinde burnumuza çarpan koku karşısında yeterli süre geçirdikten sonra onu artık duymamak gibi. Geçgin’in tüm romanlarında bu atmosfer ve yabancılaşma detaylı bir biçimde bazen kurgu kullanılarak, bazen de kullanılmadan sergileniyor. Varoluşçu anlatım tarzını romanda sürdürüyor, metinde ilerledikçe “atmosfer ve üçüncü tekil şahıs yorgunluğu” yaşatıyor.

Anlatılanların geçtiği belirli bir zaman dilimi veya akışının olmayışı, kullanılan zamansızlık karakterlerden daha ön plana çıkarılıyor, ilginç bir biçimde zamanın her şeyin üzerinde oluşu metnin atmosferi haline getiriliyor. Konudan konuya, kişiden kişiye, hayattan hayata geçerken, zaman aynı zamanda hem ön planda fakat bir bakıma da yok sayılıyor. Zamanın varlığını, yokluğu kullanılarak anlatmanın, yazarın tercihi olduğunu düşünüyorum. İşçilerin, gününün büyük bir bölümünü para kazanmak için harcamak zorunda kalan dar gelirli insanların hayatındaki zaman kavramıyla, sermaye sahibi, zengin denilebilecek kişilerin zaman kavramı tamamen farklıdır. Sermaye sahibinin hayatında zaman yönetilebilecek, yönetilmesi gereken bir olgu iken düşük gelirli, işçi olarak çalışan bir insanın hayatında zaman tüm hayatı yönetmektedir. Romanın geçtiği mekanlar, anlattığı hayatlar düşünüldüğünde zamanın geçip giden, yaşanamayan, hükmedilemeyen özellikleriyle yansıtılması oldukça etkileyicidir. Bazen hayatın geçişi makineleşmiş işçi faaliyetlerinde, bir yaşlının günlük hayatında, kentin gece ve gündüz geçişlerindeki oluşan farklı atmosferde tasvir edilmekte, daha çok sorgulanmaktadır. Jean Baudrillard Can Çekişen Küresel Güç kitabında bu atmosferi bir reality-show olarak tasvir eder:
“Küresel güç her şeyi ele geçirmiştir; özerklik ve savaşı, gizli arzu ve iradeleri, acı ve başkaldırıyı devasa bir simülasyon sürecine, herkesin utanmadan kendine düşen rolü oynamaktan başka bir şey yapmadığı muazzam bir reality-show’a dönüştürerek ele geçirmiştir.” (Can Çekişen Küresel Güç, s.14)
Kentteki sefaletin varlığının yıllar boyunca sürmesi, sadece kılık değiştirmesi, işçi sınıfının çalışmadığı zamanlarda kent hayatına karışmaya çalışması ve o esnada ortaya çıkan yabancılaşmanın detayları farklı kültürel gruplar, yoksulluk, değersizlik ekseninde irdeleniyor. Romanda tüm semtler, mekanlar, sokaklar, hafta içleri ve sonları yokluğa, belirsizliğe, yoksulluğa çıkmaktadır:
“Başına gelen olaylarla birlikte başka bir uzamda açılıp, yayılanı, serpilip ortaya çıkanı, belirip belki de ona doğru geleni görmedikçe yaşamının olayları önemsiz, anlamsızdı. Hiç yaşamamıştı. Kim olduğu sorulsa yanıt veremezdi. Bilmiyordu.” (Kenarda, s.14)

Şehirde zamanın geçişinin farklılığı, zaman karşısında karakterlerin çaresizliği, önlenemez bir biçimde ve istediklerinden çok daha hızlı geçip giden kendi ömürleri, bir bakıma tek sermayeleri olduğundan, zaman ve yaşanmayan hayat üzerinde yazar oldukça fazla durmuş. Pencerede oturan, yaşlı ve bacağı kesik bir karakterin yaptıkları ve yapamadıkları, ölüme karşı gösterdiği direniş, hissedarların malına konmak için yaşlı adamın ölüşünü büyük bir iştahla bekleyişleri ve gündelik uğraşlar üzerinden tasvir edilen detaylar zamanı metinde bir karakter kadar ön plana çıkarıyor. Zaman, karakter olarak şehirlerde semte göre farklı akmakta, taşrada ise tekdüzelik göstermektedir. Romanda ön planda olan diğer önemli husus olan yabancılaşma, gündüz ve gecenin en koyu zamanında adeta daha da belirginleşiyor. İşçilerin tüm gün izbe yerlerde, deri atölyelerinde, üretimhanelerin karanlık zemin katlarında, gece ve gündüz bilgisinden uzak, tükettikleri zamanın dışında kendilerine kalan yaşayabilecekleri tek zaman dilimi gecedir. Ancak gündüz kalabalığın hâkim olduğu bu kentler, gece kendisini örten zifiri karanlık ve tekinsizlikle insanı dışlamakta, yaşayacak alan ve zaman bırakmamaktadır. Şehir gece ve gündüz arasında nasıl aksamadan geçiyorsa işçiler de çalışan, durmaması gereken dişlililer gibi aksamadan kendi hayatlarını –tabii kendilerine ait bir hayatları olduğu söylenebilirse– makineleşmiş bir formatta yaşamaktadırlar:
“Çalıştıkları sürece vardılar, var olmak için de çalışmak zorundaydılar – ta ki beden çalışamaz duruma gelip atılana kadar. Aynı şey onları hem canlı hem de ölesiye güçsüz kılıyordu.” (Kenarda, s.30)
Romanda kentlerde yaşayan farklı sosyo-kültürel kesimlerden insanların gruplaşmalarına dair detaylar; işçilerin işçilerle, sermaye sahiplerinin sermaye sahipleriyle, dükkân sahiplerinin dükkân sahipleriyle kısa sürede kaynaşmaları üzerinden aktarılıyor. Görünmez grupların üyelerinin kendi içlerindeki geçişlerin çabasız, doğal, kısa zamanda oluşu her ne kadar mümkünse, gruplar arası geçişlerin bir o kadar zor, doğal olmayan, iğreti duran yanlarını ön plana çıkarıyor. Hayat insanların içinde yaşadığı olgu veya durum olmaktan çok onların üzerine örtülmüş, nefessiz bırakan, karartan bir katman, sürekli var olan atmosfer gibi tarifleniyor. Üzerlerine sinen fakirlik, zor yaşam koşulları, yaşanmayı bekleyen hayaller, uykulara çöken, alınacak nefes olarak havada asılı kalıyor.
Metnin olay örgüsünün bulunmayışı, ritmi, konusu gibi bazı sebeplerle, ortalama okuyucuya hitap etmediğini düşünüyorum. Rahatsız bir yerde oturup göze çok da güzel gelmeyen bir sokağı, insanları ve atmosferi koklamak, izlemek gibi bir tat bırakıyor.
Nur Öztürk
Romandan yapılan alıntılarda şu baskı esas alınmıştır: “Kenarda”, Metis Yayınları, 4. Basım: Ağustos 2020.