Ken Loach’un işçi sınıfına mensup yoksul bir ailenin çocuğu olarak, 1936 yılında Birleşik Krallık’ta dünyaya geldiği bilinmektedir. Oxford’da hukuk okuduğu zamanlarda, Deneysel Tiyatro Kulübü’nün başkanıydı ve tiyatroyla devam etti. Sinema dünyasına adımını televizyon dizileriyle atmıştır.
Loach’un filmleri sadece işçi sınıfı için değil, iktidar nazarında herkesin vermesi gereken varoluş mücadelesinin sinemasıdır. Bunu da hep karakterler üzerinden yapar Loach. Okulda ve evde büyük zorluklarla karşılaşan işçi sınıfından Billy adında bir çocuğun evcilleştirmeye çalıştığı bir kerkenez ile kurduğu ilişkiye odaklanan 1969 yapımı “Kerkenez” en önemli ilk filmlerinden birisidir. Billy’nin ve kuşu öldüren ağabeyinin hayatı, aralarındaki iktidar direnişinin sonucudur. Loach, “Birey ile toplum birbirine içkindir” diyor her filminde. Bireyin kendisi bizzat gerçektir diyebiliriz. Loach’un toplumcu gerçekliğinde birey nasıl var olur? Tartışmalı konularıyla, siyasal göndermeleriyle, kapitalist toplum eleştirisiyle ve resmi tarihin yeniden yazımıyla Loach filmlerini seyredip de ortaya attığı sorulara kayıtsız kalmak mümkün değil. Düşünmeye ve duyarlı olmaya davet eder seyirciyi. Sınıf mücadelesiyle tarih boyunca sosyalizmin içinden geçtiği bağlamlarla ilgilendiğini söyler. Ancak filmlerinde karakterlerin hikayelerini merceğe alarak bireye odaklanır. Filmlerinde bireyin kültürle, tarihle ve çevreyle beraber dönüştüğünü gösterir. Özellikle Sartre, Heidegger ve Kierkegaard onu etkilemiştir. Dinden devlete bir dizi baskıcı düzene yakalanmış bireyi inceler.

Ken Loach’un filmleri için, felsefi boyutta toplumsal ve siyasal uyanış filmleri diyebiliriz. Bireyin hayatını dolu dolu yaşaması için belli bir toplumsal bilince ulaşması gerekir. Kendi seçimlerini yapmalıdır. Sorunlarını başkasının üzerine yıkamaz, hayatında karşılaştığı zorluklar karşısında etkin rolü kendi oynamalıdır. Böylece kendi hayatında etkin rolü kendi oynarken, yaşadığı toplumu sorgulama sürecini gerçekleştirecektir. Loach’un filmlerindeki karakterler işsizlik, savaş, emperyalizm, devlet kurumlar, bütün bunlar beni neden buldu diyen, hayata tamamen kötümser bakan karakterler. İşsizlik, kurumlar neden bireyleri ezip geçiyor sorusunu sorar; seyirciyi sorunlarla yüzleşmek adına gerekli malzemeyi sağlar. Sonuçta Loach seyirciyi salt mutsuzlukla değil, kafasında bir soru işaretiyle baş başa bırakır.
Loach, sosyalizme sadıktır. Ancak varoluşçu düşünceye yakınlığını da göz ardı edemeyiz. Loach, Simon Hattenstone ile yaptığı “Filmin Ucu Açık Kalmalı” isimli söyleşisinde şöyle ifade eder… “Bir tür bu benim dünyam, ben onun bir parçasıyım, onlar da benim parçam hissi,” der ve ekler: “Bu başka insanlarla ilgili değildi, parçası olduğum ve sorumlu olduğum dünyayla ilgiliydi. Ve bir bakıma bu bilgi sorumluluktu bence. Onu bilemeyecek ve ondan uzaklaşamayacaksınız, umarım.”

Bireyin bilinç eksikliği, işçi sınıfını açmaza sürükleyen vahşi kapitalist politikalar. Loach’un her zaman açık hedefleri olmuştur. Margaret Thatcher’ın muhafazakar, serbest piyasa ekonomisi odaklı politikaları sonucu oluşan tabloya her zaman karşı çıkmıştır. Sartre ile ortak noktası, varoluşçuluğun ateist dünya görüşüdür. Sartre Marksisttir, ancak Loach nedense bunu açıkça ifade etmekten kaçınır. Loach filmlerinde kiliseyi hemen hemen hiç göstermez. Onun filmlerindeki mekanlar fabrikaların içi ve dışı, yıkılmış binalar, istasyonlar, şantiye mekanları ve pub’lardır. “Özgürlük Dansı” (2014) filminde ana karakter Peder olduğu için filmde bir iki sahnede kilise gösterilir. Loach’a göre din toplumsal uzlaşımlarla, alışkanlıkla ve gururla ilgilidir; belli kültürel geleneklerin ürünü gibi ele alır onu Loach.
