Yıllar önce genç bir asistanken son sayısında çıkan bir makaleyi eleştirmek, yapılan çok bariz bilimsel bir hatayı düzeltmek amacıyla dünyanın en ünlü tıp dergilerinden biri olan New England Journal of Medicine dergisinin editörüne bir mektup (akademik deyişle Letter to The Editor) yazmıştım. Yüzyıla yakın yayın geçmişi olan ve haftalık yayımlanan, yaklaşık altı yüz bin abonesi olan bu dergi tıp dünyasında Barcelonalı Messi kadar ünlü ve ulaşılmaz bir dergiydi –ki halen de öyledir–. Elektronik posta yoluyla gönderdiğim yazıma yaklaşık iki saat sonra bizzat derginin yirmi yıla kadar baş editörlüğünü yapan efsanevi editörü Profesör Jeffrey M. Drazen tarafından bir cevap gönderilmişti. Gönderdiği cevap matbu ve basmakalıp bir cevap değildi. Baş editör gönderdiğim mektup için teşekkür ettikten sonra yazımdaki haklı ve haksız olduğum yerleri vurgulayarak eleştirdiğim yazıda ilgili düzenlemelerin (corrections) yapılacağını ve bir sonraki yazıda basılacağını belirtiyordu.
Yıllar geçtikten sonra ülkenin orta halli bir üniversitesinde ulusal yayın yapan tıp fakültesi dergisinin baş editörlüğünü dört yıl kadar sürdürdüm. İngilizce ve Türkçe tıbbi makaleler yayımlayan bu dergiye akademisyenler makalelerini elektronik başvuru sistemi (online submission system) yoluyla gönderiyorlardı. Baş editör olarak gelen tüm makalelerin sorumlu yazarlarına makale sistemimize düşer düşmez bizzat kendim “makalenizi aldık, hakemlerimize göndereceğiz, titizlikle değerlendirildikten sonra en geç bir ay içinde yayınlayıp yayınlamama kararı vereceğimizi” bildiren bir e-posta gönderiyordum. Gerçekten de e-postada verdiğim sözü tutuyor ve en geç bir ay içinde makaleyi nihai sonuca kavuşturuyordum. Aslında bu yaptığım o kadar normal ve tıp dergiciliği dünyasında rutin bir şeydi ki, biraz önce söylediklerimin çok özverili şeyler yapmışım gibi anlaşılmasını da istemem doğrusu.

Sonra yolum edebiyatla kesişti. Kesişti demek yanlış oldu aslında, kırk yaşından sonra yıllar yılı okuyucusu olarak hep bir yanında yürüdüğüm yolun karşı tarafına, yani artık edebiyatın emekçisi tarafına geçmiş oldum. Tıp dergilerine yazar ve editör olarak uzun yıllar katkı vermiş biri olarak büyük hayal kırıklıkları yaşayacağımdan henüz habersizdim. Edebiyat üretmeye başladığınız anda eğer bir emekli kahvesindeki arkadaşlarınız için eğlencelik şeyler yazmıyorsanız yolunuzun editörlerle kesişmesi, –bu sefer gerçekten bir kesişme– kaçınılmaz oluyor. Her yazıyla uğraşan kişioğlu gibi yazdıklarınızın okunmasını istiyorsanız, yazdıklarınızı dergilerin, yayınevlerinin, çevrimiçi edebiyat sitelerinin editörlerine göndermek ve onlardan olur almak zorundasınız. İşte tam bu noktada önemli bir sorun başlıyor.
Birkaç istisnayı saymazsak ilk yazdığım öyküleri gönderdiğim dergi editörlerinin çoğundan, en azından bir “yazınız bize ulaştı” haberi göndermelerini bekledim ama gelmedi. Sanki yazdığım yazıyı uzay boşluğuna göndermişim de, yörüngeye oturdu mu yoksa uzay boşluğunda milyarca ışık yılı sürecek bir yolculuğa mı başladı öğrenmem mümkün olmuyordu. Sonunda Allahtan kara deliklerle ilgili bilimsel gerçeği bilmekten dolayı ferahlıyor, yazımın edebiyat dünyasında bir kara delik tarafından sonsuza kadar yutulduğundan emin olarak rahatlıyordum.
İyi kötü yazdığım öyküler dergilerde yayımlandıktan sonra seçtiğim öyküleri bir dosya haline getirip kitap olarak yayımlama hevesine kapıldım. Yayınevlerinin birçoğu e-posta yoluyla dosya kabul ettiği için en azından hızlıca ret ya da kabul cevabı alır ve sonuca kavuştururum diye düşünmüştüm. Ama yayınevi editörleri dergi editörlerinden çok daha ketum ve katıydılar. Ne dosyanızı aldık cevabı, ne ret cevabı geliyordu. Kaskatı bir duvar vardı önümde. İnanın şöyle bir cevap gelseydi bile mutlu olacaktım: “Sevgili Ahmet, kırk yaşından sonra yazı yazmaya heveslenmişsin, aferin sana ama bırak bu işleri, bu işler sana göre değil, kendine de, okuyucuya da editörlere de eziyet etme, yolun başındasın çok geç değil, geri dön” dese bile mutlu olacaktım. Bir türlü cevap gelmiyordu. Dosyam uzay boşluğundaki Andromeda galaksisine doğru yol alıyordu. Birkaç yayınevine dosyam elinize ulaştı mı diye yazdım onlara cevap gelmedi doğal olarak. Eğer sabırlı olmayı gururuma yediremeyecek kadar genç olsaydım çoktan bırakırdım bu işleri. Bir bakıma kırk yaşımın olgunluğu beni Martin Eden gibi yayınevi basıp editör tehdit etmekten korudu. Nihayetinde öykü kitabım bir yıl kadar önce orta ölçekli cesur bir yayınevi tarafından yayımlandı. İnanın şaka yapmıyorum, daha geçen hafta, iki yıl kadar önce dosyamı gönderdiğim bir yayınevinden, “kitabımı yayınlayamayacaklarını” bildiren bir e-posta aldım. Buna bile sevindim, en azından cevap vermişlerdi.
