
İnsanı artıramazsın Zuhal. Sanıldığının aksine birikmez o, kenara koyarsın en fazla, sonra bir bakarsın yok olup gitmiş. Ona böyle bel bağlamanı neye yorsam kalbin kırılacak, güceneceksin. Beni bile biriktirdiklerinden saydığını, ufak iyiliklerle hep yanında kalacağımı sandığını ikimiz de biliyoruz. Ama iki kişi arasında böyle hinlikle bağ kurulmaz. Seçemedikleriyle kurar herkes en kuvvetli bağları. Yıllarca yüzünü bile görmek istemediğin babana hastalanınca işte bu yüzden baktın ölünceye kadar. Elinde olsa seni bir kaşık suda boğmak isteyen o zibidi kardeşine bu yüzden onca para akıttın. Bu şehri neden hiç sevmiyorsun bilmiyorum. Kasvetinden, yağmurundan, akşam ayazından mı? Bunlar için kaçmadın mı Ege’ye? Ne diye geliyordun kırmızı atkını boynuna dolayıp, kim için? İkimizin arası da böyle biraz. Senin küçük hinliklerin değil benim burada oluş sebebim. Seni seçme şansım yoktu benim, olsaydı yüzüne bile bakmazdım. Tam olarak anlatamıyorum.
O zamanlar, yani hâlâ gençten, kısa saçların ve kaşık kadar suratına iliştirdiğin koca gözlüklerinle onca güzelken her şey olur gibi geliyordu sana. Senin her şeyinin içinde kötüye yer olmaması gerçeği değiştirmeyecekti. Birden yaşlanıp kırışmaya başlayacaktın ve o bitmez sandığın enerjin çekiliverecekti işte.
İşlerin buraya varacağını ikimiz de öngöremezdik elbette. Üniversite biter bitmez öyle bir atıldın ki hayata, o kadar sevilip takdir topladın ki başındaki kavak yellerinin bir daha esmeyeceğine ihtimal bile vermedin. Saçlarını değiştirdin önce, sonra sırasıyla kılık kıyafetin, gittiğin yerler, dertlenip kahkaha attığın insanlar… Geride bırakmaya başladın eskiden doğum lekesi gibi yanından ayırmadığın insanları. İyi de ettin. Kimse kimseye bunca yakın kalmamalı zaten. Bunu seni kalabalığın arasında ellerini kollarını sallayarak ve kocaman gülerek bir şeyler anlatırken gördüğümde fark ettim ilkin. Bizi dinlemekten değil, onları ikna etmekten hoşlanıyordun sen. Söylediklerini ağzı açık dinleyen onca insan günlerce seni konuştular muhtemelen. Telefon kullanmadığını bilmediklerinden eşlerine dostlarına numaranı sordular. Erkekler âşık oldu, kadınlar hayran. Sevmeyenler de vardı elbet. Küçük, önemsiz bir azınlık.
İzmir’e kaçmadan evvel (evet, kaçmak diyorum ben buna) daha ne kadar yaşayabilir böyle diyordum kendi kendime. O ürkek kadın bunca kalabalığa nasıl dayanabilir daha fazla? Neye üzüleceğime şaşırdım bir süre. Artık bizi eski birer anı olarak görmene mi kederlenecektim, kendini bu ihtiyaç duymayan insanlar için paralamana mı? İşte ne istersen oldu. Biz senin biriktirdiğin insanlar olarak buradayız ve sen onlara değil bize sesleniyorsun. Bir kadeh daha kaldırıyorsun karşımda, eskiye selam vermek için mi, yoksa senin hinlik saymadığın ama benim öyle olduğunu adım gibi bildiğim hâlin yüzünden mi burayı seçtin emin değilim. Hep yarına dair güzel şeyler hatırlatmak zorundaymış gibi söylenen bu şarkılar beni bile boğuyor artık. Hiç değişmemişsin Zuhal, kendini kandırışın bile başka masaya geçmemiş.
Fakültenin ilk günü bahçede şaşkın şaşkın çevresine bakan o kız çocuğu hep orada biliyorum. Saçlarımı tararken kötü sesinle zafer şarkıları mırıldanan o hâlin. Söylediklerimize hiç inanmadığını nasıl anlayabilirdim ki? İnsana ihtiyacın vardı işte, bizi buldun ve sarıldın. Gözlerindeki korku içimi çizmeye ve seni sarıp sarmalama hevesimi beslemeye devam ediyor hep. Sanki ben senin annenmişim, korumam gerekirmiş seni. Öyle, ahmakça, tuhaf ama güzel.
Afiş asmaya çıktığımız gün fark etmiştim o ahmaklığı. Yedi kız, bol paçalarımız ve sürekli buhar saçan kırmızı ağızlarımızla yürüdük gecenin bir saati Ankara sokaklarında. Sen, eline tutuşturduğum afişlerle ve makasla, kırmızı burnunu çeke çeke yürüyordun önümde. İkinci afişi yapıştırırken erketede bekleyen arkadaşımızın “Geliyorlar!” sözüyle elimiz ayağımız birbirine karışmış, koşmaya başlamıştık aynı yöne. Ne plansızlık ama. Oysa yedi farklı yöne dağılsak her şey olup bitecekti. Koşarken uzağımdaydın. Birden durup geri koşmaya başlamıştım ama seni almak için çok geçti artık. Saklandığım yerden seni aracın içinde ağlarken görünce dayanamayıp karakola geldim. Saçların dağılmış, sağ yanağının üzerinde hafif bir şişlik, başın diğerlerininki gibi önde. Öfkeden deliye dönüp bağırmaya başladığımı hatırlıyorum sadece. Gerisi karanlık. Gerisi senin başucumda bekleyip karınca gibi sağa sola koşturduğun uzun geceler.
