Halikarnas Balıkçısı adı ile tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı Türkçe Edebiyat’ın en üretken roman ve deneme yazarlarından biridir. Aynı zamanda Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu ile Türk Hümanizması olarak da anılan Mavi Anadoluculuk Akımı’nın kurucularındandır. Eserlerinde kullandığı yalın dil ve insancıl anlatımla dikkat çeker. Sürgüne gönderilmesi ve sürgün öncesi hapisliği Halikarnas Balıkçısı’nın hayatının değişim noktalarından olmuştur. Sürgün öncesinde yedi yıllık bir hapis hayatı ve sonrası varoluşu açısından çok kıymetlidir. Osmanlı’nın en iyi döneminde İstanbul’da yaşamış ve o dönemin İstanbul’unu görmüş birisi olarak hapisten sonra karşılaştığı İstanbul onun için cehennem gibi bir yerdir.

Halikarnas Balıkçısı (1890-1973)

Balıkçı’nın romanları ve öyküleri Ege kıyılarında geçer, genellikle kahramanlar sıradan halkın arasından seçilirler. Ege’nin doğal güzellikleri, tarihi mirası, halkın hoşgörüsü ve dürüstlüğü sık sık tekrarlanan temalardır. Denemelerinde incelenen konular da roman ve öyküleriyle paralellik gösterir. Burada da vurgu Anadolu ve özellikle Ege üzerindedir. Halikarnas Balıkçısı’na göre Ege ile özdeşleştirilen Anadolu tarihinin dikkatle incelenmesi gerekir. Medeniyetin beşiğinin Anadolu ve bu medeniyetin asıl sahibinin ise Türkler olduğunu dile getirir.

Halikarnas Balıkçısı hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra, bir dergide yayımladığı hikâyeden ötürü sürgün cezasına çarptırılır. Bu sürgünün önemine ve yazarda yol açacağı varoluşsal değişimlere değineceğiz.

Hapis Sonrası Halikarnas Balıkçısı

Babasının çiftlikte bir tartışma anında Cevat Şakir’in silahından çıkan kurşunla vurularak ölmesi üzerine cinayet iddiasıyla yargılanan Cevat Şakir, 15 yıl kürek cezasına çarptırılır. Cezasının yedi yılını çektikten sonra baş gösteren verem hastalığından ötürü tahliye edilir.

1925 yılına kadar geçimini haftalık dergilerde tercümeler, yazılar yayımlayarak, resim ve yeni tarz tezhipler yaparak, karikatür çizerek ve renkli dergi kapakları hazırlayarak temin eder. Türkiye basınında kapakçılığın gelişmesinde katkısı vardır.

Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak “Hüseyin Kenan” takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak”tan suçlu bulunur. Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istendiyse de Kılıç Ali Bey’in önerisiyle kalebentlikle Bodrum’a sürülür.

Üç yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum’da tamamlar. Cezasının son yarısını İstanbul’da tamamladıktan sonra, çok sevdiği insanları ve doğal güzellikleriyle kaynaştığı Bodrum’dan uzak kalamaz ve Bodrum’a yeniden dönüp yaklaşık 25 yıl kalır.

Halikarnas Balıkçısı hapisten çıktıktan sonra geride bıraktığı İstanbul’un o İstanbul olmadığını anlaması çok sürmez. Hapse girdiği vakitlerdeki yurdum dediği, vatanım dediği İstanbul artık işgal altında bir şehirdir. Halkın mutlu olduğu şehirden eser kalmamıştır. Hapisten önceki zamanları Halikarnas Balıkçısı’nın yani Halikarnas Balıkçısı olmadan önceki Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın son mutlu zamanlarıydı denilebilir. Çünkü hapisten çıktıktan sonra gördüğü şehir, kendini ait hissettiği İstanbul artık yoktur. Mavi Sürgün’de yeni İstanbul’u bu şekilde anlatır:

“Yabancı kuvvetler İstanbul’a girdi. Kasvetli bir günün şafağında, yabancı kuvvetler bir hastane koğuşunda mı, bir karakolda mı yatmakta olan silahsız günahsız askerleri uykularında süngüleyerek öldürdü. Böylelikle şehirdeki işgal kuvvetlerinin ne kadar kuvvetli olduğu gösterildi ve İstanbul işgal edildi.”[1]

