Silahlara Veda’yı okuyorum, yıllar sonra yeniden. Açılış bölümü bu kadar güzel olan romanların sayısı azdır. “O yaz sonu bir köy evinde kalıyorduk,” diye başlıyor. Hemingway’in sahneleme ve diyalog kurmaktaki başarısı tartışılmaz: Romanın baş kahramanı Henry cepheye gitmeden önce sevgilisini görmek için hastaneye gelir. Ayrılırlarken Catherine ona bir Aya Andon haçı hediye eder. Koruması ve uğur getirmesi için. Henry askeri araca döndüğünde şoför elindeki haçı fark eder. Ona kendi boynundakini gösterir ve bir süre haç hakkında laflarlar. Henry hediyeyi kutusuna koymak üzereyken şoför onu uyarır, takmak içindir o, der. Kahramanımız birkaç gün sonra yaralandığı çatışmaya kadar haçı boynunda taşıyacaktır. Sonra kaybolur gider haç.
Catherine’le vedalaşma, arabaya geçiş ve şoförle haç üzerine hafif gerilimli bir konuşma. Buradaki akış ve konuşmanın sahiciliği beni etkiliyor. Sanki bir film izliyorum. Hayır, işin doğrusu, pek çok filmin bu imgesel gücü yakalamaktan uzak olduğunu düşünüyorum.
***
Carlos Maria Dominguez’in Kâğıt Ev adlı kitabı. Yer yer Enis Batur’un Kitap Evi’ni hatırladım (belki orada, buraya bir atıf da vardır – bir ara bakmalıyım). Kâğıt Ev Jaguar yayınlarından çıkmış. Ben ilk kez okuyorum Dominguez’i. Dilin akıcılığına, hikâyenin özgünlüğüne diyecek bir şey yok. Özellikle ilk bölümde bazı cümleler parlıyor. Ama son tahlilde, 90 sayfalık bu novella yazar ve kitap isimleriyle tıka basa doldurulmuş bir metin. Jaguar arka kapak yazısında kitabı “bir mücevher” olarak tanımlamış, ben bunu biraz abartılı buldum. Doğrusu daha değerli taşlar görmüştüm!
Ve merak etmeden duramıyorum: Kağıt Ev’in yirmiden fazla dile çevrilmesinin ve ülkemizde 17. baskıya kadar ulaşmasının sırrı ne acaba?
***
Birkaç ay önce Yok Yolcu ile ilgili bir yazı yazdım. İshak Öykü’de yayımladık. Sonra bazı arkadaşlarıma fikirlerini sordum. Biri kitabı henüz okumadığı için yazıya da bakmamıştı. Diğer bir arkadaşım yazıyı okuduğunu ama birkaç alıntıdan yola çıkarak bütününü bilmediği bir kitap için yorum yapmayı doğru bulmadığını söyledi.
Bu görüşlerde haklılık payı elbette olabilir ama her iki bakış açısı da bana uzak. Ben şöyle düşünüyorum: Bazen birkaç cümle ya da bir paragraf yeter, bir fikir edinmemiz için. Yani bu tersten de böyledir. İyi yazarları –ya da size hitap edenleri diyelim– hemen yakalarsınız. İşte Silahlara Veda’nın girişi. Ben yıllar önce Demir Özlü’yle, Orhan Pamuk’la böyle tanışmıştım. Onlardan okuduğum yarım bir sayfa bana, “bir dakika, burada bir şey var” dedirtmişti.
Aynı şekilde, bir metinde “sebze kasası olan bahçe” gibi ifadeler ya da “dünyada bıçak gibi herhangi bir tehlike varsa, bu tehlikeyi bertaraf edecek daha etken şeyler de her zaman vardır” şeklinde cümleler gördüğümde yine, “burada bir şey var,” diyorum. Ama tabii tersten!
***
Nilay’ı bıraktıktan sonra İzmit’ten dönerken yolda kısa bir mola veriyorum. Sapanca Gölü’ne şöyle bir yukardan bakmak için. Az aşağıda, içinde iki kişi bulunan küçük bir kayık mavi suyun üstünden yavaşça akıyor. Havada ilkyaz kokusu, sıcaklığı. Biraz önce telefondaki ses, hadi artık baharı da getirdiniz demişti. Çift anlamlı bir takılma tabii. İlk anlamıyla bahar, evet, oradaydı, bu güzel havada ve önünüzde uzanan mavi-yeşil doğada onu iliklerinize kadar, mutlulukla hissediyordunuz. Üstelik bugün anneler günüydü. Ülkenin yarısı büyük bir değişime hazırlanıyordu. Yani bahar sözcüğünün siyasi bir gönderme içeren ikinci kullanımı bir metafordu, bir tahminden ibaretti. Bu tahminin isabetli olup olmadığının anlaşılmasına ise birkaç saat vardı.
***
iki tur arasında:
Bekir Ağırdır’a kızıyorlar, Ozan Gündoğdu’na kızıyorlar, Halk TV’ye kızıyorlar. İkinci turun i’sini bile duymaya tahammülleri yok. Durumu biraz önceden gören, verileri doğru analiz eden herkes gizli AKP’li! Sürekli, kazanıyoruz, biz öndeyiz telkinleri. Aman motivasyonu kaybetmeyin! Saat 21’i bekleyin, olmadı 22.30’u bekleyin. Daha olmadı büyükşehirleri bekleyin. Bekleyin de bekleyin!
Ben bir önceki seçimde de bu umutlu tweetler girdabına kapılmıştım, o yüzden şimdi sadece kendime kızıyorum, başkasına değil.
Haftalarca bize Erdoğan’ın neden kaybedeceğini anlatan Deniz Zeyrek seçim sonrası ilk yazısına, meğer hepimiz bir yankı odasındaymışız diye başladı. T24’te Mehmet Y. Yılmaz, içinde yaşadığım, bir parçası olduğum toplumu anlayamamışım diyerek yazılarına bir süre ara verdiğini duyurdu. Geçerken gördüğüm kadarıyla Ali Bayramoğlu da “yanılmışım” diyenlerdendi. Kırk yıllık gazeteciler, analiz uzmanları, sabah akşam siyasetle yatıp kalkanlar sokaktaki insanın gördüğünü göremiyorlardı!
***
Engin Ardıç çok yetenekli bir yazardı. Akıcı, hızlı bir üslubu vardı. Onun köşe yazılarını okumaya başlamamla bitirmem bir olurdu. Evet, itiraf ediyorum, başıma bir şey gelmeyecekse: Ben uzun süre Ardıç’ın yazılarını takip ettim. Ama belli bir noktadan sonra yandaşlık işini iyice abartmıştı. Demek ki, her görüşü mümkün olduğunca takip etmeye çalışan benim gibi birinin bile tahammül sınırlarını aşmıştı. Gerçi Ardıç’ın yazdığı şeylerin birçoğu görüş falan da değildi, düpedüz hezeyandı. Ne de yaptığı şeyi gazetecilik sayabilirdiniz. O, yeteneğini tamamıyla gücün, siyasi erkin emrine vermiş bir kalemdi. Bilmem ki eline ne geçti, neler geçti? Bilmem ki değdi mi?
Engin Ardıç, birçok kişinin vefatının hemen ardından ilginç bulduğum bir kinle tuhaf tuhaf yazılar yazmıştı. Onun ölümünden sonra ise sosyal medyadaki hava, ya hakikaten adamın hiç seveni yokmuş, şeklindeydi.
Mesut Barış Övün