Ne zaman bir Alain de Botton kitabı okusam, yazar içinde kapanıp kaldığım kafamda bir pencere açar ve oradan dünyayı izlememi sağlar. Ve ben bu seyirden aldığım keyifle bir başka kitabına yönelirim. Felsefenin Tesellisi kitabında da yazar gündelik hayatta karşı karşıya kaldığımız sorunlar için filozoflara başvurmamızı salık veriyor. Çoğumuz için büyük bir muamma olan felsefi çıkarımların aslında bizim için ne kadar da rahatlatıcı bir bilgi kaynağı olabileceğini ifade ediyor.

Felsefenin Tesellisi Toplum Tarafından Kabul Görmemenin Tesellisi, Yeterince Paraya Sahip Olmamanın Tesellisi, Düş Kırıklığı Yaşamanın Tesellisi, Kendini Yetersiz Hissetmenin Tesellisi, Kırık Bir Kalbin Tesellisi ve Zorluklar Yaşamanın Tesellisi başlıklı bölümlerden oluşuyor. Her bölümde farklı bir düşünür/filozofun hayatından örnekler verilerek felsefenin yaşantımızın içerisinde kendine nasıl yer bulabileceğini gösteriyor.

Herkes tarafından sevilmeyi istemek gibi hastalıklı bir arzudan kaynaklanan dürtülerimiz çoğunluk tarafından kabul gören fikirleri sorgulamamamıza, alanında otorite olduğunu düşündüğümüz kişiler tarafından onay almak istememize ve bu kişilerle karşılaştıktan sonra acaba beni beğendiler mi diye endişelenmemize sebep oluyor. Her toplumda dışlanmamak ve şüphe uyandırmamak için bireyin nasıl davranması gerektiğiyle ilgili birtakım anlayışlar vardır. Bazıları açıkça belirtilmiş kanunlarla bazıları da sağduyu denilen ahlaka ve gündelik yaşama ilişkin yargılarla sağlanır. Nasıl giyinmemiz, yaptığımız işte hangi değerleri benimsememiz, nasıl bir aile hayatı sürdürmemiz gerektiği konusunda bizi yönlendiren sağduyuyu sorgulayabilmek herkesçe kabul edilen bu düzende ayakta kalabilmemizi sağlayan en önemli etken aslında. Bu yaman çelişkinin açılımında Sokrates’e başvuruyor yazar.

Kötü ruhlu bir adam olduğuna karar verilen, şehrin tanrılarına ibadet etmediği, toplumsal düzeni bozduğu iddia edilen ve hemen susturulması gerektiğine inanılan Sokrates, kendisiyle ilgili görülen davada suçlu bulunmuş ve ölüme mahkûm edilmiştir. Sokrates bütün hayatı boyunca etrafındaki insanlarla yaptığı ikili diyaloglarda inandığı düşünceleri ölüme gitmek pahasına anlatmaya ve aktarmaya devam etmiştir. Çünkü ona göre inandığın şeyin mantıklı olup olmadığını gözden geçirmemek hatalı düşünmeye yol açabilir. Ve bunun sonucunda sağduyu herkes tarafından kabul edilen normlar üzerinden edinilen bir şeye dönüşür. Yine Sokrates’e göre insan ancak bir şeyin ne olmadığını anlamak suretiyle onun tam olarak ne olduğu bilgisine ulaşır.

Toplumsal yaşam başkalarının bizimle ilgili algılarıyla bizim kendi gerçekliğimiz arasındaki uyuşmazlıklarla örülüdür. Sağduyusunu sorgulayabilen birey haklılığını içselleştirebilmek için başkalarının onayına ihtiyaç duymaz. Yaşadığımız çatışmalarda dikkat etmemiz gereken asıl meseleyi şu şekilde özetlemiş yazar:

“Bizi endişelendiren, bize karşı olan insanların çokluğu değil, bize karşı olmalarının altında yatan sağlam nedenler olmalıdır. Yani, dikkatimizi kabul görmediğimiz gerçeğinden uzaklaştırıp niçin kabul görmediğimize ilişkin açıklamalara yöneltmeliyiz.” (s. 38)

