Recep Kayalı’nın Dip, Taşın Dediği ve Kamburuma Üç Sebep adlı öykü kitaplarının ardından son kitabı Bilinen Tüm Zamanlar Vacilando Kitap etiketiyle okurla buluştu. Yedi öyküden oluşan kitapta ölüm, hastalık, yaşlılık, yalnızlık, yoksulluk, köksüzlük, baba-oğul, anne oğul ilişkileri gibi temel izlekler ekseninde, farklı kişiliklerin yaşam tutunma ve kapak resminde de ifade bulan zamana, koşullara meydan okuma çabaları kimi zaman sarsıcı kimi zaman ironik bir dille kurgulanmış. Yazarın daha önceki öykülerinden de aşina olduğumuz, bölümlere ayırarak alt başlıklar ya da üçlemeler altında kaleme aldığı öyküleri dizelerle sonlandırmak yoluyla kendine özgü bir anlatı tekniği kullandığını görüyoruz. Recep Kayalı’nın öyküleri, Walter Benjamin’in “Çeşitli anlatıların katmanlaşmasından doğan yetkin anlatının en yakın resmini çizen ince, saydam katların yavaş yavaş birbiri üstüne birikmesine izin veren” öykü tanımı ile örtüşür nitelikte. Her biri kendi içinde ayrı bir öykü sayılabilecek alt başlıklı metinlerle parçalardan bütüne ulaşılan, satır aralarına yerleştirilen ayrıntılar ve işaretlerle sosyo-politik okumalara açık, dün ve bugünün, bireysel ve toplumsal gerçeklerin ustaca harmanlandığı bir öykü evreni kurmuş Kayalı. Bilinen Tüm Zamanlar’da yer alan öykülerinin çoğunda yürüme/ yol/yolculuk çizgisinde ilerleyen bir anlatıya ağırlık verildiğini söyleyebiliriz. Somut yolculuk, yürüyüş ve koşuların kişilerin içsel yolcuğu ile bütünleştirilmesinin yanı sıra, geçmişe dönük anlatı yöntemiyle zaman içindeki yolculuklara evriltilmesi metinlere çok boyutluluk ve derinlik sağlıyor.

Bilinen Tüm Zamanlar’ın ilk öyküsü Kara Ulak Ensar’ı Tüketen Şeyler ismiyle okura huzursuz bir okuma çağrısı sunuyor. Yardım eden, yardımcı anlamına gelen Ensar isminin karşıt bir şekilde “Kara” ile birleşmesi, ulağın bizi sürükleyeceği tekinsiz bir öyküye adım atacağımızın ilk işareti. Soylu Ölümlerin Geride Bıraktıkları, Bilmek Bizim Annemizdir ve Açılan Tüm Kapıların Eşikleri ara başlıkları altında kurgulanan öykünün oldukça güçlü ilk cümlesinden sonra durup soluklanmak ihtiyacı duyuyorsunuz: “Ölüsü yurduna dönen şanslı askerlerden kalma postal, kar yığınları üzerinde derin izler bırakıyor.” Devamında gelen “Belli ki çok kullanılmamış,” cümlesi Hemingway’in “Satılık Bebek Patikleri: Hiç Giyilmemiş” kısa öyküsünü çağrıştırıyor. Sonraki ayrıntıları bir arada tutma işlevi gören yoğun anlamlı girişi izleyen, buz taneleri gibi savrulan cümleler metni katman katman açıyor. “Çantasında haberler, mektuplar, ölümler ve umutlar taşıyan” Ensar’ın adımları sert bir gerçekliğe sokuyor okuru, zorlu bir yola. Ve karda, tipide süren bu zorlu yürüyüş anlatının bütünü kuşatıyor. Devletin kara haberci yapmak için okuttuğu