Aziz Gökdemir’in yeni romanı “İmparatora Veda” İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Romanın “1971 – Köpekler” başlıklı beşinci bölümünü tadımlık olarak sunuyoruz.

1971
Köpekler
Kaldırımın ortasında yolunu kesecekmiş gibi duran iri köpeği görünce yerden taşı kapmıştı İfe, atmaya hazırlanıyordu. Önce hoşt demişti ama köpek kıpırdamamıştı. Hayvanın düşük kulakları, eğik başı zararsız bir mahluk olduğuna ikna etti onu, taş tutan elini aşağı indirdi. Taşı elinden bırakmayarak, “Aç mısın?” diye sordu köpeğe, anlayacakmış gibi. Koca hayvan iç çeker gibi bir ses çıkardıktan sonra yere çöktü, bir yanına boylu boyunca uzandı. Hasta bir hâli yoktu, üstelik toka da benziyordu. Zaten cüssesiydi İfe’yi korkutan.
Köpeğin kulağına zımbalanmış küpeye hüzünle baktı. Bir yandan köpeğin aşılı olduğunu gösteriyordu bu; kamyonlarla toplanıp bir adada birbirlerini yesinler diye terk edilenlerden olmayacaktı eskiden yaptıkları gibi. Zararsızlığı tescillenince mahalleli de besliyordu mutlaka; bu da hayvanı gitgide munisleştiriyordu.
Öte yandan ona esareti hatırlatıyordu köpeğin bu teslim olmuş görüntüsü. Son günlerde sık sık kendi ailesinde zincirin hangi kuşakta kırıldığını –kırıldıysa o da– merak eder olmuştu. Belki bizzat annesi, babası köleydi; hadi onlar “hür”dü diyelim, dedesi, ninesi, en azından onların annesiyle babası mutlaka zorla getirilmişti buralara; başka nasıl olabilirdi ki. Cezası asla verilmeyecek bir suçtu bu; hiçbir şey bilmiyorsa bunu biliyordu.
Köpeğe baktı. Munis ve meyus. Yatma öyle miskin gibi, git birilerini ısır, diyeceği geldi. Ama beni ısırma. Bul bir kodaman, siyah arabalı.
Saçlarını zaptedip daha az görünür hâle getirmek için başına geçirdiği Avrupai şapkanın kolalı tepesine damlalar tıklamaya başladı aniden. İçinden küfretti; köpeğe bakmak için durmasa belki de evine varmış olacaktı yağmur başlamadan. Sokağının girişine yüz adım var yoktu. Filedeki ekmek hiçbir işe yaramazdı ıslanırsa. Söylenerek caddede önünde durduğu mağazanın saçağının altına sığındı.
Şapkayı çıkardı, içindeki markaya baktı. Âdem aptalı evlilik yıldönümü hediyesi diye almıştı, tabii ki İfe’nin parasıyla. Şemsiye alsana, bir hayır yapacaksan; Afro saçı gizledim diyelim, mevsim uygunsa uzun kollu elbisemi giydim, eldiven de taktım, e bu surat ne olacak?
Dönüp ne menem bir mağazaya denk geldiğine baktı. Yeni yeni türemeye başlayan kalburüstü tiplere hitap eden yerlerden biri olduğu anlaşılıyordu. İmtiyazlı bayilerde satışına müsaade edildiği geçen hafta fermanla ilan edilen televizyonlardan biri vitrinin orta yerine kurulmuştu bile. Ahşap kasası içinde, kırmızı balıkların konduğu türden fanuslardan biraz hâlliceydi. İfe sağa döndü, sola döndü, kapalı televizyonun gri ekranında kendi aksine baktı. Mantosunun eskiliği o loş görüntüde bile belli oluyordu. Ya o topukları kalın, tangır tungur ayakkabılar? Ne diyorlardı güzeline, iskarpin mi? Biraz ısınmak için mağazanın içine girmeye kalksa sahibinin suratının nasıl ekşiyeceğini gözünün önüne getirdi. Hor görüp uzak duranlar bir türlü dertti, edep ve hudut tanımayıp sarkanlar başka türlü.
