Büşra Altuntaş

Ruloyu kovaya daldırıyorum, fazla boyayı sıyırıyorum. Pencereler, balkon kapıları açık. Hava akımı nemli ensemin üzerinden geçiyor. Sokakta top oynayan çocukların sesi geliyor. Ruloyu yavaşça duvara sürüyorum. Şampanya rengi; üzerine başka renk değdiğinde irkiliyor önce, bu yeni boyanın soğukluğuna alışınca kendini bırakıveriyor sonra. Kum beji, evi hem aydınlık hem de modern gösterirmiş, iki artı bir büyüklüğündeki üç artı bir evimizin odalarını mümkün olduğunca açık renklerle döşemeliymişiz. Krem rengi koltuklar, iskandinav mobilyalar, hasır saksılar… Didem’e karışmıyorum. Taş renkli, biçimsiz ve normalin bir buçuk katı büyüklüğündeki servis tabaklarına karışmadığım gibi. Bir an evvel bu düğün telaşesinin bitmesini, üçlü kanepede birlikte battaniyenin altında film izlediğimiz günlerin gelmesini bekliyorum. İki seçenek arasında kalıp kararsızlıktan kıvranmadığım, masraflar çoğalırken bu noktada kredi mi çeksem diye düşünmediğim, işe gidip gelmekten ibaret olan günlerimi özlüyorum. Didem’e de bir şey diyemiyorum. Kendi kendine evleniyormuş gibi her şeye tek başına karar veren dominant gelinlere dönüşmek istemiyor. Kendini ifade etmekle ilgili abartılı bir çabası var. İlişkimizin başından beri hastalıklı bir şekilde yiyip içip gezdiğimizin hesabını paylaşır ve bunu yaparken hep, öyle bir kadın, yani her şeyi erkeklerin ödemesini bekleyen bir kadın olmadığını ima eder. Düğünde kendisine takılacak takılara da karışmadı. Eş dost arasında bunun muhabbeti geçtiğinde, önemli olanın iyi geçinmek olduğunu, karşı tarafı zora sokmanın bir alemi olmadığını tane tane anlattı. Biraz önce yolladığı fotoğrafı hatırlıyorum. Elimdeki boya rulosunu bırakıp telefonuma bakıyorum. Organizasyon firmasıyla görüşecekti. Balonların rengine karar verememiş. Gold mu olsun gümüş mü diye sormuş fakat sonuna da eklemiş, gold rengi bence biraz avam duruyor Serkancığım, ben gümüşü sevdim, sana sormadan bir şey demek istemedim. Mobilyalar, yemek takımları ve duvarların boya rengi konusunda takındığım tavrı sürdürüyorum. Gümüş iyidir, yazıp yolluyorum.

Boyayı ilk kez sürdüğüm yerler üç boyutlu bir hâl alıyor. Denizden çıkan ıslak ayakların kupkuru kumları çamurlaştırması gibi. Annem ablamın düğünü için toz pembe balonlar seçmişti. Annem pek çok şeyi bizim yerimize seçerdi zaten. Eeeh… Hastaysam hastayım! Elim ayağım tutuyor hâlâ çok şükür. Şurada kalmış üç gün, ne gerek var düğünü ertelemeye, demişti. Ablam tutturmuştu, plaj düğünü olacaktı. Moda olmuş, tüm arkadaşları plaj düğünü yapıyormuş. Mekana kapora vermeye gittiğimizde beyaz plastik masa ve sandalyelerin fiyatın içinde olduğunu öğrendik. Süslemeler ve ikramlar için fazladan para istediler. Süsleme işini hallederiz, dedi annem. Çerezleri de toptan alıp tek tek paketleriz daha uyguna gelir. Bir de dediler ki, gelinle damat düğüne tekneyle gelsin istiyorsanız size uygun bir fiyata yaparız. Ablamı hevesli görünce teklifi kabul etti annem. Didem kır düğünü istedi. İkram için ordövr tabağına karar verdik. Bir de pasta, yeter. Mekânın parasını ödedik. Her şeyi halledecekler.