yetim Ensar’ın kolundaki banttaki kargayı gören kasaba halkı dehşetle izler onu, kapalı perdelerin ardında. Sakatlar, yaşlılar ve birkaç çocuktan oluşan kahve halkının merakları gözlerinden taşan kalp atışları, korkularıyla karışıp canlı bir varlığa dönüşerek boğazını sıkar Ensar’ın. “Sesini devletin grisine boyadıktan sonra ölenleri tek tek duyurdu. Artık eti kemiğinden, bedeni ruhundan sıyrılmış birer isimdi onlar. Kendi tarihleri olmayan, yan yana gelerek anlam kazanmış birer harf kümesinden başka bir şey değillerdi.” Saydığı isimler arasında oradaki bir çocuğun abisinin ismi okununca artan hüzün ve sessizliğin ağırlığı kasabadan başka ölen olmayınca bu kadarına şükredilerek sonlanır. Hele ki Ensar’ın savaşın bitmeye yakın olduğu haberi ölüm haberinin acısını çoktan unutturur. Kardan kapanan yollar, televizyon ve radyonun olmadığı, ölüleri gömecek kimsenin bulunmadığı, aylardır kimsenin gelip gitmediği bir coğrafyanın sorunları dillendirilir. Sonraki bölümde Kara Ulak kasabanın dışındaki bir köy evine mektup götürdüğünde mektup sahibinin fareler tarafından yenmiş cesediyle karşılaşırız. Okunması, hazmedilmesi zor cümleler, oldukça rahatsız edici betimlemelerle, durumun dehşetini yansıtan bu bölümde mektup aracılığıyla birbirini tanımayan baba-oğul hikâyesi aktarılır. Oğulsuz babayı gömen, bu koşullar altında köksüzlüğünü seven Ensar uzaktaki o köy evinde kalmaya başlar. Ta ki karlar eriyene kadar. Bindiği otobüste “zafer türküleri” çalarken tekrar yola düşer Ensar, ayağında az kullanılmış postallarla. Çizilen kasvetli atmosfer, olay örgüsü, dil ve içerik açısından uyumlu bir yapıya sahip öyküde, edebiyatın ana damarlarından ölüm teması farklı bir boyutuyla işlenmiş. Evrensel bir olgu olan ölüm yaşamın en büyük ve hepimizin çaresizlikle kabullenmek zorunda olduğu kaçınılmaz bir gerçeklik. Ama doğal olmayan yani savaş, afet, kaza, cinayet gibi dış etkenlerle gerçekleşen ölümlerin kabulü çok daha zor ve acı. Üstelik ölenlere herkesin kendi inancı, geleneği, değerlerine göre uğurlama yapılamaması, gömülememesi acıyı daha da dayanılmaz kılıyor. Kayalı’nın öyküsünde karşılaştığımız “Ölüsü yurduna dönemeyen” askerlerin yanı sıra kasabada, köyde ölüleri gömecek kimsenin kalmaması gibi dramatik durumun benzerini, gerçeğin kurmacayı kat be kat aştığı deprem felaketinde yaşadık, kayıplarımızın çoğunu ne yazık ki hak ettikleri şekilde uğurlayamadık. Kara Ulak Ensar’ı Tüketen Şeyler öyküsü bu noktada daha yoğun bir duygu özdeşliği yarattı bende. Belirsiz bir coğrafyada ve zamanda geçse de aslında çok tanıdığımız/tanık olduğumuz/yaşadığımız ama yüzleşmekten kaçındığımız gerçekliklerden izler taşıyan, acıyı çok somut bir biçimde yaşatan öykü ardında buzdan bir yürek ağrısı bırakıyor.

