Abdullah Ataşçı’nın son romanı “Heder Ağacı”nı okurken, yıllar sonra yeniden, sanki Yaşar Kemal okuduğumu hissettim. Osmanlı’nın son dönemini, Abdülhamit’in paranoid kişiliğiyle korumaya çalıştığı iktidarını ve döneminin savaş ortamını, Kürtleri, Ermenileri ve Türkleri farklı bir gözle yeniden okuyoruz.

İçinde bulunduğumuz politik ortamda “Heder Ağacı” ve benzeri, Anadolu’nun acılı geçmişini anlatan kitaplar güncelliğini her daim koruyor.

Huzur ve barış ortamını politikacıların değil, yazarların, aydınların ve sanatçıların sağlayacağına inandım hep. Abdullah Ataşçı da tarihe, bize anlatılanların dışında, gerçek bir gözle bakıyor, metnini de gerçek tarih üzerinden kurguluyor.

Kadir Işık

Heder Ağacı’nın uzun soluklu bir araştırmanın ürünü olduğu ortada, yazım öncesi ve sürecindeki çalışmalarından söz eder misin?

Heder Ağacı’nı ilk kez 2011 yılında Dağda Duman Yeri Yok yayımlandıktan sonra yazmayı düşündüm.

Dağda Duman Yeri Yok, yakın dönemi anlatmasına karşın beni çok zorlamıştı. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi romanda anlatılan konuların o zamana kadar edebiyatın alanına pek girmemiş köylerin 90’larda boşaltılmalarını, faili meçhul cinayetleri, linç kültürünün büyük şehirlerdeki yansımalarını içermesiydi. İkincisiyse, boşaltılan köyleri, koruculuk sisteminin açtığı yaraları, fail meçhul cinayetleri, toprağından, evinden koparılıp sürgün edilenlerin sığındıkları şehirlerde başlarına gelen felaketi doğrudan anlatmak yerine soyutlamalarla, azını anlatarak çoğunu sezdirmeyle, kimlik bölünmesini ise karakterlerden birkaç karakter yaratmayla veya tersi olarak birkaç karakteri tek bir karaktere dönüştürmeyle öykülerimde kullandığım dilden farklı bir dil yaratma uğraşım… Yani romanı da bir şekilde ana karakterlerden birine dönüştürme isteğim vardı ve yazdıkça bunun ne kadar zor olduğunu görebiliyordum. Dört yılımı verdim Dağda Duman Yeri Yok’a. Dört yıl, bir roman için çok da uzun bir zaman değil belki. Ama oldukça yoğun geçtiğini söyleyebilirim.

Bu romanı bitirince uzun bir zaman başka bir şey yazamayacağıma inandım. Biten metinlerden sonra içine düştüğüm boşluk beni şimdi korkutmasa da o zamanlar oldukça korkutuyordu. Bir zaman sonra yaşadığım coğrafyadaki acıların temel kaynağının nerelere dayandığını sorgulamaya başladım. Belki en temeline inmeden ama bugünkü siyasi ve sosyal acılara temel teşkil eden olayların aslında Osmanlı’nın yıkılış döneminde başladığını biliyordum ve bugünkü koruculuk sisteminin ilk çıkış noktası olan Hamidiye Alayları’nın fonda olduğu bir roman yazmanın zorunluluğunu hissettim. Ancak bu konuda çok da bilgim yoktu. Sadece 2007 yılında 110 yaşındayken vefat eden dedemin tanık olduğu olaylar vardı. Ölmeden önce bunları bana anlatmış ve ben de akıllılık edip söylediklerini kameraya kaydetmiştim. 1900’lü yılların başında, gözünü kırpmadan insanları öldüren aşiret reislerden söz ediyordu. Dedemin, o dönemi anlatırken kullandığı kelimelerin ağırlığını, tanık olduğu acılardan dolayı sesindeki titremeyi, gözlerindeki pişmanlığı hiç unutmadım. Olayların içinde değildi dedem ama sırf tanık olmak da bir yerde suça ortak ettiğinden o pişmanlığın tortusunu günden güne hissederek bir asır yaşamıştı. Bu belki de onun cezasıydı. İşte bütün bunlar bende Heder Ağacı’nı yazma isteğinin ilk fişeğini ateşledi. Sonrası araştırmalarla, kaynak taramalarla geçti. Yaklaşık on yıllık bir zaman diliminde yazdım romanı.

Heder Ağacı’nı Google görsellerden aratan tek kişi olduğumu sanmıyorum. “Heder” yöresel ağızlarda güzel duran bir kelime, niçin Heder Ağacı?