Üç sene boyunca oradan oraya koşturduk. Yürüyüşler, sloganlar, dayak yemeler, mahkemeler. Baban seni okuldan almak için geldiğinde duvar gibi durduk önünde. Sonra bir gün oturmuş çay içerken “Sıkıldım,” dedin. “Sıkıldım, saçlarımı kestirmeye gidiyorum ben.” O kesilip yere düşen saçlar gibi kesiliverdi bizimle ilişkin. Çalıştığın kafedeki kadın mı girdi aklına yoksa sahiden sıkıldın da onun için mi uzaklaştın bilmiyorum. Zamanla seni yüz vermediğimiz tiplerin arasında, sıra sıra dizili dişlerini göstere göstere kahkaha atarken görüp öfkelendik sana. O herkesin yardımına koşan kızı yerden yere vurduk. Orospulukla suçladık seni. Ben bile yaptım bunu biliyor musun? Anasının kuzusu birdenbire kötü yola düşüvermişti gözümde. Yüzünü görmek bile yetiyordu midemi bulandırmaya.
Okul bitince haber yollayıp görüşmek istediğini söylediğin o gün içimde bir şeyler oynadı. Dedim ki tamam, Zuhal eski Zuhal’dir. Pişman oldu sonunda. O bankta ağzımı açmadan dinledim seni. Yanıldığımızı söyledin, beni çok sevdiğini ve “ama”larını. İnsan bir kere ama bataklığına düşmeyegörsün. Hepimiz öyle değil miyiz? Pişman olunca bile ama diyoruz işte. O gün bin kat daha kızdım sana ama açmadım ağzımı. Geleceği görebilseydim, o omuz omuza mücadele ettiğimiz tüm kızların nasıl değiştiğini yine “ama” diye diye anlatırdım sana. Reklamcı oldu ama arada haksızlık olunca sosyal medyadan paylaşım yapıyor, derdim. Onu ha bire döven kocasını çok sevdiğini söylüyor ama bunun yanlış olduğunu biliyormuş, derdim. Diğerleri de benzer işte, anlatmaya gerek yok. Nasılsa biliyorsun hepsini artık. Beni bile.
İzmir’e gittiğini, her yıl en az bir kere kocanla birlikte Ankara’yı ziyaret ettiğini öğrendim yıllar sonra. Bu ne hız diye düşündüğümü hatırlıyorum. Kocan, elli yaşında, senden on beş yaş büyük, özel bir okulda müdür muavini, çok pahalı bir araba, güzel bir ev, sonra Marmaris’te bir yazlık. Onu yaşı dışında hep kazancıyla tanımlayabilirdi insan. İkinci senenin sonunda Ulaş doğdu. Bu ismi duyunca nasıl da sevinmiştim. “Zuhal işte,” demiştim, “ne olursa olsun gerçekti yaşadıklarımız.” Beş yıl sonra, bir yandan hasta babanın size taşınması, diğer yandan ipsiz kardeşinin kocandan boyuna para istemesi her şeyi bozmuş. Sen her zaman çok popülerdin. İlişkini bir şekilde sürdürdüğün insanlardan öğrendim tüm bunları.
İşte artık buradasın Zuhal. Beni biriktirdiğin insanlardan biri saydığın için sana kapımı açacağımı adın gibi bilerek, Ulaş’a teyzelik etmem için yardım istiyorsun. Benim ne yaşadığımı hiç merak etmeden, insanın damarlarına güzel günlere dair umut zerk eden bu eski şarkıların eşliğinde el uzatıyorsun bana. İkimiz de aynı şehirde, insanlara fazlasıyla güvenmenin ne anlama geldiğini çok iyi bilerek Ulaş için iyi bir gelecek tasarlıyoruz. Kimsenin hikâyesinde atlar uçmak, denizler yarılmak zorunda değil neticede. Bu kadar basit işte her şey. Yollar birleşip bölünür, yeniden birleşir. Pişman olup ayrılır ve yine pişman olup döneriz insanlara.
Neyse ki saçların uzun artık, gözlüklerini çıkarmışsın. Sırtını güzel olmanın konforundan alıp gerçeğe yaslamak istiyorsun. Bir mesleğin de var hem, o deli günlerinden kalan ve senin biriktirmekle tanımladığın insanların var. Bana sahiden ihtiyacın var mı yok mu bilmiyorum ama işte yanındayım. Bir gün tekrar gidecek olmanı kaldırabilirim. Geride bırakılmayı, hissettiğim gibi yaşayıp, arzu ettiğim gibi hareket etmeyi unuttum yıllar içinde. Senin kadar şanslı değildim desem, sana haksızlık etmiş olacağım. Ama müsaade et, benim de hakkım olsun kendimi öncelemeye. Eğer gitmeden önce ağzımı açıp iki satır bir şey söyleyebilseydim, sorunun iddia ettiğinin aksine şehrin soğuğunda ya da kasvetinde değil içinde taşıdığın kentin düzensizliğinde olduğunu söyleyecektim. Olan oldu artık, geri dönüp telafi edilmez tüm bunlar. Beni dövdüklerinde yatağımın başında bana söylediğin o sözü hiç unutmuyorum. “İnsan sevdiklerinin acısını çekerken büyür,” demiştin. Sen büyümüşsün Zuhal. Sıra bende.
Ceren Biber
Geride bırakmaya başladın, eskiden doğum lekesi gibi yanından ayırmadığın insanları… Öykünün en iyi cümlesi diyebilirim. Kaleminize sağlık.
Bazen Zuhal, bazen diğeri….Hepsi içimizdeymiş sanki…Çok beğendim.