En son yaşadığımız seçim sürecinden sonra pek çok insan hayal kırıklığıyla, doğup büyüdüğü ülkede bir yabancı konumuna gelmekle ve gelecek günlerin umutsuzluğuyla kalakaldı. Toplumun yarı yarıya bölündüğü seçim sonuçları aslında toplumsal yaşamla bizim gerçekliğimizin çatışmasının en güzel göstergesiydi. Bu sonuçların değerlendirilmesinde yapılacak ilk şey, Sokrates’in de öldüğü anda bile söylemeye devam ettiği gibi bireyin kendi öz eleştirisini yapabilmesi, sağduyusunu sorgulayabilmesidir:

“Toplum tarafından kabul görmeyişimizi haklı olduğumuzun kesin bir göstergesi olarak kabul etmek, toplum tarafından kabul görmeyişimizi ille de haksız olduğumuzu gösteren bir kanıt olarak kabul etmek kadar safça olacaktır.” (s. 53-54)

“Yeterince Paraya Sahip Olamamanın Tesellisi” bölümünde yazar Epikuros’un düşüncelerinden bahsetmiş. Felsefenin en önemli işlevinin sıkıntılarımızın nedenlerini, arzularımızın asıl kaynaklarını bulup onları yorumlamamıza yardım etmek ve mutlu olmak adına yanlış yollara sapmamızı engellemek olduğunu belirten Epikuros, bedensel zevklerin sağlıklı ve mutlu bir yaşam geçirmeye etkisiyle ilgili, zevk mutlu bir yaşamın başlangıcı ve amacıdır diyor. Ama mutluluğun sadece para, yeme içme ve cinsellik gibi bedensel hazza indirgenmemesi gerektiğini de ekliyor. Epikuros, düşüncelerini mantık süzgecinden geçirdikten sonra hayatı gerçekte nelerin zevkli kıldığına dair birtakım sonuçlara ulaşmış. Ona göre mutlu olmak için edinilmesi gerekenler listesinin başında dostluk vardır. Çünkü gerçek dostların bizi toplumsal yaşamın sahte ölçütlerine göre değerlendirmeyeceğini, onların asıl ilgilendiği şeyin bizim kendi benliğimiz olduğunu vurguluyor. Listedeki bir diğer önemli konu özgürlük. Ekonomik ve sosyal kaygılardan arınıp yaşantımızı sürdürebilecek kadar bağımsız bir yaşam alanı oluşturabilmek mutlu bir hayatın olmazsa olmazıydı onun için. Huzursuzluktan kurtulmak ve ruhumuzu iyileştirmek için diğer önemli bir kavram da düşünmekti. Epikuros, paramız olduğu halde özgürlüğümüz ve dostlarımız yoksa yaşadığımız hayatla ilgili inceden inceye düşünüp kafa yormuyorsak hiçbir zaman gerçek anlamda mutlu olamayacağımızı ve bu üç kavramın hayatımızdaki en doğal ve en gerekli istekler olduğunu belirtiyor.

“Düş Kırıklığı Yaşamanın Tesellisi” bölümünde, kendisi de hayatta pek çok haksızlığa maruz kalan filozof Seneca, düş kırıklıklarına nasıl göğüs gerdiğini şöyle ifade ediyor:

“Hayatımı felsefeye borçluyum; üstelik düş kırıklıkları karşısında sağlam durmak felsefeye karşı taşıdığım sorumlulukların en küçüğü.” (s.100)