Sinematografik unsurların öne çıktığı Süt Üçlemesi’nde adından da anlaşılacağı üzere “süt” ortak motifi üzerinden, öykü kişisi Tufan’ın çocukluk, yetişkinlik ve yaşlılık dönemleri, hızlandırılmış çizgisel düzlemde sahneler arasında geniş boşluklar bırakılarak, parçalı bir film gibi kurgulanmış. Süt Köpüğünden Gelecek Ummak başlıklı ilk sahnede Tufan’ın hayat mücadelesindeki ilk yarışını görüyoruz. Yarışı kazanırsa alacağı ödül bir keçi olacaktır ve keçinin sütü sayesinde hasta kardeşi iyileşecektir. Kan ter içinde, tabanları parçalanarak koşar Tufan. Bedenine, zayıflıktan sayılan kaburgalarına yapışan tozlar terine karışırken bu çamurdan babasının yeniden yaratılmasını diler, kendinden bir baba yarattığını farkında olmadan. Yarışı kazanır, keçiyi eve götürür. Ama yetmez kaynamış sütün kokusu, köpüğü beklenen mutluluğu getirmeye. Babasız çocukların çabucak büyümesi, evin geçimini sağlayan kişiye dönüşmesi yoksul kesimlerde sıkça gözlemlediğimiz bir durum. Yazar, Tufan’ın rakibi Ayhan’a dair çocuk zihninden geçen “Ayhan o şişkin mideyle nasıl koşsun?” cümlesiyle oldukça yalın ama güçlü bir biçimde sınıf çatışmasını ortaya koyarken, milletvekilinin Tufan’la tokalaştıktan sonra elini silmesi gibi ince ayrıntılarla birtakım sosyo-politik göndermeleri, sisteme dönük eleştirileri edebiyat ve politikanın kesiştiği bıçak sırtı yerde slogan atmayan bir üslupla yerleştirmiş kurguya. Dağlardaki Kurt Özlemi başlığının altındaki sahnede bu kez yetişkin Tufan’ı izleriz. Yıllardır tek bir olayın yaşanmadığı, eşkıyaların çoktan terk ettiği ıssız dağlarda, mağaralarda gezer Tufan. Cevap alamasa da karakola telsizle sürekli bilgi geçer. Yalnızlıktan, sessizlikten bunalan, kurt sesine bile hasret duyan Tufan sessizliği yırtmak için tüfeğini ateşler, sıkıntılarından kaçabilmek için tıpkı çocukluğundaki gibi koşar. Bu derin yalnızlık içinde birbirini seven, ailelerinden kaçan genç bir çiftin öyküsü dâhil olur metne. Aile gençleri bulmak için ondan yardım ister. Tufan kaçak gençleri sürüden ayrılan bir keçinin izini sürerek bulsa da kaynayan süt kokusu çağrışımıyla, ölen kardeşi Zehra ile genç kızı özdeşleştirip kaçakları ele vermez. “Zaman dilin ucunda eriyip giden bir şekerin hızında ilerler” ve üçlemenin son bölümünde anlatıcının “Buhranını anlatmıştı dağlara, ovalara; kırlarda koşmuş, kayıplar vermiş, âşık olmuştu da yeniden kendi formunu bulmuştu yaşamı,” diye söz ettiği hayatın çökerttiği omuzlarıyla yaşlı, hasta, dede Tufan’la karşılaşırız. Süt motifi bu kez mistik bir bağlamda kullanılmıştır. Tufan’ın hastalığına şifa olması için büyük bir kazanda süt kaynatılır. Semih Kaplanoğlu’nun Süt filminin açılış sahnesini anıştıran kısımda, kazanın üzerine baş aşağı asılan Tufan’ın ağzından uzun, ıslak, kara bir cisim çıkar. İçinde tortulanan yılların yükünden masumiyetin ve saflığın göstergesi olarak kabul gören süt kokusuyla kurtulur Tufan ve torunu Zehra ile tutunur yaşama.
Metin Üçlemesi, Süt Üçlemesi’ne benzer biçimde kurgulanmış. Metin’in çocukluk, gençlik ve babalık dönemlerine tanıklık edeceğimiz öykü deniz kenarında başlıyor. Buz gibi suda, çakıl taşları üzerinde, boyunu aşan dalgalara karşı, yıkılmadan dimdik ayakta kalma, balıklarla yosunlarla bir olma arzusuyla yürüyen Metin’i babaannesinin beline bağladığı ip durdurur. İlk bölümde metne somut olarak serpiştirilen ip, kuyu, dalga, çakıl taşı gibi çoğul anlamlı kavramlar Gündüz Düşlerine Müptela Olmak alt başlığında görünmez engeller olarak keser Metin’in yaşam yürüyüşünü. Öğretmen olarak atama bekleyen genç Metin boya badana işleri yapmaktadır ve evli bir kadına, Zeynep’e âşıktır, evlenme hayalleri kurmaktadır. Ancak anne Zeynep’in yüreğinde başka sevdalara yer yoktur ve toplumsal değerlere kurban edilir Metin’in aşkı. Bu bölümde metni güçlü kılan şiirsel anlatım ve özgün benzetmeler dikkat çekiyor:
“Metin’in dilini hayal kırıklığı yutmuş… Bahar geliyor. Dudaklarda saklanan güz şerbeti tadında bir mevsim doğuyor günahtan. Zamanı yavaşlatmalı. Kuş uçumu kadarcık süreye her mimiği, gülümsemeyi sıkıştırmalı… Cebinden beynine uzanan yokluk ağrısını Zeynep’e çaktırmamalı… Yasak ağaçlardan dünyaya düşmüş bir meyvenin lokması gibi duruyor boğazında. Yutulması haram…”
Üçlemenin son sahnesinde pembe küçük taburede kızı Selin’le evcilik oynayan baba Metin’i izlerken Kayalı’nın çocuk zihnine girme ve çocuk dilini kullanma konusundaki yetkinliği tartışılmaz. Baba kızın yaşamına ilişkin ana hatlar, kırılma noktaları, babanın bastırılmış kaygıları, gizli uyarılar, yönlendirmeler evcilik oyunun içine yerleştiriliyor. Baba kızın yaşamlarını ve geçmişte yaşanılan deprem travmasını, korkularını çocuk dilinin saflığıyla, kısa ama vurucu cümlelerle aktarmış yazar. Babanın iç sesi ile oyuna uygun diyaloglar arasındaki geçişler ustaca bağlantılandırılmış. Öykünün sonunda Metin’in “Kapanmaz yaralara inat neşeyle” ve “Gerçeği bükmeyi çok erkenden öğrenmiş” Selin’in oyuna, yaşama devam etmeleri yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen umudumuzu diri tutuyor. Ancak öykünün etkisi bittikten sonra da devam ediyor. Son yaşadığımız deprem felaketini, depremzede çocukları ve onları nasıl bir gelecek beklediğini düşünmeden edemiyor insan.
Kitaba adını veren Bilinen Tüm Zamanlar öyküsü üçleme olmasa da üç başlık altında toplanmış anne-oğulun yaşam kesitlerini içeriyor. Mithat’ın okul bahçesinde annesini bekleme sahnesiyle açılan öyküde, okumayı yeni söken Mithat’ın coşkusu, Atatürk büstüyle, annesiyle konuşması bir kez daha yazarın çocuk dünyasına ve diline hâkimiyetini ortaya koyuyor. Üçüncü tekil anlatıcı üzerinden kurgulanan öykü, perspektif kaydırması ile merkezi karakter Mithat’tan anne Havva’ya odaklanıyor ve sezdirmeye dayalı bir anlatıyla anne-oğulun hikâyesi aktarılıyor.
“Evlerinin sokağına girdiklerinde yüzü düştü Havva’nın. Bahar gelmişti çünkü. Kapı önlerine, pencerelere çıkmıştı komşular. Görünmez bir el öne eğdi başını. Adımları hızlandı… Geride yorgun bir gökyüzü, yabani bakışlar, kulaklara gelen cümle parçaları ve hızla çekilen perdeler bırakarak girdi apartmana… Dünyanın kiri kapı deliğinden bile girmemeliydi içeri…”
Alt metinde toplumun ikiyüzlü ahlak anlayışına ciddi bir eleştiri getirildiğini görüyoruz. Zaman sıçraması ile ilerleyen metnin Kara Boğaların Boğduğu Evlatlar bölümünde, yaşamın ağır yükünün tıpkı daha önceki öyküde Tufan’ın içindeki kara yılan gibi, Havva’nın ciğerlerinde de kara bir boğa olarak yerleştiğini okuyoruz. Havva’nın ve düğün salonunda garsonluk yapan Mithat’ın görüp de fark etmediğimiz, üzerinde düşünmediğimiz “küçük” insanların zor yaşamlarına tanık oluyoruz. Son günlerini güzel geçirsin düşüncesiyle Mithat’ın tek arzusu annesini deniz gören bir pansiyona götürmek olsa da, toplumsal eşitsizliğin gözler önüne serildiği, Biraz Devlet Çokça Gökyüzü şeklindeki çarpıcı bir başlıkla, elinden gelen tek şey uğraşlar sonucu annesinin hastanede pencere kenarında bir yatağa yatırılması oluyor.
