Vicdan Efe’yi önceki yıllarda yayımladığı iki öykü kitabından (Sen de Topla Düşlerini ve Tambur Ağıtları) tanıyoruz. Ayrıca gençler için yazdığı kitapları ve çok sayıda derlemede yer alan ürünleri de var. Epeyce uzun bir geçmişe dayanan yazınsal emeğinin okurda ne kadar karşılık bulduğu konusunda ise içimizin yeterince rahat olduğu söylenemez. Kuşkusuz ki böylesi “yalnızlıkların” birden fazla nedeni vardır. Yazarın kişisel özelliklerinin, kurduğu ya da kurmadığı ilişkilerin, yaşam koşullarının etkisi oldukça belirleyicidir. Bir de buna yaşadığı coğrafyanın konumunu katarsak durum iyice çetrefilleşir. Taşra-merkez ayrışması eski kudretinde olmasa da “tanınırlık” konusunda etkisinin sürdüğü yadsınamaz bir gerçek.
Öte yandan son yılların başka bir olgusuyla da karşı karşıyayız. Baskı tekniğinin kolaylaştığı, sanal dükkân gibi çalışan matbaaların yayınevi kimliğine büründüğü, dolayısıyla rekabetin de arttığı yayın dünyasında kitabın yayımlanmasından çok pazarlama boyutu öne çıkmış durumda. Bir başka deyişle kitap yayımlatmak kolay, okura ulaşmak zor hâle geldi. Hele bir de “öykü” gibi belli bir okur kitlesine seslenen türde yazıyorsanız işiniz iyice zorlaşıyor. Tek tesellimiz, öykünün kendine özgü direnci. Hem yazarı hem okuru diri tutmayı başaran bir dinamizm barındıran öykü dili, ilk günden bugüne tutunulacak en sağlam dal. Hangi öykü anlayışına yakın ya da hangi yaşta olursa olsun, yazarın öykü dilinin sınırları içinde gezinmek gibi bir sorumluluğu ve zorunluluğu var çünkü. Öykü, başka türlüsüne izin vermeyen bir tür. Dolayısıyla yazar-öykü-okur üçgeni kolay kolay dağılmıyor ve öykü kitapları zamana karşı direnmeyi başarıyor.

Vicdan Efe’nin NotaBene Yayınları arasında çıkan son kitabı Komşu Duvarı da bu direnmeye örnek gösterilebilecek yapıtlardan biri. Yazarın kişisel serüveni açısından ise güçlü ve kararlı bir silkelenme. “Şu yazın dünyasında ben de varım; okuyorum, araştırıyorum, düşünüyorum ve yazıyorum,” diye haykıran sesinin eşliğinde üstelik. Neyse ki Komşu Duvarı yazarının sesini oldukça güçlendirdi ve edebiyat çevrelerinden olumlu eleştiriler almasını sağladı. Ayrıca nitelikli bir seçici kurulun süzgecinden geçerek ÇYDD tarafından düzenlenen Türkân Saylan Sanat Ödülü’ne değer bulundu ve öykü dünyamızdaki yerini sağlamlaştırdı.
On üç öykünün yer aldığı kitap, Yaşam İstasyonu adını taşıyan çarpıcı bir metinle başlıyor. Bilinmeyene, yönü ve yörüngesi net olmayana doğru yapılan bir yolculuğun insan zihninde yarattığı çağrışımların ve görüntülerin öyküsü bu. Okurun kendine göre yolculuklar tasarlamasına izin vermesi açısından da modernist bir yaklaşımın ürünü. Oldukça uzun olmasına karşın taşıdığı belirsizlik sayesinde gizemli bir atmosfer oluşturuyor. Hatta bu gizem zaman zaman tekinsizliğe kayıyor ve bir türlü sağlam zemine basamayışımızın tedirginliğini öykü boyunca duyuyoruz. Yeni okumalarda bambaşka yaşanmışlıkları, hayaller ve umutlar arasındaki gerilimleri kendimize göre kurgulamaya izin vereceğine ilişkin bir vaatte de bulunuyor doğrusu.
Trende ya da istasyonda geçen öykülerin akla Oğuz Atay’ı getirmesi kaçınılmaz, ancak Vicdan Efe’nin öyküsü içerik ve tema olarak Demiryolu Hikâyecileri’nden farklı bir rayda ilerliyor. Atay’daki dramatik ve eleştirel yapının Vicdan Efe’de bulanık ve mistik bir sorgulamaya dönüştüğü, dolayısıyla felsefi yaklaşımın daha da belirginleştiği görülüyor. İkisi arasında bir koşutluk kurmak gerekirse, bir rüya âleminden beslenmiş olmaları ileri sürülebilir ki bu da herhangi bir kesinlik içermekten uzak. Her iki öyküde de bireysel yalnızlığa toplumsal yalnızlığın eklemlenmesi, bunun sonucu olarak da birinde bellek yitimine, diğerinde de ruhsal çalkantıya varan savrulmanın akrabalığı dikkat çekiyor. Asıl önemli olan ise Vicdan Efe’nin yarattığı ilginç atmosfer. Yaşam İstasyonu’nu üst üste beş altı kez okudum, her okuyuşumda tazelenen bir saygı duyduğumu içtenlikle belirtmeliyim.