Şehre kâbus havası çöktüğünü, şehrin tenha yerlerinden geçmenin tehlikeli olduğunu belirtir. Artık İstanbul halkı için korkulu rüyalar başlamıştır. Tedirginlik kol gezer. Eski İstanbul’dan eser kalmamıştır. Yedi yıl ayrı kaldığı memleketinin bu durumda olması Cevat Şakir’i derinden etkiler. Yedi yıl önce yalnız kalmak için seçtiği mekânlar, kendini dinlemek için izlediği manzaralar artık eskisi gibi değildir. Bu da onda derin yaralar açar. Varoluşunun zedelendiğini, aitlik hissinin artık kaybolduğunun yavaş yavaş farkındadır. Balıkçı’daki bu varoluş, bu aitlik hissetme durumu basit bir milliyetçilik ile açıklanamaz. Onunki ait olmaya duyulan güven ve özlemdir. Bir anne karnı, bir çocukluk hatırası gibidir ondaki milliyetçilik.

“Plamenatz milliyetçiliği kültürel ve ulusal kimliğin tehdit altında hissedildiği durumlarda bu kimliği koruma isteği veya bu kimliğin eksik veya yetersiz görüldüğü durumlarda bu kimliği dönüştürme ve kurma arzusu olarak tanımlar.”[2]

İşgalcilerin bir Türkü herkesin içinde dövmesi ve bundan da böbürlenmeleri Cevat Şakir’i yine derinden etkilemiştir. Mavi Sürgün’de işgalcilerden dayak yiyen Türk gencini izleyen halk için şöyle der:

“Zavallının çevresinde dört-beş metre uzağında küçük bir kalabalık halka olmuştu. Bunların gözlerinden içlerinin kan ağlamakta oldukları besbelliydi. Onlar da yerdeki fukara kadar işkence çekmekteydiler.”[3]

Bu gibi görüntüler, İstanbul’un bu hali Cevat Şakir’in varoluşuna vurulan bir darbe olmuştur. Artık kendini bu yere ait hissetmemektedir. Aidiyet duygusunu yitirmiş yeni bir kimlik arayışına girmiştir. Maslow’un Temel İhtiyaçlar Hiyerarşi’sinin ilk basamağından sonrakileri kaybetmiştir. Güvenlik, Sevgi-Ait Olmak, Saygınlık ve Kendini Gerçekleştirme. Balıkçı bu piramidin en başına geri dönmüştür. Hapse girmeden önceki İstanbul’da kendini ait hissettiği bir şehir, saygı gördüğü bir arkadaş ve dost çevresi, kendini gerçekleştirdiği yani edebiyatla, dergiyle, resimle ve bilumum güzel sanatlarla ve bilimle ilgilendiği bir ortam söz konusudur. Hapisten çıktıktan sonraki işgalci İstanbul’da bunların eksikliğini hisseder ve yeniden bir arayışa girmesi de uzak değildir.

“Bu çekilmez durumun kafama dank etmesi için tepeme işgal polisi sopası yemeye gerek yoktu. Zaten sopa yemesem de, yüzüme beyaz insan olmadığım haykırılmasa da durumun bütün zehir zemberek kasveti içime çöküyordu. Bir gönül açıklığı, yaşama sevinci kalmamıştı; o işgal havası ve dünyasından ayrılmalıydım mutlaka. Anadolu’ya kaçmayı, özgür bir yere varmayı özlüyordum. Anadolu’ya gitmek için sağlık durumum uygun değildi. Ciğerlerimde lezyonlar vardı. Balık olup yüzüp, kuş olup uçup o âlemden çıkamazdım; o âlemi görmeyeyim diye dört duvar arasına kapanamazdım. Gövdemden ayrılamıyordum ama bir de gönül olarak ayrılmak vardı. İşgal atındaki İstanbul’da değil, işgalden uzak kalan İstanbul’da yaşamak vardı”[4]

İstanbul’da kendini ait hissettiği bir diğer nokta da dergâhlardı. Bir Rüfai dergâhında derviş olmuştu. Orada kendini buluyor, olmak istediği ve olmaktan huzur bulduğu yeri orası biliyordu. İşgalden sonra o dergâha da gidemez olması onun için ölüm gibi bir şeydi.