Cennet Kuşları İçin Eve Dönüş Planı, Nisa’nın cezaevindeki eşini görmek için küçük kızıyla yaptığı uzun bir tren yolculuğunda geçiyor. “Henüz kabul edilmemiş duaların insana öğrettiği sabırla dayanan, dünyanın sığıntısı olmayı kabullenen, sıkılı dişlerle, çatlamış dudaklarla, konfeksiyon köşelerinde, yabani bakışlardan kurtardığı kadınlık gururunu omuzlayan” Nisa’nın eşinin yokluğunda yaşadıkları, ailesiyle sürtüşmeleri, yalnızlığı kısa cümlelerle sözü azaltıp anlamı çoğaltarak aktarılıyor okura. Nisa’nın kişilik özellikleri, duygu durumu, yalnız bir kadın olarak yaptığı yolculuktaki tedirginliği, huzursuzluğu, beden diline ve kızıyla, diğer yolcularla yaptığı konuşmalara çok iyi yansıtılmış. Recep Kayalı’nın bir önceki kitabı Kamburuma Üç Sebep de olduğu gibi hakikati, dramatik durumları öykülerine taşırken çocuk karakterlere dönük masalları, oyunları kurguya yerleştirmekteki ustalığı altı çizilesi bir durum. Babanın durumu ve geleceğe dair düşler, umutlar Kahraman Kızın Masalı ile dile getiriliyor. Ancak öykünün sonunda hakikat masala yenik düşüyor. Tren “Gövdeli bir kışın ortasından geçerken, yeşil beyaza dönmeye başlıyor…” Nisa ile birlikte okurun burnunda da bir yanık kokusu kalıyor.
Yumurtacı Ragıp’ın Amorti Yaşamı, sendikal mücadelenin, eylemlerin vazgeçilmezi Avusturya İşçi Marşı’nın “Hayat denilen kavgaya girdik / Çelik adımlarla yürüyoruz…” dizeleriyle başlıyor. Yenilgilerden Kaçma Planı, Çıkmaz Çıkmaz Demeyin Şansınızı Deneyin, Bu iş Yerinde Grev Var, İşsizler İçin Cesur Yeni Dünya ve Tüm Geri Dönüşler ara başlıkları altında ülkemiz sendikal hareketinin yabancısı olmadığımız tipik bir örneği öyküleştirilmiş. Yazar kalemini çok da sivriltmeden “grevin Cuma namazı sonrasına ertelenmesi ”gibi mizahi ve ironik bir üslubun altında güçlü tezler ve tespitler yapmaktan geri durmamış.
Cennette Dokuz Gün’de anne-babanın tatile giderken götürmedikleri Gökhan ile dedesinin başlangıçtaki zorunlu ve hoşnutsuz birliktelikleri, dede-torun ilişkisi ekseninde kuşak farklılıkları, aile içi çatışmalar, iletişimsizlik ve yabancılaşma işleniyor. Öykü, kitabın diğer öykülerine göre daha yumuşak, okurun içini ısıtan sıcak bir üslup taşıyor. Öykülerin sıralanışında gözetilen denge ile öykü mevsimlerinin kıştan yaza dönüşüyle, sert öykülerden sonra daha yumuşak duygularla örülü, gülümseten son iki öyküde içimiz ısınıyor.
Öykülere bütünsel bir değerlendirme yapacak olursak yazarın farklı yaşlarda, farklı karakterlere sahip öykü kişileriyle kurduğu duygudaşlığın okura doğrudan geçtiğini, kısa-uzun-devrik ve eksiltili cümlelerin yerinde kullanımıyla ve diyalogların doğallığı sayesinde akıcı ve duru bir anlatı geliştirildiğini, geçmişin şimdi üzerindeki etkilerini ortaya koyarken ayrıntıları izlere dönüştürmede, ortak motifleri kilit cümlelere yerleştirmede ve atmosfer yaratımında azami özen gösterildiğini söyleyebiliriz. İşlenen temaların sağlam bir toplumsal ve düşünsel zemine yaslandırıldığı, inceliğine karşın zengin içerikli Bilinen Tüm Zamanlar’ın öyküleri yüzeysel okumaya izin vermeyen, kollektif belleğimizin en dibine gönderdiğimiz /göndermeye uğraştığımız durumlarla, olgularla yüzleştiğimiz, farklı açılımlarla düşünmeye, kendine dönmeye yönlendiren, canımızı yakan nitelikte ama illa ki okunası öyküler.
Yılmaz Güney’in “Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili” cümlesini değiştirerek sonlandırmak istiyorum yazımı. Yaşadığımız coğrafya ve dönem bize çiçekli böcekli öyküler yazma / okuma şansı vermedi sevgili okur… Ama siz yine de okuyun… Yine de umut edin…
Hatice Günday Şahman