Ablamınki zahmetli olmuştu. Düğünden önce ben, kardeşim ve ablam, avludaki ahşap masanın etrafına dizilip balonları şişirdik. On kilo kuruyemiş paketledik. Annem bize karpuz dilimledi. Babam elinde sigarası, bahçeye çıkardığımız televizyondan maçların özetlerini izledi. Balonlar hepimizin yaşını bir kılmıştı sanki. Sanırsın ablam iki gün sonra evlenip de koskoca kadın olmayacaktı. Balona kafa atıp kıkır kıkır gülen kızdan gelin mi olur hem? Düğünden önceki sabah şişirilmiş toz pembe renkli balonları, masa sandalye tüllerini, çerez paketlerini babamın Volkswagen minibüsüne koyduk. Araçta balonların arasında düğün sahibi gibi değil de düğüne lazım olan eşyalar gibi sıkış tepiş oturduk. Dahası dışarıdan bakan birisi cama yapışan balonlardan, içeride insan olduğunu anlayamazdı. Pis balon kokusu hâlâ burnumda. Elimizin ayağımızın altı balon. Dışarıdan güneş vuruyor, balonların pembe rengi yüzümüze yansıyordu. Kardeşim, ablam, ben geceden üzerimizde kalan penye atlet ve şortla gidiyorduk. Annem askılı bir elbise geçirmiş üzerine, tek bir beyaz saç teli olmayan simsiyah saçlarını lalettayin bir topuz yapmış. Babam aramızda en resmi olanımız, kot pantolon ve kısa kollu gömlek giymiş. Midemizde domates, peynir, zeytin ve önceki günden kalan ekmek var. Sabah sabah kimsenin afyonu patlamamış, herkes uyku mahmuru. Radyoda TRT FM, Tarkan’dan Kuzu Kuzu çalıyordu. Babam anneme saatli alması gereken ilaçlarını sordu bir ara. Annem başıyla onayladı. Henüz çok yeni bu ilaç işi. Rutinin rahatlığına ermemiş. Evin dördüncü çocuğu annemin beynindeki ur.

Plaja geldiğimizde minibüs balonlarla birlikte bizi kustu adeta. Balonlar, fiyonklu sandalyeler, kavurmaya başlayan güneş. Düğün pistinin beyaz yer karoları gözümüzü kör edecek neredeyse. Bu fiyonk işini de beceremiyordum. İki kulağın büyüklüğünü eşit yapabilmek için kırk kere söküp tekrar yapıyordum. Pes edip yere oturduğumda, annem bitiyordu başımda. Pis bir nem vardı havada, deniz dümdüzdü. Çerez keselerini hasır sepetlere dizen kardeşime “Kalk lan!” dedim, “denize girelim, öldük sıcaktan.” Baştan istemedi, annem kızar, dedi. Fakat kolay ikna oldu. Yanıp kavrulmuştu çocuk. Arkamıza bakmadan denize yürüdük. Lastik terlikleri çıkardık. Kızgın kumlar ayak tabanlarımızı yaktıysa da bu çok sürmedi. Denizle kavuşmamız çok çabuk oldu. Önce kardeşimi tutup kolundan denize fırlattım. Düşerken kedi gibi viyakladı velet. Böğüre böğüre bağırıp suya attım kendimi. Güneş tepedeyken plajda kimse yoktu. Sesimiz, koyun etrafında dizili olan yazlık evlerin duvarlarında yankılandı. Bir oyun tutturduk sonra. Denizden koşa koşa sıcak kumlara çıkıyor, sonra yine koşa koşa denize dalıyorduk. Islak ayaklarımıza değen sıcak kumlar çamurlaşıyor, denizle kavuşunca ayaklarımızdan çözünüp özgürlüğe kavuşuyorlardı.


Boya ile duvarda zikzaklar çiziyorum. Kardeşimin çarpık bacaklarıyla denize koşuşu gözümün önünde. Esmer suratında bembeyaz dişleri, burnundan akan şeffaf sümük, simsiyah saçları, güneşin altında parlıyordu. Benim yeni adam olmuş kalın kahkahalarıma karşılık o da güya bana erişmiş de erkek olmuş gibi çocuk kahkahasını kalınlaştırmaya çalışıyordu. Ablam geldi sonra. “Demek işten kaytarıyorsunuz ha?” deyip suya girdi. Karnına kadar ıslandı. İkimize de su sıçratmaya başladı. Ben ona karşılık verdikçe kollarını memelerinde kavuşturuyor, baş edemeyince geri kaçıyordu. Küçücük memeleri ıslanmasın istiyordu, utanırdı.

