2.Haziran.23

Vikipedi bilgisi: “Kırkikindi, Anadolu’da kış ve yaz başlarında genelde öğleden sonra, ikindi saatlerinde görülen konveksiyonel yağışlara halk arasında verilen isimdir. Bu yağışlara, genelde ikindi vakti başladığı ve 40 gün yağdığına inanıldığı için kırkikindi yağışları denmiştir.”

Hayat böyledir işte, bir takım “gerçekler” vardır bir tarafta, öbür tarafta ise bizim hayalimiz, inadımız, ütopyamız… Biz güneşli günler umarız, bahtımıza düşen pis bir yağmur olur.

İşte günlerdir yağmur yağıyor, kasvetli bir hava içinde sürdürüyoruz yaşamımızı. Gerçek bu.

6.Haziran.23

Belgesellerde filan izleriz, şahitlik ettiğimiz de olur: Söz gelimi kuşçudur adam, işi gücü budur, kuşlar. Onlarla yatıp kalkar. Hayatta hiçbir şeyden çakmaz, hiçbir şey umrunda değildir, varsa yoksa kuşlar… Ya da işte çerden çöpten, camdan plastikten bir takım eserler yaratmaya vakfetmiştir kendini, günün yirmi dört saati bununla uğraşır. Örnekler çoğaltılabilir ama anlaşılmıştır herhalde. İlk başta tuhaf görünürler, bir şeye takmışlardır kafayı. Eskiden bana çok tuhaf gelirdi böyle insanlar. Ama sonradan anladım onları. Anladım, anlıyorum.

10.Haziran.23

Bugün, yeni bir maceraya adım atmak için kalemi elime aldım. Edebiyatın büyüsüne kapılıp her bir harfin sihrine tanıklık etmek istiyorum. Kelimeler, cümleler ve hikayelerle dans etmek için bu günlüğü yazıyorum.

Bugün okuduğum kitap beni derinden etkiledi. Sayfalar arasında kaybolmak, karakterlerin dünyasına dahil olmak benim için gerçek bir zevkti. Yazarın ustalığıyla yazılmış cümleler, duygusal bir dokunuşla kalbimi okşadı. Bu deneyim, kendi yazma yolculuğuma ilham verdi. Bir gün, okuyucularımı da bu şekilde etkilemek istiyorum.

Ayrıca, bugün yeni bir hikaye fikri doğdu zihnimde. Birkaç döküman, bir tutam hayal gücü ve bir damla ilhamla birlikte kurgusal bir evren yaratmaya başladım. Karakterlerim canlanmaya başladıkça, onların hayatlarına dokunmak için bir kalemi elde tutmanın ne kadar güçlü bir his olduğunu hatırladım. Onların sevinçleri, korkuları ve maceraları benim de bir parçam oldu.

Bu günlük, edebiyatın büyülü dünyasına bir yolculuk tutturmak için burada. İstediğim tek şey, kelimelerin büyüsünü paylaşmak ve sınırları zorlayarak yazıya olan sevgimi derinleştirmektir.

Sonuç olarak, bugün edebiyatın büyüsünü hissettiğim bir gün oldu. Yeni bir sayfa açtım ve hikayelerin peşine düştüm. Kendi yazı serüvenime devam etmek için sabırsızlanıyorum. Yarın daha fazla keşif ve daha fazla yaratıcılık umuduyla, günlüğümü burada sonlandırıyorum.

Keyifli okumalar ve yazmalar!

11.Haziran.2023

Takıntılı olmak derecesinde emek vermek, sebat etmek, inat etmek… İyidir bunlar, eyvallah!

Ve fakat bazen bırakmayı da bilmek gerekir.

Sigara içmeyi bırakmak gerekir söz gelimi. Yazmayı, okumayı ya da yayımlamayı bırakmak gerekir. Bazı “zaten bitmiş” ilişkilere, sonuç alınamayan uğraşlara nokta koymayı bilmek gerekir.

Dostlukları, aşkları bitirmek gerekir.

Eyvallah demeyi bilmek gerekir.

Yenilgiyi kabul etmek gerekir. Bazen gerekir.

12.Haziran.2023

10 Haziran tarihli Dünlüğü ben yazmadım. Herhalde fark edilmiştir.

ChatGPT’ye yazdırdım. Önce günlük yazmasını rica ettim yapay zekadan, o hiç olmadı. Spor filan yaptırdı bana. Polyanna gibi laflar ettirdi.

Sonra bir “edebiyat günlüğü” yazmasını istedim ve yukarıdaki tuhaf metin çıktı ortaya.

***

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta

Gülten Akın

*

Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.

Ülkü Tamer

***

Hayatımızın hiçbir evresinde –ne evde ne ailede ne okulda ne iş yerinde ne edebiyat çevresinde ne aşk ilişkilerimizde– demokratik bir yapı, eşit ilişkiler kuramıyoruz. Seçmeli ders değil bu: Kendi hayatımızın hiçbir aşamasında kurmayı başaramadığımız bir yapı, yaşamlarımıza neden ve nasıl hakim olsun?

Hapishanelerde gayri hukuki biçimde tutulan insanlar var.

Onları serbest bırakmayacağını gururla ilan edenler yönetiyor bizi…

Mevcut durumda, başka türlü olması da düşünülemez.

***

Biz aşık olamıyoruz diye dünyadan aşk silinecek değil; birileri aşık olmaya devam edecek. Biz düştüysek birileri kalkacak, biz vazgeçtiysek birileri kararlı adımlarını rap rap rap atacak…

Şahsi umutsuzluk yaşamak, umutsuzluk kuyusuna düşmek son derece insani bir hal. Fakat umut denen “şeyi” diri tutmak gerekir yine de.