Aslında tam da dediğin şeyi yapmaya çalıştım; yani ağızda güzel duran bir kelimenin tanımladığı şeyin kötü olması… Heder Ağacı da adını aldığı kelime gibi görünüşte çok güzel. Müthiş renkleri var, bu renkler sürekli yer değiştiriyor, gökle de uyum içinde diğer canlılarla da. Romanda Lütfi’ye dedesi, “İnsan en çok da güzel görünenden sakınmalıdır,” diyor. Dediği kadar güzel bu ağaç ama ölümü yayan, çoğaltan, olağanlaştıran bir ağaç da aynı zamanda. Gerçekte var mı böyle bir ağaç bilmiyorum. İllaki benzerleri vardır. İnsan yazarken zihninin kör noktalarında bekleyen imgeler, görüntüler, sesler, kokular bir anda harekete geçiyor. Yazarın yazarken başka, yaşarken başka bir insan olduğuna inananlardanım. Heder Ağacı, romanı yazmaya başlamadan önce düşündüğüm bir imge değildi ama daha romanın ilk sayfalarındayken çıkıp geldi. Yani arama motorlarında bulunamayacak kadar zihnimin gizli kapaklı bir köşesindeydi.

Romanın adını özellikle Heder Ağacı yaptım. Ölümü ve yaşamı birlikte çağrıştırdığından. Romanın içinde geçen Heder Ağacı bununla birlikte insanların yüzyıllardır yaşanan acıları insana değil de boş inanışlarla başka varlıklara yüklemesine de bir itiraz aslında.

Abdullah Ataşçı

Kitaptaki diller konusunda kapalısın, ayrıca birçok bölge adı değiştirilmiş, romanın ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu, hayali?

Diller konusunda kapalı veya açık olmanın anlamı nedir bilmiyorum. Kitapta farklı etnik kimliği olan pek çok karakter var. Bunların Türk, Kürt veya Ermeni olduğu birkaç yerde söyleniyor. İsimlerinden de bunu çıkarmak çok zor değil. Sanırım onları kendi dillerinde konuşturmadığımdan ya da konuştuklarını belirtmediğimden böyle diyorsun.

Benim yazı dilim Türkçe, ana dilimde (Zazaki) yazabilseydim, seve seve yazardım. Karakterleri Kürtçenin Kırmanci ve Zazaki lehçeleriyle Ermenice konuşturmamla ilgiliyse bu, açıklıkla söyleyeyim benim pek de altından kalkacağım bir iş değil. Aşiretlerin anlatıldığı sayfalardaki konuşmaları bu söylediğim lehçelerde yapmam gerekecekti ki bunu hakikaten yapamazdım.

Edebiyatın dili mevzusu çok tartışılan bir konu hiç şüphesiz. Öyle de olmalı. Bana göre insan derdini edebiyatın sınırları içerisinde en iyi hangi dille yapabiliyorsa, o dile tutunmalı, o dildeki anlatma imkânlarını çoğaltabilmeli ve ileriye taşıyabilmeli.

Romanda gerçek yerler kadar hayalî pek çok yer var. Padişahı, Hamidiye Alaylarının kurulmasında önemli görevler üstlenmiş 4. Ordu Komutanı Müşir Mehmed Zeki Paşa’yı saymazsak geriye kalanların tamamı hayali. Romanımla ilgili yaptığım araştırmaların çoğu o dönemin özelliklerini doğru şekilde yansıtabilmek içindi. Aksi takdirde ulaştığım bilgilerin tamamını kullansaydım o zaman roman değil tarih kitabı yazmış olacaktım.

Aşiret adlarını C, P gibi harfle belirtmişsin, hâlâ bu aşiretlerden bölgede etkin olanlar var mı?

Kitapta öne çıkan iki aşiret var. P. ile C. aşiretleri. Bu iki aşiret, gerçekte Hamidiye Alayları içerisinde yer alan pek çok aşiretle benzerlik gösterir. Gerçeklikleri buradan gelir. Aslında o dönem büyük bir güç elde etmek için çaba gösteren bütün Kürt aşiretlerinin işleyişinin aşağı yukarı aynı olduğunu söyleyebilirim. Daha fazla silah, daha fazla toprak ve kendisinden olmayanlar hatta yoksul köylüler üzerinde bile daha fazla tahakküm kurmak… Devletin amacıyla aşiretlerin amacı birbirine paralellik göstermiyor bu yüzden. Ama iki tarafın da birbirini kullanma amacı taşıdığı görülebilir. O dönem büyük güç elde etmiş aşiretlerin birçoğu varlıklarını hâlâ sürdürüyorlar. Bunun için koruculuk sisteminin taşıyıcısı olan aşiretlere bakmak yeterli olur. Bir de günümüzde değişen şartlar doğrultusunda toprak elde etme çabasının, yerini kamu ihalelerine, iktidara yamanmaya bıraktığını söylemek yanlış olmaz.

Şunu da söylemeden olmaz sanırım. Kürt aşiretlerinin büyük çoğunluğunun devletle ilişkileri her dönemde değişiklikler gösterir. Bir dönem devletin yanında yer alırken bazı dönemlerde de karşısında yer alabiliyor.

