İlk kitabın heyecanı ayrıdır. Kâğıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar tıpkı sonrakiler gibi kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın? Yazarlık bize özgü hatalarımızla, acemiliğimizle birlikte bir uzun yolda yürümek değil mi zaten?

İlk öykü kitapları yayımlanmış yazarlarla 2015 yılından beri “İlk Göz Ağrısı” söyleşileri yapıyor, ilk kitaplarının heyecanını paylaşıyoruz. Özlem Yılmaz, 165. konuğumuz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

“Heves” olmadığını fark etmekle gelişti, o zaman öyle başlayayım. Ya da şöyle başlayayım: Ben senaristim. Mesleği zaten kafasındaki tasavvuru, içerdeki alemi dışarıya yazarak, kağıda dökerek var etmek olan bir insanım. Yani anlatmanın, hikayeciliğin bu tarafını uzun yıllardır tecrübe eden biriyim. “Söyleme göster”ciyim yani. Kendime çok uzun yıllardır söylediğim bir şeydi “kitap yazmak”. Dürtüsel olan bir şeyi, sürekli ertelemek gibiydi. İş güç, hayat gailesi, işte çeşitli bahaneler… Çok çeşitli kaçma yolları bulabiliyor insan. Garip ama hayal ettiklerinin uzağına düşmek için çabalıyor bazen. Ya da “kendini gerçekleştirmek”, “kendi hakikatini bulmak” denilen ülkünün dış çemberinde dolaşabiliyor, oyalanabiliyor. Senaryo yazmayı çok seviyorum ama ortaya çıkan sonuç bakımından bir film ya da dizi kişisel değildir. Eğer kendi filminizi yazıp çekmiyorsanız… Ki kendi yazıp çektiğinizde bile bileşenlerin çokluğundan ötürü içinizde, aklınızda ilk şekillendiği gibi çıkmaması ihtimali de çok yüksektir. Edebiyatsa daha intim bir alandır. Yazarı ve okuyucusu arasında daima yeni bir yaratım alanı bırakır. Edebiyatta yazar kendi tasavvur gücünün ikizini okuyucudan bekler. Okuyucu, eğer o akışın, yazarın akışının içine dahil olabilirse o zaman birlikte akmaya başlarlar, bu yeni bir dönüm noktasıdır. Ve o anda daha önce yazar tarafından yaratılmış olan öykü, roman… her neyse o, yeni bir yaratıma girer. Bence bu muazzam bir şey… Büyülü bir şey… Çocukluğundan beri çok iyi bir okur olarak ve sonra da mesleğini, yolunu yazarlıktan tutmuş biri olarak, bu idealden daha fazla kaçamadım diyelim. Oturdum yazdım. Yazmakla olan bütün ilişkimi tazelemek istedim, aşkımızı yeniden inşa etmek istedim. Ben onu şaşırtayım, o beni şaşırtsın istedim. Heyecan aramayı hiç bırakmadan ya da başta söylediğimin şimdi başka bir manada tam tersini söyleyerek; “hevesli bir ilk yazar” olarak o tansiyonu hiç düşürmemeye çalışarak hatta kendimi en acemi yerlere, en çırak çıkacağım yerlere çekerek başladım yazmaya… Çünkü biliyorum; yol, iyi dinlersem, her zaman nereye gideceğimi söyler. Ne yazacağımı bilmiyordum. Roman mı öykü mü?… Yazacağımı biliyordum o kadar.