“Her ne hal ise, dervişlik kısmen de olsa beni işgal İstanbul’undan ayırıp, Türk İstanbul’unda yaşatabilirdi.”[5]

Cevat Şakir’in arayışından söz ettik. Bu arayışa kendince isimler veriyor ve onları gözünde yeni mekânlara çeviriyor, oradaki mutluluklarından bahsediyor Mavi Sürgün’de. Hayalini kurduğu iki mekândan söz eden yazar, bunlara Meçhul Diyar ve Tılsımlı Ada isimlerini koyuyordu. Mavi Sürgün’den yola çıkarsak bu iki ismin aslında Bodrum olduğunu sonradan anlıyoruz. Bu iki isim yine Cevat Şakir’in modernleşmesi için iki yeni sığınak diyebiliriz. “Balıkçı’ya göre insan mekânın ürettiği bir değer olmakla birlikte, mekân insanın sosyal ve kültürel alışkanlıklarına, ekonomik uğraşına, yaşam biçimini şekillendiren bur unsurdur. Nitekim düşünsel değil doğal olarak tabiatla iç içe olan insanın gündelik yaşam pratiklerinin mekândan soyutlanabilmesi mümkün değildir.”[6] Bakalım Cevat Şakir, bu iki yerden Mavi Sürgün’de nasıl bahseder:

“O zaman okumasından hoşlandığım kitapların çoğu seyahat kitapları ve ‘Ütopi’lerdi. Onlarda can attığım bir yer arıyordum. O can attığım yere Meçhul Diyar ve Tılsımlı Ada adını vereyim. O yerler kuru kuru avutulmaz sezgi yoluyla görülür. Meçhul Diyar ve Tılsımlı Ada her insanın gönül yurdudur. Yeygi arayan açlıkla Tılsımlı Ada’yı arıyordum. Sözle söyleneceklerin en âlâsı şiirle anlatılır. Ama şiir güç ve uzun süren bir iştir. Duygu baskısı altında insanın can evine kıyan bir hasret uzun zaman gönülde yatar ve bir pırlanta haline gelir.”[7]

Halikarnas Balıkçısı, işgal sonrası İstanbul’un resmini iyi çizmiştir. Hem sosyolojik açıdan hem de psikolojik açıdan izlenimlerini Mavi Sürgün’de çok iyi yansıtmıştır. Sefaletin boy gezdiği şehri iyi bellemiş ve bunu ince ince işlemiştir kitapta.

“İşgal günlerinde, vaktiyle başkent olan koca şehirde karalık ve sefalet vardı. Bir gün, içleri çorba dolu karavanalarını taşıyan askerler Şemsipaşa’da deniz kenarındaki bir mermer türbenin önünden geçiyorlardı. Türbenin önünde mermerden bir rıhtım vardı. Taşınırken, sallanan karavanalardan ara sıra mermerin üzerine çorba damlaları düşüyordu. Askerlerin beş-on adım gerisinde yürüyen paçavralar giymiş yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuk çorbanın damladığı yerlerde dizüstü geliyor, ellerini yere dayıyor ve eğilerek damlaları birer birer yalıyordu. Yüzüne baktım, sıska yavru bir çift kara gözden ibaret kalmıştı. Onun bakışını hiç unutmayacağım”[8]

Halikarnas Balıkçısı’nı rahatsız eden şeylerden birisi de hiç kuşku yok ki bilinmezcilikti. Bir şeyin sonucu onun için her şeyden daha önemliydi. Bu ruh hali zannediyorum ki yazara hapisten sonra gördüğü İstanbul’dan sonra hâsıl olmuştu. İşgal altındaki şehri, yurdu ve orada yaşayan halkın durumu artık bir sonuç alsın istiyordu. Kendisini evinden almaya gelen polislere de üst üste sorular sorması bundandı. Hiç yoktan bir yanıt, hiç yanıttan iyiydi onun için. Sonunda İstiklal Mahkemesi’nde gideceğini öğrenen Cevat Şakir, bu sefer de neden gittiğini, ne olacağını merak ediyordu.

