Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 674. Yıl, 157. Gün:
10 YIL SONRA “GEZİ”
“Bıraksan ağaç sadece gölge yapacaktı, şimdi tarifi imkansız meyveler verdi.” – Gezideki bir duvar yazısı.
Yazar Şükrü Yavuz, Haziran 2013’de, Yurt gazetesindeki “Durum” başlıklı köşesinde Gezi direnişindeki duvar yazılarını derledi ve üç gün yayımladı. Zeka dolu ve eğlenceli 311 sloganın arasında Orhan Veli’nin haikusundan esinli olan şu metin de vardı:
“Geziye doğru
İşgali göreceksin
Sakın şaşırma”
Adına ister direniş ister ayaklanma veya başka şeyler denilsin, sosyal ve politik sonuçları kadar, sanatta, edebiyatta ve felsefedeki açılımlarıyla evrensel boyuta taşınan Gezi Parkı olayı yüzyılımızda şu ana kadar kendi topraklarımızda karşılaştığımız en büyük halk hareketidir. Gezi’nin ne olduğunu, nalıncı keseri örneği, ideolojilerinin pusulasıyla açıklamaya çalışanların çabalarıyla şimdi, gerçekleştiği tarihten on yıl sonra, Gezi, körlerin farklı uzuvlarını tutarak tanımladığı bir fil görünümüne büründürüldü.
İstanbul’un Taksim Meydanında başlayan, 81 ilin 79’unda 2,5 milyon kişinin eylemlere katıldığı, 7 kişinin öldüğü, binlerce insanın yaralandığı ve onlarca insanın sakat kaldığı Gezi Parkı direnişi nedir? Bir haysiyet mücadelesi mi? Evrensel bir rahatsızlığın Türkiye’deki uzantısı mı? Kökü dışarda bir kışkırtma mı? Ağaç sevgisi mi? Yaşam tarzı savunması mı?
Konuyu dallandırıp budaklandırmadan söyleyelim ki, Gezi Parkı başkaldırısı, umursamazca her istediğini yapacağı güvenine sahip, dış güçlerce “Ilımlı İslam” etiketiyle Türkiye’de küresel neoliberal politikaları uygulamaya memur edilmiş AKP iktidarı karşısında, sosyal yaşamdaki sistemli İslami dönüşümlerden ve hızlı sosyo-ekonomik değişimlerden bunalmış olan halkın Gezi Parkı’nı yok etme planı başta olmak üzere onaylamadığı tüm iktidar tasarruflarına “Dur!” dediği eylemdir. Ve son kertede iktidarın Gezi öncesindeki gücü içeride ve dışarıda bir daha geri gelmemecesine kırılmıştır.
Gezi sonrasında AKP Hükümeti, Batının gözünde Orta Doğu’daki dinci hükümetler için bir model olmaktan çıkmıştır. Gezi olaylarının, bir ABD projesi olan ve Orta doğuyu Libya başta olmak üzere yağmalama veya sömürme amacını güden “Arap Baharı”nın kısa sürede ne olduğunun anlaşılıp şiddetle reddedildiği ve bölgede Amerikancı İslami yönetimlerin sonunu getirdiği döneme rastlaması ilginçtir. “Arap Baharı”nın geri tepmesinin içinde değerlendirilebilecek olan Gezi olayları sonrasında Batının AKP’ye desteği iyice azalmış ve Erdoğan’ın liderliğindeki Türk hükümetinin son yıllarda milli ve bağımsız politikalara yönelmesiyle açık bir düşmanlığa dönüşmüştür.
Gezi eylemlerinden hemen sonra sıcağı sıcağına çıkan kitaplarda Gezi’nin ne olduğu ya da olmadığı yerli ve yabancı çeşitli yazar ve düşünürlerce yazıldı, görüşler dile getirildi. Okuduklarım arasında özellikle aradığım bir yorumu bulamadım. O da, bir gece önce Gezi Parkının duvarı buldozerle yıkılmış, ağaçlar yerinden sökülmüşken, gündemi içki olan AKP’nin 28 Mayıs’taki grup toplantısında, Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları Atatürk’e ve İnönü’ye “iki ayyaş” denilerek anılarına saygısızlık edilmesiydi. İsim verilmeden sarfedilen sözlerin 1926’da içki yasağını kaldıran iki lideri kastettiği açıktı. Kanımca bu, her türlü olumsuzluğun ve ağaç kıyımının üzerine bardağı taşıran damladır. Bu sözün basına yansımasından sonraki 48 saat içinde küçük grupların toplanmasıyla başlayan Gezi Parkı olayı kitlesel direnişe dönüşmüş ve 1 Haziran’da park işgal edilmiştir. AKP Hükümetine karşı gösteriler tüm ülkeye yayılarak haftalarca sürmüştür. Gezi, bir onur mücadelesidir.

Gezi hiç bir politik gruba veya kişiye maledilemez. Hızla kitleselleştikten sonra politik güçlerce yanında veya karşısında durularak yararlanılmaya kalkışılsa da Gezi, özünde bireyin kendi iradesiyle yönetime başkaldırışıdır. Bu yönden de anarşist bir harekettir. Anarşi, yönetimin olmadığı bir toplum, demektir. Gezi de, başlangıcında hiyerarşiye ve üst yönetime sahip olmayan bir özellik göstermiştir.