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Bağlantılı soru da geldi. Dediğim gibi aslında belirlemedim. Kitap beni belirledi. : ) Aslında öykü en çok korktuğum türdü. Korku da belirleyici oldu sanırım. Net ve kalıplı bir duygu nerdeyse cismani olarak karşıma çıkarsa üstüne giderim çünkü. Böyle olmuş olabilir. Öykü yazmaktan korkmak, öykü yazmama yol açan en büyük sebep belki de. Öykü okumayı çok severim ama bilirim, roman okuyucusu daha çoktur bütün dünyada. Bağ kurarsın ve akar gider işte… Her şey de okunduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur bana göre… Kopmak istemezsin bir kere bağ kurduysan, emek verdiysen. (Tasavvur gücü, insanların modern zamanlarda hızla kaybettiği bir özellik. Algılarımız darma duman… Eğer eline bir kitap alıyorsa ve içine giriyorsa ordan devam etmek istiyor… Bu yüzden “emek” dedim) Bir öykü kitabıysa bazı kopmalar içeriyor. “Kop ama yine gel, devam et” diyor. Öyküler arasında içerik birliği olsa da böyle diyor olmasa da… Algısal bir şey bu. O yüzden öykü, bir gün yazarsam da en azından bir novella yazdıktan sonra denemek istediğim bir türdü. Ama sonra masa başına oturduğumda çok akışkan şekilde bir öykü şekillendi. İlk öyküm Ömer’in Gözleri. İlk tepkim şaşkınlıktı. Sonra uzunca öyküyle hemhal oldum. Tekrar yazdım, tekrar yazdım, tekrar yazdım… Ve bir gün tamam dedim, şimdi ikincisi, beşincisi… Ömer’in Gözleri’nde kafamda dönüp duran bir temadan, sürekli kendime sorduğum derin sorulardan yola çıkmıştım. Toplumsal olarak bir yakınlaşma sorunu. Samimiyet sorunu. Hakiki ilişkiler kurmaktan giderek uzaklaştığımız hakikati. Soru, içinde cevabı barındırır her zaman. Bu da öyleydi… Önce kendiyle yakınlaşacak insan, kendine söylediği küçük yalanları çıkartacak meydaneee ve yüzleşecek… Salıverecek onları… Sonra kendine biraz daha yakınlaşacak… Sonra da karşısındakiyle, komşusuyla, sokakta göz göze geldiği biriyle, annesiyle, babasıyla, sevgilisiyle, çiçekle, böcekle… Velhasıl dünyanın geri kalanıyla değil, dünyayla yakınlaşacak. Öyle yakınlaşacak ki kendisi olacak dünya da. Öyle bir sorumlulukla bağlanacak yaptığı her şeye, dokunduğu, el attığı her şeye… Neyse ikinci öykü kurulumuna geçerken rastlantısal şekilde bir dost meclisinde evvelden tanışıp çok sevdiğim Beliz Güçbilmez’in atölyesine katıldım. Tersine Mühendislik diye şahane bir atölye yapıyor hâlâ. Beliz Güçbilmez müthiş bir hoca, harika bir arkadaştır. “Haydi bakalım Özlem… Bilgilerimizi ve şevkimizi tazeleyelim atölyesi”ydi benim için. Zaten içim kıpır kıpır yazmakla ilgili… Beliz, o içerdeki kıvılcımı harlamak için bulduğum en dahiyane çözüm oldu o sıra. Nerdeyse içgüdüsel. Atölye sonunda Fasulye Deneyi’ni yazdım. Ve öykünün ilk taslağını, yazdığım ilk çalışma kopyasını, ritmini, Beliz Güçbilmez’in Türkçe’nin bütün tonlamalarına hakim o harikulade sesinden dinledim. Yazdığımı bana okudu. O ses de içimdeki gibi “devam et” diyordu. Devam ettim.