“Ne kadar fena olsa da, insan durumu bilirse ilk sıkıntıdan sonra kendini toparlar. Felaketi beklemek felaketin kendinden bin beter olur; hele felaket meçhul olursa!”[9]

İstiklal Mahkemesi adını duyunca iyice içini bir korku kaplamıştı, oraya gidenlerin çok azı kurtulurdu çünkü. Ankara İstiklal Mahkemesi’ne neden gittiğini bilmeden Haydarpaşa’dan trene binmek için polis memurlarıyla birlikte tekrar yola koyulur. Haydarpaşa’ya vardıklarında Resimli Hafta dergisinin Sorumlu Müdürü Zekeriya Sertel’in de onunla birlikte Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacağını öğrenir.

Neden yargılanacağını, yakın arkadaşı olan Zekeriya Sertel söyler ona: Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarihli sayısında Hüseyin Kenan takma ismiyle yayımlanan “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler” başlıklı yazısında halkı askerlik aleyhine kışkırtmak istedikleri savıyla Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacaklardır.

Cevat Şakir ve Zekeriya Sertel Ankara’nın yolunu tutarlar, idamla yargılanacaklarını bilmeden. Cevat Şakir hayatında ikinci defa idamla yargılanacaktır.

İstiklal Mahkemesi’nin kapısında öğrenirler idamla yargılanacaklarını. Bir süre sonra da idam kararını dinlemek için dar sayılabilecek küçük bir mahkeme salonuna girerler. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istendiyse de, Kılıç Ali Bey’in önerisiyle kalebentlikle Bodrum’a sürülürler. Daha sonra Zekeriya Sertel’in sürgün yeri Sinop olarak değiştirilir. Zekeriya Sertel birkaç gün içinde Sinop’a varır ama Cevat Şakir’in Bodrum yolculuğu talihsizliklerle dolu üç buçuk ay sürer. 

Adını duymuş olsa da Bodrum’u hiç bilmez Cevat Şakir, nasıl bir yerdir bu Bodrum? Adı karanlığı, bir yapının alt katını çağrıştırsa da Bodrum’a geldiğinde anlar cennet gibi bir yere geldiğini. Üstelik Muğla Valisi’nden aldığı bir izinle ilçe içinde serbestçe gezebilecek fakat denize açılamayacaktır. Otuzlu yaşlarındaki Cevat Şakir Kabaağaçlı, Bodrum’da dostça karşılanır, kaymakam bir ev kiralamasında yardımcı olur. Bir kapısı denize, diğer kapısı sokağa açılan, deniz kıyısında, üst katta iki, alt katta iki odalı olmak üzere dört odalı bir evi kiralamak için kaymakamla birlikte hem evi görmek hem ev sahibiyle anlaşmaya giderler. Evi kiralarlar.

Bodrum Sürgünlüğü ve Halikarnas Balıkçısı

Hapis yattıktan sonra İstanbul’a dönen Cevat Şakir, işgal altında kalmış şehirle yüzleştikten sonra Anadolu’ya gitme hasreti çoğalır içinde. Anadolu’ya ayak basan yazarda değişim başlamıştır. Ruhen istediği yere varan Cevat Şakir burada başka bir kişiliğe ve ruha bürünür. Onun için Anadolu ve özelinde elbette Bodrum bambaşka bir yerdir. Hayalini kurduğu cenneti burada yaşamaya başlar. Cevat Şakir Karabaağaçlı dönüşümünü gerçekleştirir ve artık Halikarnas Balıkçısı’na döner.

Cevat Şakir bunu neredeyse kafkaesk bir dönüşümle Mavi Sürgün’de anlatır:

“Çocukluktan beri ilk defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya diz üstü düştüm. Şiddetle hayret ettim. İçimde karanlık, gönül açıklığı, şükran, kıyamet kopuyordu. Parmaklarımı yosunlara, kumlara daldırdım. Güzel dünyanın kumlarını, deniz çakıllarını, yosunlarını, sanki inci pırlantaymışlar gibi yüzüme gözüme sürdüm, üstüme başıma avuç avuç akıttım. O deniz, o adalar güzellikte en aşırı hayalin cennet diye göz önüne getirebileceğinden bir kat daha güzeldi. Hele o berrak gök, uzaklıklarda ne uysaldı! Denizi, asma yapraklarının fısıltısını duyuyordum. Burada ölmeyecek kadar kuru ekmek ve suyla yaşamak mutluluğunu özlüyordum.”[10]

Özellikle bu paragraftan sonra Cevat Şakir kendisinden üçüncü şahıs olarak bahsetmeye başlar ve dönüşümünü tamamlamış olarak devam eder sözlerine:

“Diz üstü düşmek, bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıâli yokuşunun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat, boş bir kalıp olarak yerde yığıla dururken, onun ortasında-içinde sanki bir milyar kuş, sevinçle cıvıldaşarak- Halikarnas Balıkçısı irkilip, dikilmeye koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu. Yıllarca İsviçre’de yapılan Longine ya da Omega marka sağlam saatlere ve gündoğumu ve batımıyla ölçülen zamana göre Üsküdar’dan altı ay önce ayrılmıştım. Oysa ki yalan! Yerden kalkan Balıkçı, Üsküdar’dan binlerce yıl önce ayrılmıştı. Üsküdar çarşıdan omuzları çökük olarak geçen adamdan, ta o kadar uzaktı ki. Oydu, ama tepeden tırnağa yepyeni…”[11]

Birkaç ay sonra da eşi Hamdiye Hanım ve oğlu Sina gelir Bodrum’a. Ertesi günlerde Bodrum’u keşfeder karış karış, balıkçılığı öğrenir yerli halktan. Yazı yazmayı, çeviri yapmayı da ihmal etmez. Öyle sevmiştir ki Bodrum’u, sürgün diye geldiği yer bir cennettir. Bodrum’un Antik Çağ’daki ismi olan “Halikarnassos”tan esinlenerek eserlerinde Halikarnas Balıkçısı ismini kullanır. Artık o Cevat Şakir Kabaağaçlı değil, Halikarnas Balıkçısı’dır. Bodrum onu Halikarnas Balıkçısı yapar, o da Bodrum’u koruyup, daha da güzelleştirmek için elinden geleni.

Halikarnas Balıkçısı, Bodrum’la birlikte Maslow’un piramidini yavaş yavaş tamamlamaktadır. Hapisten çıktıktan sonra işgal altındaki İstanbul’da kimlik karmaşası ve varoluş sorgulamaları yaşayan Cevat Şakir, ilk bodrum izlenimiyle birlikte yeni kimliğine bürünmüştür. Yere eğilen ya da kendi anlatımıyla diz üstü düşen Cevat iken, ayağa kalkan, yerinden doğrulan ve kendini bulan Halikarnas Balıkçısı olmuştur. O andan itibaren yeni kimliğe bürünen yazar, artık kendini güvende hissettiği, sevgi açısından eksiklerini kapattığı ve kendini gerçekleştirme yoluna giden bir HalikarnasBalıkçısı profili çizmeye başlar.

Bodrum halkı ve kamu görevlileri tarafından büyük bir saygı görmeye başlar. İşgal altındaki İstanbul’da bunları kaybeden Halikarnas, yeniden bunlara kavuşmanın huzuru ve dinginliği altındadır.

“Gün doğuyordu. Bodrum’daki ilk bilinen ‘dün’dü, dünü kim bilmez? Ama ben uzak bir geçmişten geçip geldiğimi duyuyordum; ayrıldığım yerlerin takım taklavatından, pılı pırtısından, çanak çömleğiyle oturağından vazgeçmeyerek, sokakta geçip giden ve eski yeri yeni yere taşıyan bir göçmen arabası gibi değil. İçimden bir şeyler kabarıyor, dimdik bir şey. Nasırlanarak katılaşmış ve duygusunu kaybetmiş ölü derileri çatlatıp doğan bir şey. Derin ve karanlık bir kuyudan yavaş yavaş ışığa yükselen bir baş gibi.”[12]

Üç yıllık kalebentlik süresinin bir buçuk yılı geçtikten sonra İstiklal Mahkemesi geri kalan cezasını İstanbul’da geçirmesine karar verir. Asıl sürgün şimdi başlar Halikarnas Balıkçısı için. İstemeye istemeye İstanbul’a dönecektir. Ama karar vermiştir ölünceye kadar Bodrum’da yaşayacaktır.

İstanbul’a vardığında aklında bir tek Bodrum vardır, günleri hatta saatleri sayar, evine yani Bodrum’a dönmek için. İstanbul’da yine yazı ve çeviriler yapar hayatını idame ettirmek için. 