Televizyon da parası olan içindi elbette. İfe geçen gün hesap etmişti; yemese, içmese (Âdem de her gün o zıkkımı gırtlağından aşağı boca etmese), kira vermese, iki yıl para biriktirip bir tane alabilirdi.
Aklından geçenleri okuyormuş gibi o uzun siyah arabalardan biri geçti, asfaltı yepyeni, şeritleri taze boyalı, hemen hemen bomboş caddeden. İmrendi bir an, sadece bir an, sonra kendi kendine güldü. Bir köpek olabilmek, dedi, ne mesudiyettir kim bilir! Nedir bu hayatımızı mahvedip duruyoruz, üzerimizdeki paçavralardan evimize tıktığımız şeylere kadar hepsi, hepsi dert. Yat aşağı böyle kaldırıma, bul bir yerden iki lokma ekmek, bitti gitti işte. Fark etmeden fileden ekmeğin ucunu koparıp koparıp yemeye başlamıştı. İyi gelmişti sıcağı.
Bu arabalardan bir tane meyhaneciye lazım aslında, diye düşündü. Küfelik olanları öyle at arabasıyla evlerine atmaya yetişemiyorlar, bir gün yasak saati gelmeden bitiremeyecekler, hepsinin başı fena derde girecek. İçtiği yetmiyormuş gibi bir de küfe borcu birikiyordu Âdem’in.
Haftanın altı günü İfe sabah erkenden çıkıyordu alelacele bir şeyler atıştırıp. Yürüyerek Karaköy’e in, Karaköy’den vapur yoksa Beşiktaş’a tramvay, Beşiktaş’tan bir saat vapur, ta Paşabahçe’ye. Bir değil birkaç kere yorgunluktan dalmış, bir sonraki iskelede inip dili dışarıda koşmuştu. Bir keresinde de polis kaymakamın kahvaltı sefası nedeniyle sahili kapattığından yol bulacağım diye kendini helak etmişti Beykoz sırtlarında. Yazı ayrı cefaydı, kışı ayrı.
Âdem horul horul uyuyordu kuşların mahalleyi cıvıltıya boğduğu saatlerde. Uyandırmaya teşebbüs bile etmiyordu. Zaten ne hayrı olacaktı kalksa, karısına çay mı yapacaktı, iki dilim peynir mi kesecek, domates mi doğrayacaktı. Hayatında yumurta kırmamıştı adam. Artık saat kaçta kalkıyorduysa, herhalde ya öğle ya ikindi namazına yetişiyordu. Bir sonraki namaza da başka camiye gidiyordu. Cami cami şehri geziyordu kendi anlattığına bakılırsa, sanki mimar ya da imam olmak ister gibi. Neredeyse kırk beşine gelmiş herif, bir baltaya sap olacaktıysa olurdu şimdiye kadar. Bu saatten sonra hamallık, kapıcılık yapacak değildi. Turist rehberi ol Âdem, diye içinden geçirdi İfe, acı acı güldü. Ecnebilere camileri anlat bir bir. Ama kısmetsizlik seninkisi, turizm diye bir şey yok çünkü memleketin yabancılara kapalı. Öyle olmasa piri olurdun bu işin, eminim. Ayık hâlini yakalarlarsa tabii.
Günün camileri bitince de hop, meyhaneye. İfe kendini alamayıp tiksintiyle tükürdü, sonra telaşla gören olup olmadığına baktı. Bu arada yağmur dinmişe benziyordu. Dükkândan birisinin çıkıp azarlaması an meselesiydi herhalde. Tekrar yola koyuldu.