Özlem Yılmaz

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

İlk üç öykümün üzerinden defalarca geçtikten sonra “artık profesyonel birine okutmam lazım sanırım, bir görüş almalıyım” dedim ve Zehra Çelenk’e gönderdim. Zehra, çok yakın arkadaşım ve meslektaşımdır. Söyler söylemez her zamanki dayanışmacı tavrıyla hiç geciktirmeden okudu yazdıklarımı ve çok güzel şeyler söyledi. Onun ilk öykü kitabı Everest’ten çıkmıştı, beni hemen Everest Yayınları’nın genel yayın yönetmeni Saadet Özen’le tanıştırmak istediğini söyledi. Ama bunun için biraz daha beklememiz gerekti çünkü ben bütün öyküleri bitirirsem daha rahat edeceğimi söyledim. Yedi öykü. İsminin “Divan Cadısı” olduğunu hep biliyordum. Bütün öykülerin son öyküm Divan Cadısı’nda birleşeceklerini hep biliyordum… Bütün öyküler akıp, Divan Cadısı’nda birleştiklerinde dosya bitti ve biz o zaman Saadet Özen’le tanıştık. Divan’da uzun ve şahane muhabbetli bir öğleden sonra… Evet, buluştuğumuz yerin adı bile “tamam” diyordu. “Doğru yerdesin…” Divan Cadısı, o gün Everest’e gitti ve ben hâlâ o günkü kadar mutluyum yayınevimle. “Saadet”imiz daim olsun : )

İkinci soru… Ben pek bir sıkıntı çekmedim dediğim gibi. Yazma sancıları, beklemeler… Olağan yazarlık ve memleket halleri… Kitap Şubat’ta çıkacaktı, deprem oldu, hepimizin dünyasının ortasından bir fay hattı geçti. Malum bir sürü şeyin adını tekrar koymamız gerekti. Tekrar direnmeye, yaşamaya, devam etmeye dönüşümüz için yeni, yepyeni çözümler, bakışlar gerekti. Bütün bu yaşamsal dönüşümün içinde kitabın doğumu da tabii ki gecikti. Divan Cadısı, Nisan sonu basıldı. Mayıs başı raflardaydı. Çok da güzel oldu. Kendi zamanını seçtiğini düşünmeyi seviyorum. Bırakın, öyle düşüneceğim… : )

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Zehra Çelenk’i söylemiştim… Everest Yayınları’yla anlaştıktan sonra Saadet Özen beni harika editörüm Didem Ünal Demir’le tanıştırdı. “Saadet Özen’in yoluma kuş konduruşu” diye de belirteyim editörüm için. Didem, hayatım boyunca tanıyıp sevdiğim, hemen yamacına sokulduğum ve kendim için seçtiğim dostlarımdan biriydi bence. Unutmuştuk herhalde bir zaman bir yerde birbirimizi… Müthiş güzel ve akışkan bir editöryel süreç yaşadık. Duygu yoğunluğu yüksek, samimi, hakiki. Divan Cadısı, bir bebekse Didem bilge bir doulaydı.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Her şey değişti. Yeni doğan bir “yaratım”ın insanı değiştirmemesi imkansız. Eğer hiçbir şey değişmiyorsa bence sıkıntı vardır. Yine bir “hakikilik”sorunu olabilir. Ama yaptığınız şey içerdense, “kalbi”yse, dışarı çıktığında her şey değişir çünkü siz değişirsiniz. Bunu ummamıştım bile, biliyordum. Hakkıyla yaptığınızdan eminseniz bilirsiniz. Divan Cadısı’nın da tartıştığı mevzular gibi, görme biçiminiz değişir. Görme biçiminiz değişince de yepyeni bir görüş kazanırsınız. Hep olan bir şeyi “kazanmak” diye tanımlamak da yaşamak cilvesi herhalde. Edebiyat, yürümeye başladığım yeni bir yol. Sapa bir yol değil… Geniş ovaların içindeki yollara benziyor.

Telif aldınız mı?

Evet.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Benim mutfağım senaristlikti. Salonda da misafirler yok. Ev sahipleri var. Okurlardan bahsediyorsak tabii…

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Çevremdekilerin tavırlarına da kendi cephemden değil, kendi hissettiğimden baktığım için benim kadar heyecanlı dostlarımı, meslektaşlarımı görüyorum sadece. Divan Cadısı’nı okuyup severlerse ne ala…

Özgürlük, evet. Kitap yazmak, bir yazar için “tam bağımsızlık harekatı.”

Peki, bundan sonra?

Devam…