Biriktirdiği paraların çoğunu tarım ve balıkçılıkla ilgili kitaplara harcar, Bodrum’a hazırlık niyetiyle. Balık avı takımları hazırlar, yenilikler yapar balık avı takımlarında. Bodrum’daki sünger avcılığı araç gereçlerini ilkel bulduğu için değişiklikler yapar. Hepsini de Bodrum’daki dostları için, Bodrum için yapar Halikarnas Balıkçısı.

İstanbul’da Mısır Çarşısı’na gider, tohum satan dükkânlardan Bodrum için tohumlar alır dönmeye yakın. Büyükada’da Otel Ciyakomo diye bir otelin yanında bir palmiye ağacına çıkıp dallarından tohum toplar. Ama talihsizlik bu ya çıktığı ağaç sürgündeki Troçki’nin kaldığı otelin/evin hemen yanındaki ağaçtır, birkaç görevli hemen indirir Halikarnas Balıkçısı’nı. Hiç de inanmazlar tohum için çıktığını ağaca. Troçki’ye şifreli mesaj göndermek istediğini sanırlar, gittikleri karakolda tanırlar Halikarnas Balıkçısı’nı da iş tatlıya bağlanır.

Üç yıllık kalebentlik süresi dolar dolmaz soluğu karakolda alır. Mahkûmiyetine ait kâğıt bulunamaz, zaten Bodrum’dan İstanbul’a geldiğinde cezasının bittiğini de orada öğrenir. Yani bir buçuk yıl yok yere Bodrum’undan uzak kalmıştır Halikarnas Balıkçısı. 

İlk fırsatta ailesiyle birlikte Bodrum’a döner, varır varmaz da ilk işi İstanbul’dan getirdiği tohumları toprağa gömmek olur. Sonrasında da biriktirdiği paralarla küçük bir sandal alır denize açılmak için. Çünkü bir buçuk yıl kalebentliği sırasında denize açılması yasaktı. Başlar Bodrum’un bütün koylarını tek tek keşfetmeye küçük sandalıyla. 

Daha sonraları daha büyük, yedi metrelik bir tekne alır, adını da “Yatağan” koyar. Yatağan’la birlikte gezmedik koy bırakmazlar, en yakın dostu olmuştur Yatağan. Cevat Şakir Kabaağaçlı artık sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir çiftçi, öğretmen, balıkçı ve rehberdir.

Eserlerinin büyük bir bölümünü Bodrum’da kaleme alır. Bodrum’u da hiç ihmal etmez, yurt dışından tarım kitapları getirtir. Özellikle güney bölgesi için İngilizce, Fransızca ve İtalyanca tarım kitapları. Bodrum’un iklimine uygun tohumlar getirtir. Bunlar pahalı olsa da ekmek parasından keserek biriktirir. Tarım işinin o kadar üstüne düşer ki bir süre sonra tamamıyla hâkimdir toprağa, kusursuz bir çiftçi olmuştur.

O yıllar Bodrum ve Güney Anadolu kıyısında şimdiki kadar turunçgiller (limon, portakal, mandalina, greyfurt) yetiştirilmez. Halikarnas Balıkçısı bunu da görev edinir kendine, çeşit çeşit turunçgil tohumu getirtir, asıl derdi de greyfurdu ülkeye sokmaktır, çünkü C vitamini bakımdan çok zengin bir meyvedir. Turunçgiller konusunda 300 sayfaya yakın el yazısı bir kitap yazar, kitap elden ele dolaşır, sonraları kaybolup gider bu kitap.

Sadece Bodrum’un değil tüm Anadolu’nun tarihine de sahip çıkar. Zaten Yakın Çağ tarihi öğrenimi görmüştür Oxford Üniversitesi’nde. Oxford Kütüphanesi’nde yakından tanıdığı Heraklitos, Anaksagoras, Thales, Sokrates, Homeros, Demoritos, Anaksimandros, Diyojen gibi Antik Çağ’ın bilim insanları ve filozofları onun hocaları olmuşlardır. Orada keşfeder Anadolu medeniyetlerinin asıl önemini. Ve şu tezi öne sürer: “Yunan uygarlığı kesinlikle Anadolu uygarlığının takipçisidir, öncüsü değildir. Çünkü Yunan uygarlığı, Anadolu uygarlığı kadar eski değildir.” Bunu da Thales’in varlığına dayandırır.

Üzerinde yaşadığımız medeniyetleri ve o medeniyetlerin bize bıraktığı tarihi yapıların değerini anlamamız için elinden ne geliyorsa yapar. Kitaplarında bu medeniyetleri anlatır, anlatır ki nasıl bir hazinenin üzerinde yaşadığımız bilelim.