Yazarın diğer öykülerinde de atmosfer yaratma becerisi üst düzeyde. Bir kurmaca yazarı için önemli bir eşik bu. Hemen her öyküde gücünü mekân-olay-karakter uyumundan alan ve başarılı diyaloglarla kalıcı etkiler bırakabilen aydınlık bir hava var. İlk anda yalınlık gibi görünen bu durum, anlatının odak noktasına ulaşılmasında atmosferin ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor ki Komşu Duvarı’nın en önemli özelliği, okuru da sürükleyen mini yolculukların verdiği keşif duygusu belki de. Öznel bakış açısının baskın olduğu öykülerde yalnızca anlatıcı karakterin değil yardımcı karakterlerin iç seslerine yönelik bir arayışın olduğunu da belirtmek gerekir.
Betimlemelerin gücüne eskiye oranla daha çok sığınan Vicdan Efe, olay örgüsü kadar mekânın da zihinlerde iyi canlanması için çaba harcıyor. Anlam katmanlarının doğru bağlanmasında ve karakterlerdeki duygu aktarımının verilmesinde çarpıcı betimlemelerin yarattığı olanakları göz ardı etmiyor. Cümlelerin ayıklanmış ve metnin fazlalıklardan arındırılmış olması da okurla bütünleşmeyi kolaylaştırıyor.
“Üşümeyle karışık garip bir ürpertiyle sarmalanmıştık. Kendimizi koyuversek çenelerimiz titreyecekti. Başlangıçta annem pek istekli olmasa da benden önce hazırlanmıştı.” (s.35)
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi karakterlerin ruh hâllerinden çok davranışlarına yönelen cümleler, öykülerin çatışma noktasına fazla oyalanmadan varmamızı sağlıyor. Bu bağlamda, Çehov’un “En iyisi, figürlerin ruh hâliyle ilgili tasvirlerden kaçınmaktır; figürlerin ruh hâli, onların hareketlerinden anlaşılması gerekir,” sözüne (akt: Zeynep Zafer, Anton Çehov’un Öykü Sanatı, s.90) bağlı kalarak yazarın soyut ve karanlık içdökümleri yerine sinemasal bir anlatı dilini yeğlediğini görüyoruz.
Çoğunlukla sıradan insanın, özellikle de kadınların ve çocukların dünyasına yoğunlaşan Vicdan Efe, okurun öyküdeki yolculuğunu hızlandırmak açısından diyalogların önemli olduğunun farkında. Bu nedenle öykülerindeki karakterler oldukça konuşkan. Dolayısıyla kahramanların dünyaya bakışlarını, hayallerini, özlemlerini kendi sözlerinden çabucak çıkarabiliyoruz. Böylelikle öykünün inandırıcılığı artıyor ve anlatının kurgusal gerçekliği yerli yerine oturuyor. Söylenmeyen sözler de var elbette; onları da biz tamamlıyoruz ve yakaladığımız ipuçlarından giderek insana özgü ayrıntılarla kolayca buluşabiliyoruz.
Komşu Duvarı’ndaki öykülerin giriş cümleleri de görmezden gelinecek gibi değil. Birkaç örnek vermekle yetinelim: “Dayımın sesi geliyordu. Uzaktı.” (Yetiş ya Hızır, s.57), “Yaşamın sınırları ve sırları arasında bir bağ bulunup bulunmadığı, bir bağ var ise bunun sadece sözcük benzerliğinden mi oluştuğu nereden aklıma geldi dün geceden beri?!” (Atların Yandığı Gece, s.61), “Dünyanın grileştiği gün batımında herkes kendi iç renkleriyle bakıyordu hayata.” (Üzümsüz Bir Bağ, s.67)…
Sonuç olarak şunu söylemek olası: Komşu Duvarı bizden bir kitap. İçeriğiyle, diliyle, içtenliğiyle, hüznüyle, umuduyla… Vicdan Efe’nin öykü serüveninde ise önemli bir istasyon. Yazarını yeni istasyonlara taşıması dileğiyle kutluyorum.
Mehmet Atilla
Komşu duvarı çok tanıdık geldi özellikle atların yandığı gece canım başarılar dilerim yolun açık olsun