Ruloyu kovaya daldırıyorum, boyanın fazlasını sıyırıyorum. Rulo duvarın üzerinde gidip geldikçe yüzüme gözüme boya damlaları sıçrıyor. Terli suratıma arada bir esinti vuruyor. Kollarımı olabildiğince yukarıya kaldırıyorum, sırt kaslarım geriliyor, sonra indiriyorum ruloyu. Epey bir yer boyadım. Şampanya rengi yok olmaya başladı. Fakat işin azalmasını istemiyorum. Burası sakin, ne zamandır ilk defa yalnızım.


Ablam komple ıslanmamak için denizden kumlara kaçtığında, arkasından süt beyazı incecik bacaklarına baktığımı hatırlıyorum. Ten rengi gözümü alıyordu. Bu çocuk bacaklarla mı gelin olacaktı? Annem uzaktan bize doğru yürümeye başladı sonra. Şişman bedenini yorgunluktan zor taşıyordu. Beynindeki ur kafasından bastırmış da bedeni gittikçe elips şekline dönmüş. Öyle bir ağırlık üzerinde. “Hadi çıkın artık denizden! Daha çok işimiz var ohoo!”

Ablama göz kırptım. Annemin nemli şişman kollarından tutup sürükleyerek onu denize attık. Annemin tiz çığlıkları yankılandı bu sefer. Sonra denize dalıp kumların içindeki kırmızı ojeli ayaklarını gıdıkladım. Zıplaya zıplaya bağırdı. O zıpladıkça denizin dibindeki kumlar suyu bulandırdı. Küçük kardeşim delirmiş gibi gülüyordu annemin bu hâline. O güldükçe tekrar suya dalıp annemin ayaklarını gıdıklıyordum, annem de telâşını abartıyordu. Denizin dibinde, annemin ayaklarına dokunabildiğim o sessizlikte, suyu bulandıran kumlar gözlerime girdi. Ama bir önemi yoktu. Denizden çıktıktan sonra kurulanacak havlumuzun olmaması, ıslak popolarla minibüsün koltuklarına oturduğumuz için babamdan yiyeceğimiz azar, eve vardığımızda fayanslara dökülecek deniz kumları, şofbenin yüzüncü denemede çalışan çakmağı ve oluşacak banyo sırası önemli değildi.

Üç kardeş minibüsün bagaj kapağını açıp yan yana oturduk. Bacaklarımıza bulaşan kumu temizleyebilmek için kurumayı bekledik. Annem birer kese çerez tutuşturdu elimize. Eve gidene kadar midenizi tutsun, dedi. Kumlar kurudukça ayaklarımızla bacaklarımıza yapışan kum tanelerini sıyırdık. En son biz baş edemeyince annem, düğün konvoyunda arabaların aynalarına takılacak havlu paketini açtı. Havlulardan bir tanesiyle sırayla ayaklarımızın kumlarını sildi. Sonra da tek tek hepimizin ayaklarını gıdıkladı. Bebek gibi! Aniden yerden doğrulunca başı döndü yalpaladı. Ağzımızda çerezlerle gülerken araçtan atlayıp annemin koluna yapıştım. Kimse gülmüyordu şimdi. Aramıza yeni katılan dördüncü, annemi bizden kıskanmıştı anlaşılan. Sessizce eve döndük.

Ablam ve eniştem düğüne tekneyle geldikleri sırada mekanda My heart will go on çalıyordu. Didem Leonard Cohen seçti. Bir de başımıza düğün dansı dersi çıkardı. Haftaya salı ilk derse gideceğiz. Yarın da davetiyeleri almaya gideceğim. Ablamın davetiyesi beyaz kabartmalı güllerle süslenmişti. Benimkinde annemin adı yok. Davetiyede Ural Ailesi’yiz. Boya rulosunu bırakıp ince fırçaya geçiyorum. Süpürgeliklerin üzerini, duvar köşelerini boyuyorum. Babam bayramlarda giydiği takım elbisesini giyecekmiş düğünde. Didem, babama yeni bir takım almak konusunda ısrar ediyor. Ona ne bakıyormuşum, alsam adam sevinirmiş. Bir kadının bakımından mahrum olmasından dolayı Didem’in babama acıdığını düşünüyorum bazen. Onun anne babası banka emeklisi. Ben de onlara acıyorum. Evin biricik kızını evlendirmek zor olmalı. Duvarın ilk kat boyasını attıktan sonra boya kovasının kapağını kapatıyorum. Fırçaları temizliyorum. İşin ustası olmadığım için etrafı biraz batırdım. Yerler damla damla boya oldu. Yüzüm, gözüm, saçlarım ve ellerim de. Belki kuruduğunda daha kolay temizlenir diye bekliyorum.

Büşra Altuntaş