Cevat Şakir Kabaağaçlı yaklaşık 25 yıl yaşar Bodrum’da. Ayrılık vakti istemeden dayanır kapısına. Çocuklar büyümüştür ve o yıllarda yeterli okul yoktur Bodrum’da. Mecburen maaile İzmir’e yerleşirler. Dönem İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu yıllarıdır, maddi sıkıntılar da zor durumda bırakır aileyi.

İçi kan ağlaya ağlaya Bodrum’dan ayrılacaktır. Ceplerine tohumlar doldurup, dere tepe gezerek tohumları Bodrum’un dört bir yanına eker. Bu veda ekişleri haftalarca sürer. En yakın dostu Yatağan’ı da satar, kendi elleriyle yaptığı evini de.

Bodrum’dan sonra İzmir’e alışmak zor gelir Halikarnas Balıkçısı’na. Gündüz Hikâyeleri Dergisi, Tan, Cumhuriyet, Anadolu ve Demokrat İzmir gazetelerinde yazılar yazar. Aynı zamanda turist rehberliği ve rehberlik öğretmenliği yapar geçimini sağlamak için.

1945 yılı, savaşı sonrası yılları tüm ülkeyi zor durumda bırakır, gaz dâhil birçok şey karne ile satılır. İzmir de hemen hemen böyledir. Cevat Şakir Kabaağaçlı da gaz alamadığı bir günün akşamında girdiği bir meyhanede, “Devletin manevi şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle üç-dört ay hapis cezasına mahkûm edilir. Cezaevindeyken bile ailesinin geçimini sağlamak için çeviri yapmaya devam eder. Bernard Shaw’ın Man and Superman isimli kitabını bölüm bölüm tercüme eder, tercüme ettiği kısımları kızı İsmet ile o dönem Milli Eğitim Bakanlığı’nda müdür olan Sabahattin Eyüboğlu’na postayla gönderir. Sabahattin Eyüboğlu da tercümeleri alır almaz aileye para gönderir.

Oturduğu apartmanın ismini de “Merhaba” koyar. Merhaba Apartmanı onun hayata son defa merhaba diyeceği yerdir. 13 Ekim 1973 tarihinde İzmir’in Hatay semtindeki Merhaba Apartmanı’nda kemik kanserinden hayata gözlerini yumar. 

Bodrumlular arabalarla İzmir’e giderler, Halikarnas Balıkçısı’nı almaya. Tüm Bodrum halkı yolunu gözler, Torba kavşağında büyük bir kalabalık Balıkçısı’nı karşılar. Cenaze el üstünde, manevi oğlu Şadan Gökovalı’ya vasiyeti üzerine Bodrum Gümbet’te Türbe Tepesi’ne gömülür.

Bekir Dadır

Kaynakça

Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, 2021.

Erdi Demir, Akdenizlilik Kimliği ve Bir Akdeniz Okuması Bağlamında Aganta Burina Burinata’da İnsan ve Mekân.

Gülce Tarhan Çelebi, Öze Dönüş Olarak Batılılaşma: Halikarnas Balıkçısı’nın Tarih Anlatımı.

Nermin Yazıcı, Halikarnas Balıkçısı’nın Yazınsal Eserlerinde Türk Kimliğine İlişkin Söylemler.

Furkan Öztürk, Halikarnas Balıkçısı’nda Akdenizlilik Kimliği, Kün: Edebiyat ve Kültür Araştırmaları Dergisi, 1(1), 42-56.


[1] Halikarnas Balıkçısı,Mavi Sürgün, s.16

[2] Gülce Tarhan Çelebi, Öze Dönüş Olarak Batılılaşma: Halikarnas Balıkçısı’nın Tarih Anlatımı.

[3] Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, s.18

[4] A.g.e., s.21

[5] A.g.e.,s.21

[6] Erdi Demir,Akdenizlilik Kimliği ve Bir Akdeniz Okuması Bağlamında Aganta BurinaBurinata’da İnsan ve Mekân.

[7] Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, s.28

[8] A.g.e.,s.25

[9] A.g.e., s.54

[10] A.g.e., s.156

[11] A.g.e., s.157

[12] A.g.e., s.163