Loach medyada Marksist yönetmen olarak anılır. Ancak o bir ayrıma gider. Bunu da “Fatherland” (1986) filminde gösterir. Filmin karakteri Klaus önünden geçtiği bir duvarda, “Stalinizm sosyalizm değildir, Kapitalizm özgürlük değildir” yazar. Filmlerini sadece kendi ülkesinde çekmez. Benim çok beğendiğim filmlerinden “Bread and Roses” (2000) filminde, kapitalist Amerikan sisteminde grevin önemini vurgulayarak, müşterek eylemin tek çare olduğunu gösterir. Bireysel hikayeler bu filmde baskın değildir. Loach, küçük ve sıradan insanların hikayelerini merceğe aldığı için, kolektivizmden uzaklaşır çoğunlukla. Bireyleri, maddi ve toplumsal sorunlar nedeniyle harekete geçmek zorunda oldukları bir sistemin ağına takılmıştır. Kişisel hikayelere çok önem veren Loach, politikanın nasıl mahreme nüfuz ettiğini, bireysel hikayenin de işçi sınıfıyla ilgili olduğunu gösterir. Yani kişisel olan siyasallaşır. Loach’un karakterleri, mükemmel işler başarması beklenen kişiler değildir. Kapitalist toplumdaki zayıf halkanın bir kaçış yolu bulabildiğini, kendi başarısını kazandığını gösterir. Hiçbir şey değiştirilemez ve hiçbir şeyin yapılamaz olduğunu söylemez. Karakterleri, en kötü şartlarda bile mücadelelerini verir. Umutludurlar, bu karakterler yoluyla seyirci de kendine güven duyar.
Loach feminizm, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlikler, etnik azınlık sorunlarıyla doğrudan ilgilenmez. Kamusal ve çalışma alanlarıyla ilişkileri üzerinden resmedilir. “İşte Özgür Dünya” (2007) filmindeki Angie karakteri annelik ve sömürü dünyasında gelgitleriyle yaşar. Bir yandan anneliği ve çocukları için çabalarken, öte yandan kaçak işçilerin sömürülmesi üzerinden bir sistem eleştirisi getirir. “Duygudan da Öte” (2004) cinselliği odağına aldığı tek filmdir. Glasgow’lu Müslüman bir adam ile İrlandalı Katolik bir kadının bütün engellere rağmen aşk ilişkisini anlatır. Film mutlu sonla bitecektir.
Loach’un filmlerinde kadının toplumdaki konumuna dair eksiklikler çok açıktır ve genelde ailevi ilişkilerdeki kırılma ve bozulmalara bağlı hikayeler anlatmayı tercih etmektedir. İnsanların geçmişleri ve şimdiki zamanların arasındaki ilişkiyi kurarak, belleğin insanların gündelik hayatlarını nasıl etkilediğine bakar. “Özgürlük Rüzgarı” (2006) filmindeki Damien karakteri gibi. Belleğin, geçmişin acılı ve sorunlu olması, anlatının derinliğini de doğal olarak artırır. Hatıralar, karakterlerin hayatları ve travmalarına ilişkin ipuçları verir, anlatının derinliği de bu şekilde sağlanır. “Ayaktakımı” (1990) filminde Stevie karakteri geçmişini tamamen silip sıfırdan başlamak istese de gerçek kimliği ortaya çıkar. Loach’un dediği gibi, geçmişle şimdiki zaman koşulları arasındaki ilişki, insanların davranışlarını belirler. Loach’a göre geçmişle şimdiki zaman bir devleti ve bir ulusu inşa eden şeydir. Filmlerinin çoğu seyirciyi, reddedilmiş kültürel mirasa sahip çıkmayı davet eder. “Carla’nın Şarkısı” (1996) filminde George, Nikaragua tarihinde ne olup bittiğine dair sorular yöneltir Carla’ya. Bu şekilde daha iyi anlayabileceğini düşünür. Resmi bilgi bir işe yaramayacaktır. Loach’un derdi insanların tarihin bir tarafını bilmediğine işaret etmektedir. “Bize dayatılan tarih, gerçek tarih midir?” sorusunu sordurtur. Filmde Carla, seyircinin beklediği şeyi yapar. Günümüzde yaşayabilmek için, geçmişiyle yüzleşir.