Fakat bu nasıl yapılır?

Hiçbir fikrim yok.

13.Haziran.2023

Mario Benedetti’nin şiirlerini okumuştum. Meğer asıl hazine, Yedi Yayınları’nca yayımlanan “Mola” adlı kitabıymış. Henüz bitirmedim ama çok sevdim romanı.

Uruguaylı yazar Mario Benedetti (1920-2009)

Banu Karakaş’ın Türkçeye kazandırdığı Mola’da, emekliliği yaklaşan Martín Santomé’nin günlüklerini okuruz. Avellaneda adlı genç bir hanımefendiye aşık olur Martín. Bazen geçmişe gider, bazen ileri sarar, bazen de 50’li yılların Uruguay’ından, başkent Monevideo’dan bahseder. Genel manzarayı serer önümüze.

En iyi arkadaşı Aníbal’le yıllar sonra görüştüklerinde (Aníbal’in, Martín’in annesinin cenazesindeki tavrı ne muhteşemdir, ne güzel anlatır o sahneyi, o hissi Benedetti. Şapka çıkarılası!), Aníbal, Martín’i soru yağmuruna tutar.

Martín’in kaleminden okuyalım:

“O gittiğinden beri geçen beş senede her şey daha iyi mi yoksa kötü mü oldu diye sordu bana. “Daha kötü,” diye yanıt verdi tüm hücrelerim ağız birliğiyle. Ama sonra açıklamak zorunda kaldım. Of, ne angarya.

Çünkü rüşvet aslında hep vardı, rahat rahat köşeyi kapmalar da, pazarlık etmeler de aynı şekilde. Daha kötü olan nedir o zaman? Uzun bir süre boyunca beynimi yedikten sonra şu sonuca vardım ki kötü olan şey teslimiyet. İsyankârlar yarı isyankârlara, yarı isyankârlar ise vazgeçmişlere dönüştüler. Bence şu ışıl ışıl Montevideo’da son dönemde en çok ilerleme gösteren iki meslek grubunu ibneler ve vazgeçmişler oluşturuyor. “Yapılabilecek hiçbir şey yok,” diyor insanlar. Eskiden yasaya aykırı bir iş yapmak isteyen rüşvetini veriyordu sadece. Peki, olsun. Şimdi yasaya uygun bir şey yapmak isteyen de rüşvet veriyor. Yani her şey çorba olmuş demek.

Ama hikâyenin tamamı vazgeçmişlikten ibaret değil. Başta vazgeçmişlik vardı, sonra dikkat göstermek terk edildi, ondan sonra da ortak olma başladı. Şu meşhur cümleyi kuran da eski vazgeçmişlerden biri keza: “Tepedekiler yapabiliyorsa ben de yapabilirim.” Elbette bu eski vazgeçmişin sahtekârlığına bahanesi de var; başkalarının ondan istifade etmemesini sağlamanın tek yolu bu. Oyuna girmeye mecbur kaldığını çünkü aksi hâlde parasının her geçen gün daha da değersizleşirken önündeki dürüst yolların da kapandığını söylüyor. Onu bu yola girmeye zorlayan öncülere karşı beslediği kin ve gizli nefret ise hâlâ baki. Belki de nihayetinde herkesin içinde en riyakâr olanı da kendisi, çünkü kurtulmak için hiçbir şey yaptığı yok. Belki en büyük hırsız da o, çünkü kimsenin dürüstlükten ölmediğini gayet iyi biliyor.

Bütün bunlara kafa yormaya alışık olmamak ne acayip şeymiş! Aníbal sabaha karşı giderken ben o kadar huzursuzdum ki Avellaneda’yı düşünecek hâlim kalmamıştı.” (Mola, s.63)

Tanıdık geldi değil mi?

14.Haziran.2023

Ahmet Kürşat Öçalan’ın oynadığı ve senaryosunu yazdığı “Donadona”yı izledim. Genç bir oyuncunun (Ali Ilıksüt) “piyasaya” tutunma çabası, ideallerinin peşinde koşma hikayesi. Bir sanatçı olarak tutunmaya çalışır, çetin bir yol vardır önünde. Nereye kadar inat etmelidir? Nerede vazgeçmelidir? Dedik ya, bırakmayı da bilmek gerekir bazen. Yenilmek de sevdaya dahil.

Eli yüzü düzgün, meramını tertemiz anlatan, insanı yormayan, sakin bir film olmuş Donadona.

16.Haziran.2023

Yanına “sorun” ya da “kriz” sözcüğünü koymadan göçmenlerden bahsedemeyen Avrupa ülkeleri, insanların ölümlerine yıllardır göz yumuyor. Göz yumma mı? Göz göre göre öldürüyor, öleceklerini bile bile denizin ortasında botlarını patlatıyor, ölüme terk ediyor. Yıllardır aynı şey. Tabii cellatlık işini Yunanistan’a devrediyorlar, böylece yüzyıllardır kanla, sömürüyle kurdukları dünyalarını “temiz” tutabiliyorlar. Türkiye gibi bir bekçileri de var üstelik.

Göçmen karşıtlığı yükseliyor, daha da yükselecek. İnsanlar ölmeye devam edecek.

Ege Denizi uzun zamandır bir göçmen mezarlığı zaten.

Fakat istediklerini yapsınlar: Eninde sonunda, o “barbar” ve “az gelişmiş” buldukları karaşınlar istila edecek Avrupa topraklarını.

Hümanizmanın doğduğu topraklar –belki ondan sonra, belki bir ihtimal– tekrar öğrenecek insanlığı. İleride tekrar unutmak üzere öğrenecekler.

Onur Çalı