Bir pastanenin önünden geçiyordu şimdi. Aklı çelinmesin diye hiç bakmadı vitrine ne koyduklarına. Sıcak sarı bir ışık yayılıyordu dükkândan, önünde uzanan ıslak taşları benek benek aydınlatıyordu; başını kaldırmıyordu İfe, sadece yürüyor, o an aklına düşen iki dizeyi mırıldanıyordu: “Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda/ Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı.” Bir şey istiyordu, bir kıyamet. Ne istediğini bilmiyordu, kopup kaçmak belki, bir şekilde. Gövdesi bir koza olsa, yırtıp onu. Ama nereye? Evli evine derler ya, tam da öyle gidiyordu işte, koşa koşa, bir kez daha şu etrafındaki silik siluetler ordusu gibi mağlup, yorgun hatta harap. Sokaklar günün son hamallarına kalacaktı birazdan, sağlı sollu kapılardan çıkıp mesailerinin son süprüntülerini götüreceklerdi, tanzifat ameleleri de sokaklara atılmış büyüklü küçüklü çöpleri toparlayacaktı. Sonrasına karanlık hâkim olacaktı, bir de eli sopalılar, köpekler, kediler. Kör ışıklı gaz lambaları, yeni yeni onların yerini almaya başlayan yirmi mumluk sarı sıcak ampuller, ısındıktan sonra türküsünü söyleyen veya bültenini okuyan tek istasyonlu radyo. Gazocağında kısık ateş; sımsıkı örtülü perdeler, kenarlarından kanayan evler.
Haykırmak, kanatlanmak istedi. Biliyordu gravürlerin büyük ölçüde yalan söylediğini ama bu şehri martıların gördüğü gibi görmenin bir güzelliği olmalıydı yeterince yükselirsen.
Havalandı, Beyoğlu hanlarının cephesine ustaların itinayla yonttuğu detayları seçemeyecek kadar yükseldi. Şu tepesinde kelin perçemi gibi çirkin sümbüllü terası görünen, Tepebaşı Tiyatrosu’nun karşısındaki sokaktaki bina, kahrolası meyhane değil miydi? Mahir bir tayyara yakışır nişancılıkla bacadan bırakacaksın bombayı, cehennemde devam etsinler ondan sonra içmeye.
Mecidiyeköyü, kırın başlangıcıydı; biraz daha irtifa kaydedince Maslak’a kadar, hatta daha ötesini seçebildi İfe. Karadeniz’den bir bulut öbeği şehre doğru yaklaşıyordu. Padişahın, damatlarıyla ve haspalarıyla sürekli genişleyen sülalesi ve şürekâsının rivayete inanılırsa aslan, yabandomuzu ve pars avladığı ormanları sağanak pençesine alacaktı birazdan.
Düşlerinden arza inişe geçti İfe. Yine de direniyordu. Üzerinde anasından kalma şekilsiz bir manto değil, Japon savaşçılarının tercih ettiği siyah tulumlardan vardı. Ayağında en ufak çentiklerden istifade ederek düz duvara tırmananların kauçuk ayakkabıları. Sadece gözlerini açıkta bırakan bir kara maske. Eyasu’nun barınağının damına çıktı mıydı, damlardan atlaya atlaya apartmanına varıyor, saçaktan sarkarak açık bıraktığı tuvalet penceresinden çatı katındaki daireye dalıyor, havlu dolabının içine gizlediği kuru giysileri çabucak üzerine geçiriyordu. Kocası olacak o salak, sellim sepelek eve gelip, birkaç denemeden sonra kilidi bulup anahtarı soktuğunda İfe çoktan ocağın başında yorgunluk kahvesini pişirmekte, işkembe çorbasını ısıtmaktaydı.
Âdem çarıklarını çıkarıp çarpık ağzıyla bir şeyler gevelerken İfe hoş geldin bile demeden sırtını dönmüştü. Diğer karıların koşup kocalarının pabuçlarını ayaklarından söktüğünü, ayak parmaklarını şefkatle ovaladığından dem vurup kinayeli konuşuyordu belki de, meyhanede kör talihine ilendiği gibi uluorta; pek umurundaydı İfe’nin. Çorbaya şükretsindi.