Alain de Botton

Alain de Botton, hayatla ilgili yaşadığımız ya da yaşayacağımız düş kırıklıklarının kaçınılmaz olduğunu ama beraberinde gelen zararlı duygulara karşı kendimizi hazırlayabileceğimizi; gerçeklikle olan mücadelede, düş kırıklığı ve gerçeklik arasındaki bilinmezlik dengesinin felsefeyle sağlanabileceğini belirtiyor. Çünkü Seneca, düş kırıklığının derecesinin çevremizdeki dünyanın ne olduğuna ilişkin kavrayışımız ve hangi beklentilerimizin normal olduğuna ilişkin deneyimlerimiz tarafından belirlendiğini söylüyor. Düş kırıklığının beraberinde öfke, huzursuzluk, haksızlığa uğradığını düşünme gibi duyguları ortaya çıkardığını ve doğru akıl yürütmeyle bizi bu duygulara yönlendiren düşünceleri değiştirebileceğimizi belirtiyor. Yaşamın kusurlu yanlarına hazırlıklı olmak, dünyanın temelde adil bir yer olduğuna ilişkin inancımızı sorgulayabilmek, bizde şok etkisi ya da hayal kırıklığı yaratan durumlarda aslında derinlerde kendimizle ilgili yaptığımız yargıların farkına varabilmek düş kırıklıklarına karşı bilgece bir tavır almamızı sağlayacaktır. Seneca’ya göre insanlar bir şeyin kaçınılmaz olduğunu kabul etmeyip imkânsız olanı istedikleri gibi, olasılıkları göremeyip kaçınılmaz olmayanı da kabullenebilirler. Bu ikisini birbirinden ayırmak içinse akıl yürütmenin gerekli olduğunu vurguluyor.

“Kendini Yetersiz Hissetmenin Tesellisi” bölümünde yazar Montaigne’e başvuruyor. Montaigne’e göre en büyük kabalık insanın kendi varlığını hor görmesidir. İnsan kendisiyle barışık olmadığı sürece, varoluşunun değişmez bir parçası olan bedenini kabullenmediği sürece mutlu olamaz. Kültürel yetersizliğin kaynağında kültürün, içinde yaşadığımız toplumun ürettiği yapay kodlardan oluşması yer alıyor. Montaigne ise bize yaşadığımız yöreye özgü önyargıları bir yana bırakarak önyargılar altında ezilmeden, kişilik bölünmesi yaşamadan bir hayat sürmeyi salık veriyor. Her ne kadar toplumda yeterlilik kavramı entelektüel bilgi birikimiyle sınırlandırılsa da, var olan eğitim sistemi aslında bize yazılı otoritelere itaat etmenin erdemli olmak anlamına geldiğini dayatsa da benzerliklerimizi yani herkes gibi olma durumunu ve biricikliğimizi yani kendimize has erdemlerimizin olma durumunu fark edebilmek yetersizlik duygusuyla baş edebilir.

“En yüce tahtta bile üstünde oturduğumuz kendi kıçımızdır.” (s.157)

“Zorluklar Yaşamanın Tesellisi” bölümünde karşımıza, bize en çok mutluluk veren şeylerin büyük acılardan ayrı düşünülmeyeceğine inanan Nietzsche çıkıyor.

“Talihsizlik ve dışlanma, hatta bazı durumlarda nefret, kıskançlık, inatçılık, sertlik, tamah ve şiddet arzu edilen şeyler değil midir? Bunlar yaşanmazsa hiçbir gelişme olmaz, hatta hiçbir erdem oluşamaz.” (s. 265)

Yazar her insanın yaşamının zorluklarla dolu olduğunu ama bu insanlardan bazılarının aynı zamanda manevi tatmine de ulaşabilmelerini sağlayan şeyin onların acıyla baş etme biçimi olduğunu vurguluyor. İyi şeyler de kötü şeyler de aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir. Acılardan beslenmekten ziyade, onları yok saymayıp o acılardan çıkabilmeyi bilmek zorluklarla baş etme yoludur.

Felsefenin Tesellisi’nde Alain de Botton, sorgulayıp da bir yere varamadığımız, bildiğimiz ama bir türlü ifade edemediğimiz, gerçekle yüzleşmektense korkuyla cehennemi yaşamayı tercih ettiğimiz pek çok sorunda yalnız olmadığımızı ve de sorunlarımızın çözümünde felsefenin ne kadar da derin bir yeri olduğunu anlatmış bizlere. Sokrates’in ölüme giderken bile hayatı sorgulamaya devam etmesi, Epikuros’un mutlu olmak için kendine dostlarıyla sade bir hayat seçişi, Montaigne’nin kendini yetersiz hissetmiş olmaya karşı bilgi ve bilgelik üzerine bilinen yanlışlara karşı gelişi, Nietzsche’nin hayatın her türlü acı ve zorluğuna karşı dik duruşu kitabın bize yol haritası olmuş. Keyifle okuyup cağnım kendinizi en güzel şekilde teselli edebilmenizi diliyorum. 

Züleyha Çelik