Tam bir istatistik veremesem de yayınevi editörlerinin yüzde doksanı, dergi editörlerinin yüzde ellisi, çevrimiçi edebiyat sitesi editörlerinin yaklaşık yüzde otuzu gönderdiğiniz yazılara, kitap dosyalarına cevap vermiyorlar. İnternette editörlerle yapılmış birçok söyleşi okudum. Editörlerin bir kısmı ciddi iş yükünü bahane ederek yazar adaylarının yazılarına veya dosyalarına cevap ver(e)meyişlerinin mazur görülmesini istiyorlardı. O kadar çok yazar adayı başvuruyordu ki cevap vermeye yetişmek mümkün değildi onlara göre. Biraz daha acımasız olan editörler, aslında bunun edebiyat dünyası için iyi bir şey olduğunu savunuyorlar, böylelikle heveslilerin hevesi kırılarak gerçek edebiyatçıların, bu işe gerçekten gönül verenlerin geriye kalacağını, böyle yapmak suretiyle de bir çeşit doğal seleksiyonu sağladıklarını düşünüyorlardı. Onlara göre önüne gelen, eli kalem, klavye tutan herkes kendini yazar zannediyordu, böyle de olmazdı yani, her yazı yazana cevap verecek olsalar editörler işlerini yapamaz hale gelirdi.
Editörlerin bu söylediklerinde ne kadar haklılık payı olursa olsun bunu doğru bulmuyorum. En temel insani bir nezaket, adab-ı muaşeret kuralı olarak bile, size soru soran birine cevap vermek gerekir. Size gönderilen bir e-postaya cevap vermemek, evet kabalıktır. Edebiyatın okuruyla, yazarıyla ve editörüyle toplumun en elit kitlelerden biri olduğu düşünüyorum ve buna inanıyorum. Bu nedenle de bu kabalığı edebiyat dünyasına yakıştıramıyorum. Yazılıp bir editöre hevesle gönderilen her satırın –edebi değeri olmasa bile– cevap almaya hakkı olduğunu düşünüyorum. Sadece, “Yazınızı aldık, teşekkür ederiz, ancak yayımlamaya uygun görmedik” cevabının bile yolun başındaki insanlar için ne kadar kıymetli olduğunu yakinen biliyorum. Hiçbir editörün –dünyanın en iğrenç yazısı bile olsa– kendisine gönderilen bir yazıya cevap vermeme, onu görmezden gelme hakkı olduğunu düşünmüyorum. Editörler buna haklarını olduklarını düşünseler bile, bir şeyde hak sahibi olmak o şeye en insani ve nezaketli sahip olma biçimi olmayabilir daima. Zaman kısıtlılığı bahanesini de yeterli bahane olarak görmüyorum. Ülkemizdeki hiçbir editörün, yazımın başında anlattığım New England Journal of Medicine dergisinin editöründen daha yoğun bir iş yükü olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten böyle bir yoğunluk varsa bile editör sekreterlerinin editörleri adına en azından “yazınızı aldık”, “yazınızı yayımlayamayacağız”, “yazınızı yayımlamak üzere kabul ettik” cevaplarından birini yazara toplam on saniye sürmeyecek bir emekle gönderebileceğine inanıyorum.
Belki editörler yazdıklarıma kızacaklardır. Varsın kızsınlar. Editörler deyip bir genelleme yaparken kastım bir kişiyi ya da kişileri hedef almak değil. Bu arada çok ünlü yayınevlerinin bazı çok ünlü editörlerinin ne kadar hızlı ve zarif cevaplar yazdığını, yazdıklarınızla ilgili değerlendirmeler yaptığını da kişisel tecrübemle biliyorum. Ama bütün bunlar bu çok temel sorunu görmezden gelmeyi sağlamaz. Ortada önemli bir sorun var ve bu sorunu ancak sorunun kaynağı olan editörler çözebilir.
Bu arada bir editörden “Editörler Bir Yazar (Adayından) Ne Bekler” başlıklı bir yazıda yazar adaylarının yaptıkları hataları –hatta kabalıklarını– yazmasını beklerim. Böylelikle hem editörler hem de yazar adayları muhataplarını daha iyi anlayıp edebiyatın incelikli ve nahif dünyasına birbirlerini davet etmiş olurlar.
Ahmet Karadağ
Bu yazı için teşekkur edıyorum. Duygularıma ve düşüncelerime aracılık ediyor. Bu yayıncı/editör kibirini keşke aşabilsek. Aracı unsurun üreten unsura karşı bu kibiri en hafif deyimle nezaketsizlik.