Hayır, kendisine ağlamıyordu, kesinlikle. Olsa olsa bir kez daha Walter Mitty gibi donup kaldığı sokakta tam karşısına boylu boyunca uzanmış, belki mecalsizliğinden belki koyvermişliğinden yattığı yerde sırılsıklam titreyen kimsesiz köpekti gözlerinden iki damla yaş süzülmesine sebep olan.

Açlıktan çılgına dönmüş, sopalarla dakikalarca dövülmüş köpeklerin kontrolsüz havlaması mikrofon destekli çığırtkanın gırtlağını hayli zorluyor, sesini duyurmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Her hafta olduğu gibi dövüşün ertesi günü yorgunluktan yataktan çıkamayacak, tahriş olmuş boğazını iyileştirmek için bol bol ıhlamur içecekti.
“Bahisler için son beş dakika, son beş dakika! Beyaz köşemizde Orta Asya steplerinin bozkurtlarının soyundan gelen Alabay; kırmızı köşemizdeyse Sivas’ın meşhur Kangal’ı! Bu akşam akrabalığın hükmü yok ahali! Diş dişe, tırnak tırnağa bir mücadele verilecek, bir yiğit ruhunu teslim edecek, bir yiğit sağ çıkacak veya o da çıkamayacak. Ammaaaa, ilk düşen ve kalkamayan mağlup sayılacak!”
Sahiplerinin köpeklere tek başlarına hâkim olması bu noktada imkânsızdı; bir kaza çıkmasın diye her birinin iki yardımcısı vardı, hayvanları üçer tasmayla sabitleyebilmişlerdi.
“Kaldı dört dakikamız, var mı oynamayan, var mı talihini tecrübe etmeyen? Ödemeler nakit ve peşindir, bizde senet yok, bizde… hile yok.” Etraftan yükselen fısıltıları fark eden adam son cümleyi inişe geçerek söylemişti. Bir an durdu, gözleri sağı solu taradı. Surların biraz dışında, Bayrampaşa Deresi’nin yanı başına, kuytu bir çayıra kurulu çadırın içinde yükselen ahşap tribünlerin arasındaki boşluktan dövüş pistine doğru yürüyen kalantora ve yanındakilere kilitlendi gözleri. Köpekler bile havadaki değişikliği sezmiş, biraz durgunlaşmışlardı. Grubun ortasındaki deri ceketli adam çeperin hemen dışında duran bahis toplayıcılardan birine yanaştı, tok bir sesle, “Kangala bir kese altın,” dedi, vermesi için de küçük bir baş hareketiyle yanındakilerden birine işaret etti. Ön sırada oturan birileri kalabalıktan kaynamaya başlayan fısıldamalar eşliğinde kalkıp yeni gelen gruba yer verdi.
“İsim ne yazıyorum?” dedi bahisçi –dikkati, önlüğünden saçılmasın diye zaptetmeye çalıştığı fişlerdeydi– kafasını kaldırmadan.
“Murad,” dedi deri ceketli adam. “Kısaca Murad bin Murad, vesaire vesaire.”
Bu dediği “Bir kese altın,” kadar yüksek sesle söylenmemişti ama titremeye başlayan bahisçinin hemen yakınında olanlar tarafından yeterince anlaşılır bir biçimde işitildi ve katlanarak yayılan yeni fısıltıları besledi.
“Bu, o mu?”
“Necdet, olabilir mi?”
“O mu? Yahu, o mu gerçekten?”
“Mümkün değil, Aliciğim. Fabrikatör filandır.”
“Oğlum, hişt Memduh! Abi bir baksana, bütün çıkışlarda ızbandut gibi birileri peyda olmuş.”
“Yahu boku yedik, vallahi de billahi de boku yedik!”
“Hüsnü, ellerim titriyor, bayılacağım. Ya uddeti ınde şiddeti, ve ya gavsi ınde kürbeti! Ührüsni bi-aynikelleti la tenamü vekfini birüknike ellezi la yüramü!”