Ken Loach’un birçok filminin ana teması özgürlüktür. Bireyin nerede yaşayacağı, ne iş yapacağı, çocuk sahibi olmaya özgürce karar vermesi çok değerlidir. “Ülke ve Özgürlük” (1995) ayrıca “Özgürlük Rüzgarı” (2006) filmlerinde karakterler faşizme karşı mücadele için belli saflara katılırlar. Karakterler kendilerini sorgularken bulur. Sol içindeki çıkar mücadelesini görürler. Loach’un bu iki filmde göstermek istediği şey, halkın çıkarının partilerce en iyi şekilde temsil edilmediğidir. İster sol, ister sağ parti olsun. Bir grup tarafından özgürlüklerine kavuşturulan köylülerin tartışma sahnesi, geçmişi anlayabilmek açısından önemli bir rol oynar. İnsanlar, demokratik yollarla bir araya gelirler. Tartışmak yaratıcı bir faaliyettir. İnsanların nasıl bir toplumda yaşamak istediklerine karar vermeleri açısından önemlidir. “Ülke ve Özgürlük” (1995) filmindeki bu sahne çok etkilidir.
Filmlerinde çeşitli ülkelerin sorunlarını masaya yatıran Loach, bizi şu sonuca götürür. Yaşadıkları ülke ne olursa olsun, insanların sorunları benzerdir. Kapitalizm ve faşizm eleştirileri onun temel düşüncesidir. Geçmişte olan şeyleri hatırlamak önemlidir. İnsanların, işçi sınıfının kolektif belleklerini geri kazanmaları için çabalar. Geçmişle günümüz arasında bağlar kurarak, karakterlerin gündelik hayatları ve anıları ile kişisel bellek ve kolektif tarih arasında bağlar kurmamızı ister.
Ken Loach, “Özgürlük Rüzgarı” (2006) filmi ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandığında, sağcı İngiliz basınından tepkiler almıştı. IRA yanlısı bir film diye karşı çıkmışlardı. “Özgürlük Rüzgarı” (2006) filmi, sadece buz dağının görünen yüzünü ortaya koymaktadır. Bu film tarih geleneğini aşağıdan yukarı, ezilenden ezene doğru şekillendirmiştir. Özgürlük Rüzgarı, İrlanda’nın kendi kanlı iç savaşının karmaşıklıklarına dair yapılan tartışmaları kamçılar. Loach birçok filminde İngiltere’nin parçalanmış ve yaralı yüzünün siyasal hikayesini anlatır. Ken Loach’un toplumcu gerçekçi bir varoluşçuluk bakışına sahip olduğunu düşünmek, onun filmlerine karşı etik ve ileri görüşlü bir değerlendirme yapmamızı sağlar. Toplumcu gerçekçi, varoluşçu sinemasını bir sanatsal güç halinde kullandığını söylemek yanlış olmaz sanırım.

Ken Loach’a ikinci kez Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran filmi “Ben, Daniel Blake” (2016) olur. Geçirdiği kalp krizi sonucu, doktorlar marangoz Daniel Blake’in çalışmasına izin vermez. İşsizlik fonuna başvurmak zorunda kalır Blake. Burada yalnız ve genç bir anne olan Katie ve çocuklarıyla dostluk kurar. Aynı kaderin kurbanı olan, Daniel ve Katie kendilerini günümüz İngiltere’sinde adeta sahipsiz bir halde, sosyal yardım bürokrasisinin girdabında sürüklenirken bulurlar.
Son filmi olan “Üzgünüz, Size Ulaşamadık” (2019) ekonomik krizden dolayı geçim sıkıntısı yaşayan bir ailenin hikayesini anlatıyor. Köleliğin günümüzdeki karşılığı olan vahşi kapitalizm koşullarında, sosyal haklarından yoksun olarak günde 14 saat aralıksız çalışan, izin günü olmayan, hastalanmaya hakkı olmadığı gibi, çişini bile bir şişeye yaparak vakit kazanmaya çalışan kurye Rick’in hikayesi…
Bu yıl 87 yaşına basan usta yönetmen, biliyoruz ki nefes aldığı süre boyunca hem sanatta hem de hayatta vicdanın sesi olmayı bırakmayacaktır. Onun sanata ve yaşama bakışını özetleyen şu cümleyi alıntılamaktan kendimi alamadım: “Bir hikaye anlatacaksanız güzel olduğu için değil, anlatılması gerektiği için anlatmalısınız.”
Gülser Kut Arat
Kaynakça
“Benim Adım Kes – Ken Loach Söyleşileri”, Der. Tolga Yalur, Agora Kitaplığı.