Akademisyen Murat Özbank, Gezi Ruhu ve Politik Teori adlı kitabında, “Hayatın olağan akışı içinde, mutluluğu kendi küçük dünyalarında, özel yaşamlarının estetiğinde arayan, etliye sütlüye karışmayan, herkes kadar sıradan ve herkes kadar da eşi benzeri olmayan insanlardı çapulcular,” demekte ve “Gezi ‘çılgınlığının’ altında sıradan insanların eşsiz akılları ve eşsiz vicdanları[nın]…” olduğunu vurgulamaktadır.
İnsanların “bir bedel karşılığı yaşamak” zorunda olmadıkları bir toplum düzenine ulaşılması umuduyla…
160. Gün:
KANSERİ YENMEK
Yaşadığımız yüzyılda bile hâlâ kanser kelimesini ağızlarına almaktan çekinen insanlar var. Oysa, kanser günümüzde tedavi edilebilen bir hastalık. Diğer hastalıklardan farkı, tıbbın yardımı yanında hastaya da çok iş düşmesi. Başlıcaları; yaşama azmi ve –dünyanın en zor işi de olsa– kendini değiştirmek. Okuyup öğrenmek bu işin başı ve günümüzde kitap bulmakta hiçbir sıkıntı yok. Kanserli bir arkadaşım, beyninin filmi geriye sarması ve sağlığı yönünde çalışması için okuduğu bir alıştırmayı uygulardı: Sırt üstü dümdüz yatıp ayak parmaklarını oynatmak. Bütün yaptığı buydu. Küçümsenemez bir başlangıç. Beynine gönderdiği mesaj çok açıktı: Kendim için bir şey yapıyorum ve yaşamak istiyorum.
Kanserin herkesin bildiği çeşitli nedenleri var. Genlerin rolü abartılı olsa da ileri sürülüyor ama bugüne değin sorumlu bir gen bulunmuş değil. İş ortamının kanser yapıcı kimyasallarına maruz kalmak veya bedeni kötüye kullanmak da nedenler arasında. Yaşamın herhangi bir anında içine düştüğümüz durumun çıkmazıyla, “ölsem de kurtulsam” psikolojisine girmek de kansere yaldızlı bir davetiye göndermek gibi. Çünkü, beynimiz bu çeşit iç diyalogları ciddiye alıyor ve gereğini yapıyor.
Kanser hastalarının kendilerine sıkça sordukları bir soru vardır: “Neden ben?” Hastalığın neden kendilerinin başına geldiğini anlayamazlar. Direnme azmi galip gelince, diğer kanserli bireylerle bir araya gelir, durumlarını anlamaya çalışırlar. Ve fark ederler ki, yaşam öykülerinde ortak noktalar vardır. Soru kısa sürede “Neden biz?”e dönüşür ve anlama başlar: Sigara tiryakiliğinin altındaki nedenler, kor halinde kalmış çocukluk travmaları, sevdiklerinin beklenmeyen ölümü, haklarının acımasızca yenmesi, yakın bir zamanda karşılaştıkları çözümsüzlük, kapana kısılmışlık duygusu kanserlerinin sebebi olarak görünmeye başlar. “Neden biz?” sorusunun yanıtı yavaş yavaş zihinlerinde şekillenir.
Gene de, başlarından geçenler, başka birçok insanın başından geçtiği halde, hastalık neden onları bulmuştur? Bunu anlamak önemlidir ve iyileşmenin kapısı yavaş yavaş aralanır. Yanıtı basittir: Çünkü, olayları içselleştirecek kadar duygusaldırlar. Bencil değildirler, başkalarını düşünürler, yüzleşmekten kaçınır, içe atarlar; kendilerini sevmeyi uzun süredir unutmuşlardır. O yüzden, kansere “iyi insanların hastalığı” gözüyle bakılır.
İngilizcede Türkçe karşılığı olmayan çok sevdiğim bir sözcük var: Assertiveness. Sağlıklı iletişim içinde olmak demek. Açacak olursak; karşımızdakinin hakkını da dikkate alarak kendi hakkımızı yedirmeyen bir sonuca ulaşacak şekilde konuşmak. Aksi durumda, insan ya kabul edip siner ya da bağırıp çağırarak şiddete başvurur. Bizim toplumumuzda doğrudan bir ifadesi olmadığına göre, çok fazla insanın basit bir anlaşmazlıkta bile kendini bu durumda bulduğu düşünülebilir.
İyi insan olmak demek kendimizden önce başkalarını düşünmek anlamına gelmiyor. Uçaklardaki acil solunum maskeleri gibi, ilk önce kendinizinkini takacaksınız. Önce kendimizi sevecek sonra başkalarını seveceğiz. Bu, eğer bencillikse, sağlıklı bir bencillik — kansersavar bir yaklaşım.
163. Gün:
İNCİR AĞACI
Benim önümde arkadaşıma etmediği hakareti bırakmadı. O burnundan soluyarak gittikten sonra arkadaşıma, “doğrudan kişiliğine saldıran bu adama neden hak ettiği yanıtı vermedin de yumuşak davrandın,” diye sordum. “Kendini bilmez biri, incir ağacını küçümseyerek ona ‘ağaççık’ dese, incir tadından kaybetmez,” dedi.
165. Gün:
Aydın, kendi düşüncesini üretebilen insandır.