Mırıldanmaların kreşendosuyla birlikte köpekler de tekrar gittikçe artan şiddette havlamaya başlamış, münadi ne yapacağını şaşırmıştı. Herkesi paniğe sevk eden yabancıya baktı, o da dövüş meydanının sahibiymişçesine eliyle “Başlasın!” anlamına gelebilecek bir işaret yaptı. Hoparlörden “Köpekleri salın!” emri duyuldu. Hayvanların boyundurukları aynı anda çözülürken münadi mikrofonun kablosuyla birlikte kendisini de pistten zar zor toparlayıp aldı. Bu, her hafta oynanan tiyatronun planlı bir parçasıydı, seyircilerin tehlike algısını pekiştirmek için, ama bu sefer gerçekten zor atlatmıştı çığırtkan. Serbest kalan köpekler önce ona hedef kilitlemiş, adam diğerinin bir burun önünde füze gibi sıçrayan Alabay’ın dişlerinden birkaç salise farkla kurtulmuş, bariyerin çeperini sıçrayarak yakalayıp kendisini yukarı çektiği anda hayvanın ağzından fırlayan salyaları sağanak yağmur damlaları gibi pantolon paçalarında hissetmişti.
Beş dakika sonra deri ceketini çıkarmış, galip gelen köpeğin sahibine hediye ediyordu beklenmedik misafir, “Üzerine kan sıçradı, artık işime yaramaz,” diye bir yandan izah ederek.
Mikrofonun getirilmesini istedi, mırıltıların tamamen dindiğine kanaat getirdikten sonra kalabalığa seslendi. “Şimdi serserisi, çulsuzu, kumar müptelası, kendini kurnaz sananlar ve dahi kim varsa karşımda, kulaklarınızı açın da beni dinleyin. Bu gece ben burada değildim. Bu gece hiçbiriniz burada değildiniz. Dolayısıyla bu gece hakkında anlatılacak bir hikâyeniz de yok. Çadırın çıkışlarına tek sıra dizileceksiniz. Hepinizin hüviyeti tespit edilecek, ama ceza almayacaksınız, sabıkanıza da işlenmeyecek. Kayda geçeceksiniz, o ayrı. Kumarın zararlarını zaten hepiniz biliyorsunuz ama oyunu idrak edememişler için asıl onu anlatayım. Daha ben gelmeden cereyan eden ilk iki dövüşte ne gördünüz? Önce kuyruğu dik, omuzları kapı gibi geniş, müstesna bir köpek, karşısına çıkan rakibini kolayca tepeledi. O rakip ki yanından geçerken tenezzül edip bakmayacağınız, kallavi gözüken ama nihayetinde alelade bir sünepe sokak köpeğiydi. Bu meydanda onun leşini kaldırdıklarında bir sonraki dövüşte galip geleceğini tahmin ettiğiniz, artık tanıdık bildiğiniz köpeğe bastınız paraları, rüştünü ispatladı diye. Ne oldu sonra? Karşısına çıkardıkları köpek zayıftı ama kapışmayı bilen çelik gibi bir bıçkındı, sizin afralı tafralı köpeğinizi çiğnedi çiğnedi, tükürüp attı. Üçüncü dövüşe yatıracağınız paranız neredeyse kalmadı. Tarihin en eski gözbağcılığına gelip söğüşlendiğinizi, çoluğunuzun çocuğunuzun nafakasını mütemadiyen bu çakallara kaptırdığınızı hâlâ anlamadıysanız ben kafanıza vura vura sokmuş olayım. Hadi gidin, evinize gidin, kovuğunuza dönün, nerede ikamet ediyorsanız oraya defolun. Bir daha da buralarda ne sizi göreyim ne de bu çadırı. Utanmadan otağ-ı hümayun gibi de süslenmiş. Biraz izan, biraz endaze olur insanda! Ar, hayâ olur!”
Kalabalık önüne baka baka dağılırken hoparlör tekrar cızırdadı, imparatorun sesi bir kez daha duyuldu: “Çakallar kalsın. Size, gidebilirsiniz, demedim…”
Romanın ilk dört bölümünü okumak için tıklayın.