Ermeni, Kürt, Türk hepsi iç içe, aynı coğrafyanın insanı ama iktidar bir anda onları birbirine düşman ediyor, insan bir anda nasıl oluyor da kapı komşusunu sırf din ya da ırk ayrılığı üzerinden öldürebiliyor, ötekileştirebiliyor?

Devletin, kendisini korumak adına her şeyi mübah görme anlayışından kaynaklanıyor bu. Devleti yönetenler, yüzyıllardır düşman yaratmak konusunda sıkıntı çekmiyor. Hatta düşman yaratmak konusunda devletin pek çok kurumunu, günlük politikaları doğrultusunda başarılı şekilde kanalize ettiklerini görebiliyoruz.

Sorduğun sorunun cevabı elbette sadece devletle sınırlı değil. Yüz on yıl önce Ermenilerin başına gelenler, sonraki on yıllarda öteki olarak görülen diğer etnik ve dinî grupların da başına geliyorsa, insan olma vasfımızı çok zaman önce yitirdiğimizi ve bunun da nesilden nesle geçerek günümüze dek geldiği anlamı çıkar.

Devleti yönetenlerin kitlelerin psikolojisini iyi anladıklarını ve onları başarılı bir şekilde yönettiklerini de görmemiz mümkün.

Kitapta çok fazla karaktere rastladım ya da bana öyle geldi, bunca karakteri yazım aşamasında mı yoksa öncesinde mi belirliyorsun?

Çok karakterli romanlarda bütün karakterleri önceden belirlemek mümkün değil bana göre. Romanda Zülküf Paşa, Hüseyin Ağa, İshak, Kenan Ağa, Kâhya, Delal, Hatice Hanım, Rehan ile Gewre gibi önemli karakterleri yazmaya başlamadan önce kurgulamıştım. Ama sonrasında pek çok karakter, bir yerlerden çıkıp geldiler ve romana dahil oldular. Her yeni karakterin ortaya çıkışının yazma şevkimi artırdığını söyleyebilirim.

Neler okuyorsun, yazarların kimler?

Bu aralar çok şey okumaya çalışıyorum. İnsan yaş aldıkça tuhaf bir şekilde kitaplara yetişemeyeceğinden korkuyor. Okunması gereken pek çok kitabı görünce ister istemez telaşa kapılıyorum. Öte yandan bunun bir sonunun olmadığını da biliyorum.

Bir yandan yeni romanım için okumalar yaparken bir yandan da güncel olanı takip etmeye çalışıyorum. Elimde birbirinden farklı pek çok kitap var. Sevgi Emine Özdamar’ın, Gospodinov’un, Marias’ın kitaplarının yanı sıra Seyhan Can’ın Edebiyatta Resim Esintisi, Mesut Varlık’ın çevirisi Immanuel Mıfsud’un Babanın Adıyla’sı, Gündüz Vassaf’ın Ressamın İsyanı’nı, Refik Halid Karay’ın günlükleriyle birlikte Yezidin Kızı’nı dönüşümlü olarak okumaya çalışıyorum.

Yazarlarım ve şairlerim çok fazla… Birini unutursam, diğerlerine haksızlık olur… Son dönemde beni çok etkileyen birkaç yazar oldu. Per Petterson, Haydar Karataş, Ebru Ojen, Esra Kahya, Will Heinrich ve Eka Kurnıawan onlardan bazıları.

Yazarken kendince belirgin, göz önünde bulundurduğun bir tekniğin var mı?

Yazarken metnin ruhunun beni ele geçirmesini istemekten başka herhangi bir isteğim yok diyebilirim. Yine de son dönemde neden yazıyorum sorusunu kendime daha çok sorar oldum ve bu sorunun etrafında belirli bir cevabım yok kuşkusuz, ama çocukluğumdan beri kendime dert edindiğim meselelerin beni daha çok dürttüğünü, rahatsız ettiğini ve onlardan ancak yazarak kurtulabileceğimi de biliyorum.

Yazdığın kitaplarda anlatımı mı hikâyeyi mi yoksa kurguyu mu daha çok önemsersin?

Çoğu yazar gibi hiç şüphesiz edebiyatın varlık nedeni dildir derim. Yani anlatım her şeyden önce gelir. Hikâye ve kurguyu da gittikçe daha çok önemsediğimi söyleyebilirim.

Son sorum, ne olacak memleketin hâli, bize neler oluyor, suçumuz, günahımız nedir, nerede yanlış yapıyoruz?

Belli bir yaşın üstünde olup da geçmişe özlem duymayan tek kişi yok sanırım. Sistem, kendisine inananları dahi mutsuz etmek üzerine kurulu. Bundan daha kötüsü olmaz dediğimiz bir dönemden geçiyoruz.

Yanlışlarımız çok fazla, suçumuz ve günahımız da öyle…